Biz Kimiz ve Neyiz?
Bir derya ve bir damla su, ikisinin de muhtevası özünde aynıdır. İçimizdeki âdem olandan ya Kabil ya da Habil çıkar. Seçenek bizim, yoksa arkasında değer bırakmayan uğraş, çarkı feleğin (bizim galaksimiz) hüzmesinde kaybolan cılız bir ışık olur.
İnsan kelimesi nisyan kelimesinden türemiştir. Nisyan unutmak demektir. İnsan doğası gereği unutandır. Maalesef içinden geçtiğimiz dünya keşmekeşliklerinin müsebbibi bu unutkanlıklarımızdır. Biz insan olarak dostlukları, aileyi, merhameti, gerçekleri velhasıl Hakikate dair her ne varsa biliyor gibi yapıp ve işimize geldiğinde de unