Site İçi Arama

kultur-sanat

Türkistan İzlenimleri (2)

17 Nisan 2019 sabahı erkenden hazır olduk, Özbekistan sınır kapısına götürecek aracı beklerken, son kez Ahmet Yesevî hocama selam vereyim diye dışarı çıktım.

17 Nisan 2019 sabahı erkenden hazır olduk, Özbekistan sınır kapısına götürecek aracı beklerken, son kez Ahmet Yesevî hocama selam vereyim diye dışarı çıktım. Otelin karşısında Türkistan vilayet yönetim binası var, önü parke taşlar ile trafiğe kapalı, törenler burada yapılıyormuş. Zaten binanın bir önünde tosbağa kaidesi üzerine konulmuş Orhun abidesi, diğer tarafta dikilmiş taşta Göktürkçe Türk yazıyor, oradan Allaha ısmarladık, esen kalınız diyerek Yesevi hocamdan izin istedim. Çünkü Yesevîlik diye kurulan Türk Tasavvuf zihniyetini ve metafiziğinin bir nevi “kurucu-göçebe” rolü üstlenerek yeni bir dünya ve yeni bir medeniyet kurma misyonu üstlenmiştir.

İlk gezi notunda Otrar/Farab hakkında yazılanları hatırlarsanız, Türkistan’da bir Cengiz Han öncesi, bir de sonrası olduğunu söylemiştik; şimdi talan ettiği Semerkand, Buhara ve Hive’ye yolculuk var. Zaten Yesevi’nin önemi, tarumar olmuş, bağımsızlığı yitmiş, toplumsal düzen bozulmuş bir nevi anarşi içinde bulunan ve yeni mekân arayışları içinde bulunan Türklere dönemin üslubuyla fıkhi ve kelami dini verileri anlayacakları şekilde hitap etmesi ve bir Türk Metafiziği sistemi oluşturulmasına olan katkısından kaynaklanıyor. Hanefi fıkhı ve Maturidi akadini halka ulaştıran gönül insanının takipçisi konumunda olan Şah-ı Nakşibendi’yi de Buhara’da ziyaret edeceğiz.

Türk Tasavvuf zihniyetinin tarihsel temellerini, geçirdiği aşamaları, değişim ve dönüşümü net bir şekilde anlamazsak, günümüzde tasavvufi yapılar olduğunu iddia eden birimlerin Sünnilik adı altında Arap aklı ve Arap Müslümanlık tasavvurunu önceleyen tavırları analiz etmek zor olur. Daha doğrusu Türkistan’da Müslümanlık tasavvurumuzu günümüz şartlarına göre yeniden yorumlamazsak, Sünni görünümlü ama temelde selefi zihniyeti taşıyan ve İslamcılık adına Arapçılık yapan zihniyetin tahribatı iyice artar. Çünkü hareket noktası aldığımız Maturidi, Serahsi ve Yesevi gibi alimlerimiz Karluk, Oğuz, Kıpçak (Terekeme, Karakalpak/Karapapak) kültürlerinin ürünü olduğunu gözden kaçırırsak, Fars ve Arap Müslümanlık tasavvurlarından farklı bir Türk Metafiziği ve Müslümanlık tasavvuru ortaya koyan öğretiyi yeniden yorumlamazsak, 13.yy kadar İç Asya’dan Ön Asya’ya yani Anadolu’ya hatta Doğu Avrupa’ya kadar uzanan mekânlarda, üstelik Moğol fırtınasının en yoğun olduğu zamanlarda etkili olduğunu bilmezsek, askeri ve idari açıdan Tuğrul bey tarafından dönemin bölge gücü haline getirilen Selçuklu Devletinin 1092 yılında iç karışıklıklar yüzünden Atabeyliklere bölündüğünü unutursak,  Harzemşahlılar devletinin Karahanlıları yıkmasıyla İç Asya’da sıkışan Türk halkaları siyasî açıdan sıkıntıya düştüğünü, göçlerin tetiklendiğini, bunlara ilaveten Budist, Zerdüş ve İsmaili dini tasavvurlar kültürel bir tehdit oluşturduğunu gözden kaçırırsak, günümüzde bütün Türk dünyasına yönelik tehlikeleri gideremeyiz.

Tarihsiz okumaların talihsizliklerinden kaçınmak için teorik okumaların yanı sıra alan ziyaretleri yapmak, kültürel işbirliğini artırmak için elimizden geleni yapmalıyız. Bu sempozyumu da bu bağlamda önemli buluyorum. Ahmed Yesevi’nin türbesini ve Semerkand, Buhara’da muazzam eserler yaptırarak ulaştığı bilim ve teknolojiyi, alimlere duyduğu hürmeti yansıtan ama kendi kabri son derece mütevazi olan, hocasının yanına defnedilen Emir Timur, 1402 yılında Osmanlı’yı fetret devrine sokan bir çatışmaya girmeseydi, Kızılelma hedefleri olan İstanbul daha kısa sürede fethedilebilirdi, Viyana’dan geri dönülmeyip, Roma ve Paris’e ulaşılabilirdi. Tabii Buhara’da rehberimize dediğim gibi Osmanlının ve sultan Yıldırım Beyazıt’ın hatası yok anlamına gelmiyor, ikisinin de öncelikleri farklıydı ama bütün Türk tarihinde olduğu gibi birbirlerini yediler.

Satır arasında Ankara Esenboğa havaalanını herkesin malumu, bu isim aslında Timur-Beyazıt kapışmasının güncelliğini koruduğunun da simgesi olduğunu belirtmek gerek. Esenboğa”“ Timur’un ordusunda bizi perişan eden meşhur fillerin bulunduğu askerleri komuta eden İsen Buga”nın günümüzde söyleniş şeklidir. Aslında bölgede Rusların kabile devleti olmaktan çıkıp bir dünya gücü olmasının temel nedeni, Altın Orda devletini yıkmasıdır, dedim. Yani sizleri 80 yıla yakın sömürgesi altında tutan, dilinizi ve örfünüzü, kültürünüzü değiştirmeye çalışan bütün Türk boylarını birbirine muhalif kılan Rusya’yı dünya gücü haline getiren temelde Emir Timur’dur. Bugünde mevcut devletler Rusya’sız bir politika üretemez deyince, ilk defa bir Türk’ten iki tarafı da dengeli eleştiren birini gördüm dedi. Rehberin bir tarafı Tacikmiş, Farsça da konuşuyor, bak Farslar, Türkler ve Ruslar bu coğrafyada oyun kurucu, diğer küresel güçler buradaki aparatlarını kullanarak sürekli istikrarsızlık hali oluşturuyor ve burada din tasavvurları en önemli etken. Şii-Selefi gerilimi Orta Doğu’dan buraya taşınıyor dikkatli olmakta fayda var, diyemedim oranın durumunu bildiğim için.

Fikirlerle hadiselerin irtibatını kurmadan Farsların ve Türklerin müslümanlaşma sürecini de genel geçer ifadelerle incelemek mümkün değildir. Örneğin Abbasi halifeleri el-Müktefi (902-908) ve el-Muktedir (908-932) döneminde İran milliyetçileri Gulat-ı şia sıfatıyla, zengin İran maliyecileri (ibn al-furat) ve İran Zerdüştîler ciddi muhalif hareketlerini oluşturmuştular. Zerdüştiler 928 yılında İran’da yönetimi ellerine geçireceklerine inanıyorlardı. Farslar kadim Sasani geleneğinin verilerinden hareketle Caferi ve İsmaili öğretileri (mezhep) oluşturdular. İsmaili öğretiyi benimseyenler (Aleviler) 920 senesinde Horasan’ın başlıca şehirlerini işgal etmişlerdi. Karmatiler gibi Zerdüştiler de bir Sahibu’z-zaman’nın zuhur edeceğine inanıyordu. Türk tarihinde kalkışmaları, en son 15 Temmuz 2016 tarihinde denenen darbe teşebbüsündeki kâinat imamı kavramını ve işlevselliğini düşündüğümüzde şii-sünni farklılaşmasının da fululaştığını görüyoruz. Tarikatlardaki mehdi ve gavs tasavvurunu, şeyhlerin rüyalarla toplumsal birimleri harekete geçirmeye çalıştıklarını da düşündüğümüz zaman bu fluluğun iyice yoğunlaştığını da bir gerçek.

Tekrar tarihsel veriler ışığında bölgeyi anlamaya dönersek, Türkistan’ın müslümanlaşmasında öyle iddia edildiği gibi, Din-i Mübin-i İslam’ı yaymak mı öncelikle, yoksa ganimet devşirmek mi olduğunu yeniden düşünmek gerekir. Çünkü vali olarak atanan birinin senesi geçmeden beş yüz develik bir kervanı Arabistan’a göndermesinden hareketle alınan vergiler ve haraçların dayanılmaz boyutlara ulaştığını malumdur. Yerli Müslüman halk da Eşres b. Abdullah (727-729) döneminde netleşen ama Kuteybe b. Müslim’ (/86705) döneminden itibaren halka karşı yaptığı insafsızlık ve zulme varan ağır baskılar ve vergiler dolayısıyla başkaldırdığını, düşündüğümüz zaman coğrafyanın siyasî ve kültürel karmaşası daha iyi anlaşılır.

Aslında günümüzde isimler değişik ama aynı zihniyetler çarpışıyor, dedim arkadaşlara. İşte tam bu nedenle Türk Düşünce tarihinin aktif teorisyenlerinden olan Z.V.Togan hocamdan hareketle İslam sonrasında Sirderya’ya dönüşen Ceyhun’un İran-Turan çatışmasında etkin rolüne dikkat etmeliyiz, bu bağlamda aslında Türkistan teriminde “istan”  farsça’dan geldiğini, dolayısıyla “Türkeli” denilmesinin daha uygun olduğunu söylediğini hatırlattım. Bu gezi de tanıştığım Esat Arslan hocam Türk Tarihi ve Uluslararası İlişkiler öğretim üyeliği birikimiyle bu hususta ayrıntılı bilgiler verdi sunduğu bildiriyle. Kendisiyle önce Yesi’den Kazakistan sınır kapısına, sonra da Buhara’dan Hive’ye 5 saate yakın ettiğim sohbet, son yıllarda en verimli görüşmelerimden biriydi desem yeridir. O kadar ki Karakum çölünün bir kısmının nasıl bittiğini bile anlayamadım.

Yesevi hocama selam ettik ve yolculuk başladı, Çimkent’ten geçerek Özbekistan sınır kapısına geldik. Burada valizleri indirip yürüyerek işlemleri yaptırıp Özbekistan’a adım attık. Otobüsümüze binip hemen Taşkent’de yol aldık. Levhaları gören bütün arkadaşlar çok rahatladı, çünkü okuyabiliyorlardı, malum olduğu üzere Özbekistan ve Azerbaycan ilk latin harflerine geçen ülkelerden. Güzel bir lokantada durup yemeği yedikten sonra Semerkant’da doğru yola çıktı. Sirderya’ya geçerken birden heyecanlandım, çünkü uçsuz bucaksız ve yemyeşil alanlar, ekili, su kanalları var. Buraları görmeden siyasi ve iktisadi çatışmalarının tarihsel temellerini anlamak mümkün değil, çünkü Akdeniz`den Bağdad, Tebriz, Rey, Nişabur, Maveraünnehir yolu ile Pekin’e yol üzerinde büyük servet olup, Hind’e, Rusya`ya ve Sibirya’yan ulaşıyordu.

Bu yollar o zamanlar tamamen Türklerin kontrolü altında idi.

Bu büyük ve Orta Asya’ya hayat getiren yol, XVI. asırda birden işlemez oldu.  Çünkü Çin’e denizden gidilmişti, Amerika keşfedilmişti. Afrika’dan dolaşarak Hindistan’a gelindi. İngilizler, Hollandalılar, İspanyollar ve Fransızlar buralara geldiler. Velhasıl Türklerin elinde olan İpek yolu diye bilinen ticaret yollarının değişmesi, önce Asya’nın geleceğini olumsuz; Avrupa’nın geleceğini ise ekonomik ve siyasi açıdan ileri bir aşamaya taşıdı. Şimdi yeniden bu bölgeler etkin olmaya başladı ve dini yapılar üzerinden sürekli bir istikrarsızlık hali oluşturulmaya çalışıldığını Yemen Arap Baharı deneyiminde gözlemlediğimden itibaren sürekli olarak vurgulamamın nedeni bu.  

Türkistan vilayeti Farab/Otrar bölgesinden itibaren akan Ceyhun/Sirderya’yı geçip Semerkant’a akşam vakti ulaştık. Otele yerleşip yakın bir yerde yemek yedik, on iki saatlik bir yolculuk, gümrük işlemleri falan deyince millet odalarına çekildi. Ama Aygun hocamla birlikte gelirken gördüğümüz Emir Timur heykeli ve yanındaki Uluğ Bey Türbesini ziyaret etmeye karar verdik. Yolda zihnimize işaretler koyarak yürürken kafileden bazı arkadaşları da gördük. Önceden de söyledim, gece ziyaretleri ayrı bir duygu veriyor insana, sessiz ve sakin mekânlar konuşuyor bizlerle.

Semerkand 

Roma ile aynı yaşa sahip bir şehir, tarihte Büyük İskender ve Cengiz Han tarafından ele geçirilmiş, ama Emir Timur’ın başkenti olmasıyla sanatsal güzelliğine kavuşmuş. Türk-Moğol imparatorluğunu kuran Babür’ün baba tarafından Timur, anne tarafından Cengiz Han’dan geldiğini hatırlarsak bölgenin siyasi liderlerinin akrabalık derecelerini de görmüş oluruz. Aslında Cengiz ve Timur isimlerinin Anadolu’da yaygın kullanışı bunların akraba topluluklar olduğunu da gösterebilir. Nitekim Cengiz Han’ın da hem Türkçe hem de Moğolca konuştuğunu, ordusunda birçok Türk boyunun bulunduğu malumdur.

Bu sıralar Nalan Emektar hocamla yüksek lisans dersinde yeniden keşfettiğimiz ünlü tarihçimiz Zeki Velidi Togan, 1941'de yayınladığı ‘Moğollar, Cengiz ve Türklük’ kitabında Cengiz’in Şato Türklerinden olduğunu belirtiyor. Aile unvanı olan Börçegin, Börü Tegin'in Moğolca söylenişiymiş. Cengiz kelimesi de Tengiz yani Deniz kelimesinin Moğolca karşılığıymış. Bunu söylememin nedeni, Taç Mahal’in dünya harikası olmasının temelinde aslında Semerkant yatıyor, tabii Osmanlı mimarlarının da katkısını unutmamak gerekir.

Doğu ve Batı’nın kesiştiği, İpek yolunun en önemli ticaret merkezi olmuş yüzyıllarca. Harezm, iran, Irak, Suriye ve Horasan hattında bulunduğu için dünyanın gözdelerinden. “Alper Tunga öldü mü, ıssız acun kaldı mi” dizesinde geçen nam-ı diğer Efrasiyap olan kumandan zamanında Türklerin eline geçmiş. Güneşin doğuşunun bir başka güzel olduğundan olsa olsa gerek, Ömer Hayyam ve Edgar Allan Poe  şiirlerinde bahsetmiş.  “… Ve şimdi bakışlarını Semerkant üzerinde gezdir! O yeryüzünün kraliçesi değil mi? Tüm kentlerin kaderini ellerinde tutmuyor mu?”

Emir Timur

Emir Timur askeri dehasının yanı sıra ilim adamları ve mimari, güzel sanatlar alanında ne kadar ileri gittiklerini göstermek için her tarafı medrese/üniversite, mescitle kaplatmış desek yeridir.

Gece kısa bir yürüyüşten sonra Emir Timur’un dev heykeline geldik, selamlaştık, ne olurdu buralarda kalsaydın ve bu muhteşem eserleri kalıcı kılan bir devlet sistemi oluştursaydın dedim, bak bunca zaferine rağmen Emir sıfatıyla kaldın büyük kumandan diye hayıflanarak torunu Muhammed Şah adına yaptırdığı Gür Emir Türbesinin yanına gittik. Buralarda dolaştıktan sonra otele döndük, çünkü yol yorgunuyuz.

Bu arada bir arkadaşım iyi de “Emir” sıfatıyla söylediğin pek tutarlı değil, çünkü Türkçe konuşan ve bir Türk olan Timur, bir yandan da Cengiz’in soyundan olduğunu söylerdi, Emir sıfatı bundandır. Eşi Bibi Hanım da Moğol’du ve bundan dolayı damat (gürgan) sıfatını da kullanırdı dedi. Böylece farklı bir görüşü de öğrenmiş oldum, vesselam. Ama ısrarla bu büyük dehanın niçin hep Türklerle savaştığını, İzmir dışında Avrupalılara yönelik bir mücadelesi olmadığını, Osmanlı’ya vurduğu büyük sekteyi anlamakta zorlandığımı da belirtmekte fayda var.

Haçlı seferlerini de ekonomi-politik savaşların dinsel örtülenmesi olarak gördüğümüz için Batılı sömürge güçlerine karşı direnenlerin Oğuz boylarından Kınık (Selçuklu) ve Kayı (Osmanlı) kurduğu devletler olduğu gerçek. Neredeyse kadim dünyanın yarısını ele geçiren Timur’un devletinin uzun soluklu olmaması veraset geleneği olup ülkesini çocuklarına paylaştırmasıydı. Aslında bu Orhun Abidelerinde görüldüğü üzere Tanrı’dan kut almış bütün Türk boylarının ortak sistemi gibiydi, yani başarılı baba vefat edince ülke pay ediliyordu. Oğuz Türklerinde ilk çocuk sistemin başına geçse de, diğer kardeşlerden Kurultay’a ve başkente sahip olana da itaat edilebilirdi, çünkü hangi çocuğun Tanrı’dan “kut” aldığı başarısıyla ölçülürdü.

Bu sistemi Fatih Sultan Mehmed’in değiştirdiğini, kardeş katli için uygun görüş almasını dini açıdan tartışanlar dünya da Türklerin kurdukları muazzam devletlerin nasıl kısa sürede darmadağın olduğunu unutuyorlar. Tarihte tek hanedanı en uzun ömürlü devletin Osmanlı olması, Anadolu’da Türk Birliğini sağlayan, diğer beylikleri Osmanlı’ya bağlayan Fatih Sultan Mehmet’in geleneksel Türk siyaset veraset sistemini kısmen değiştirmesidir. Açtığı Fatih Külliyesi ve Sahn-ı Seman ile ilimde, güzel sanatlardaki ilerlemesini engin tarih bilgisine borçluyuz gibime geliyor.

Ertesi gün (18.4. 2019) kahvaltıdan sonra ilk ziyaret yerimiz cami, medrese ve türbeden ibaret olan mavi, lacivert, yeşil sırlı taşlardan yapılmış bu türbe oldu. Kubbesi turkuvaz çinilerle kaplı, mozaikli minareleriyle muhteşem gözüküyor.için biraz tuhafıma gitmişti ama bu bölgede alıştım yeni duruma, çünkü görünümlerini ifade edecek kelime bulamıyorum. Aslında şerefe var da, sonrası yok, belki bundan garipsemem, bilemedim, sanat tarihi bilgim de yetersiz zaten. Türbe’de bir de tablosu var. Emir Timur, danışmanları ile burada mütevazı yeşim lahit altında yatıyor, hocasının hemen ayakucunda defnedilmiş. Bu da ilim adamlarına olan saygısını göstermektedir. Salondaki mezar taşları sembolik, asıl mezarlar yani Timur’un, iki oğlunun, iki torununun (birisi de Uluğ Beydir) ve hocası Seyyid Bereke’nin kabirleri 7 metre aşağıda, buradaki lahit mermerdenmiş, ama sadece protokol girebilirmiş. Avluda sergilenen tahtının da taş olduğunu belirtmekte fayda var.

İmam Maturidi 

Emir Timur ziyaretinden sonra yürüyerek Akaid İmamız Ebû Mansûr Muhammed bin Muhammed bin Mahmûd el-Mâtürîdî es-Semerkandî’nin anıt mezarını ziyarete geçtik, yakın zaten. Burada dualar okuduk, kısa bir çekim yaptık niçin önemli bizler açısından diye açıklamalar yaptık. Çünkü burada yetişen Necmeddin en-Nesefî, Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî, İbn Hibbân, Ebü’l-Leys es-Semerkandî gibi bir çok ünlü İslam alimi daha var. Maturidi’nin kabri yeni ve diğerlerine göre oldukça sade bir anıt. Aslında mezarlık olan bölge Sovyetler Birliği zamanında betonla kaplanmış, bu nedenle mermerden yapılan Maturidi’nin kabrinin yanına o bölgede yatan diğer alimlerin granitten olan kabir taşları konulmuş. Dualar ederek ayrıldık. Tekrar Ğür Emir Türbesi yanındaki otobüslere bindik ve meşhur Registan Meydanına geldik, burası da yakınmış.

Uluğ Bey Medresesi 

Registan denilen mekan, aslında Semerkand’ın ilim ve idare merkeziymiş. Çünkü Timur’un torunu olan Uluğ Bey’in yaptırdığı muazzam üniversitenin yanı sıra iki tane daha medrese var bu meydanda. Registan ne demek ki deyince “Kumlu Yer” olduğunu söyledi rehber. Burası Türkiye gündemine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dönemin Genel Kurmay başkanı Hulusi Akar ve Mit Başkanı Hakan Fidan’ın resmiyle iyice zihinlere kazınmıştı zaten. Üç üniversitenin olduğu meydana dışardan bakınca muazzam bilgi birikimini, sanatı, estetiği gözlemlemek mümkün. Bir de gece görmek lazım aslında burayı.

Meydanın sol tarafında/Batı her tarafı mavi, yeşil çinilerle kaplı, sırlı tuğlalardan oluşan devasa kapıdan girilen Uluğ Bey medresesi 1417-1420 yılları arasında yapılmış. Hem yönetici hem bilim insanı olan Uluğ Bey, matematik ve astronomi dersleri vermiş, şehrin biraz uzağındaki rasathanesine de daha sonra gittik zaten. 15 metrelik Devasa Kapı üzerindeki on yıldız, uzayı sembolize ediyormuş, desenlerin de geometrik olması onun ilmi yönüne gönderme yapmaktadır.

Şirdar Medresesi, bunun aynısı gibi olup “Aslanlı Medrese” de denilirmiş. Çünkü muhteşem kapısında “güneş” ve “aslanların ceylan avı” işlenmiş. 3. Medresenin adı ise Tillakari.  Altın kaplama tekniği kullanıldığı için verilmiş. Burada epey gezdik, ama hep hızlı maalesef, ardından Bibi Hanım Camiine gittik. Meşhur Semerkand pazarı da yanında zaten.

Bibi Hanım Cami 

Timur’un çok sevdiği Moğol asıllı eşine yaptırdığı cami dünyanın en büyüğü imiş. Cennet Kubbe de denilen mimari dehası kubbe aslında 60 metreymiş, ama 30 metre olarak görülüyor. Yüksekliğindeki orijinal kubbe 17. yüzyılda çökmüş. Günümüzdeki kubbe sadece 30 metreymiş. Büyük bir çınar ağacının dibinde büyük mermer bir rahle var, bir zamanlar üzerinde Kur’an-ı Kerimler bulunurmuş. Bibi hanımın türbesi de caminin tam karşısında.

Şehitler Mezarlığı

Şah-ı Zinde: Sahabi Kusama İbn Abbas türbesinin de içinde bulunduğu Şah-ı Zinde, yani onlar için öldü demeyin ayetine binaen manen daim yaşayan şehitler mekanı diye bileceğimiz yere ulaştık. Burada Timur’un ailesine mensup olduğu düşünülen birçok türbe bulunmakta ve nispeten dar bir sokağın iki tarafında bulunmaktadır. Sahabinin mezarının bulunduğu yere gittik ve dualarımızı ilettik Rabbimize.

Uluğ Bey Rasathanesi

Buralar hepsi birbirine yakın yerler, ama rasathane biraz daha uzak, 3 km kadar gittik bir tepenin başına kurulmuş mekana.  Bilge-filozof yönetici Uluğ bey, Timur’un oğlu Şahrur’un büyük oğlu olup adı Muhammed Taragay’dır. Kurduğu üniversite ve rasathanede bizzat görev yapması açısından belki de dünyada tek insandır. Kurduğu medresenin başkanı Kadızade Rumi’ydi.  Gıyaseddin Cemşid ve Ali Kuşçu diğer çalışma arkadaşlarıdır. Zîc-i Uluğ Bey diye bilinen şaheserin bir nüshası burada ziyaretçilere sergileniyor. Rumi ve Cemşid, 12 yıl süren gözlemler sırasında vefat etmiştir. Galileo ve Kopernik’ten çok önceleri yaptığı tespitler açısından dünya bilim tarihinin önde gelenlerindendir. Malum olduğu üzere oğlu tarafından devlet işleriyle ilgilenmiyor iddiasıyla öldürülmüştür. Oysa Moğollara karşı sefer düzenlediği ve başarı kazandığı malumdur. Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi burada da rasathane yıktırılmıştır. Talebesi Ali Kuşcu Osmanlı’ya sığınmış, çalışmalarını burada devam ettirmiştir.

İmam Buhari Külliyesi

Burası Semerkand’a nispeten epeyce uzak, 25 km  gittik, kapanmadan buraya da yetiştik şükür. Niçin Buhara’da değil diye sorulursa, her dönemde alimlere yönelik baskılardan dolayı Semerkand’a göç etmiş ve burada vefat etmiş Ebû Abdillâh Muhammed bin İsmâîl bin İbrahîm el-Cu’fî el-Buhârî’. Harika mavi çinilerle süslenmiş kubbesi bulunan, bir eyvan içinde ahşap işlemeli bir kapıdan ortasında geniş bir havuzun bulunduğu avluya geçiyoruz. Etrafı muhteşem yeşil ağırlıklı işlemeli revaklarla çevrilmiş. Fıskiyeli bir havuz, ağaçlarla dolu, insana ferahlık veren, oturma yerleri bulunan bu avlu. Buhari, etrafı insan boyundan yüksekçe mermerlerle çevrili ve büyücek bir dut ağacının gölgesinde kalan üzeri açık, yani kubbesiz kabrinde yatıyor. Etrafını çevreleyen türbe yeni, eski Türk mezar geleneğine uyularak “zîr-i zemîn” yani yeraltındaki mezar odasında yatıyor aslında. Yukarıya kabrin tam üzerine isabet eden yere de mermer bir sanduka konmuş.

Buradaki mescitte namazı kılıp dışarı çıktığımızda bir baktım ki, mezarın etrafını askerler doldurmuş, biri onlarla sohbet ediyor. Öyle gözüküyor ki, askerlere oryantasyon eğitiminde manevi değerler yerinde veriliyor ki, bu oldukça tutarlı bir durum.

Benim çekim yaptığımı görünce eşofmanlı bir bey, resmimi çekmek istedi. Geleneksel kıyafetlerle dolu ziyaretçilerin içinde bir tek bu genç adam, eşofmanla elinde cep telefonu ile geziyor! Bende Meryem’i tanıştırdım ayalmın/hanımım dedim, fotomuzu çekti; bende senin resmini çekeyim deyince güldü, ve tabiki dedi. Az biraz bölgeyi tanımanın verdiği durum bu, uyanık soyadını boşuna taşımıyorum diyeceğim ama göz göre uyutanları, önemsediğim temel kavramlar üzerinden bana yaklaşan münafıkları keşfettikçe, uyanık soyadımın bana ağır geldiğini düşündüm.

Bu tür mekânları bireysel gezmeye dikkat ediyorum, bir baktım kimse yok, nerede bu millet yahu derken İclal hocam, anıt kabir yanındaki Buhari araştırma merkezinde dediler, Aygün hocam ve Meryem ile bir araya gelip, hızla oraya gittik, toplantının son kısmına yetiştik.

Ve tekrar yola revan olduk, gece on sıralarında Buhara’ya ulaştık, dev kalenin yakınındaki lokantada rehberimiz bizi karşıladı, ardından otele geçtik. Tekrar binlerce şükürler olsun, buraları görmeyi nasip edip, tarihiminiz seçkin zekalarıyla yoldaş kıldığı için.

(Devam edecek)

Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Tüm Makaleler

  • 19.10.2021
  • Süre : 5 dk
  • 1326 kez okundu

Google Ads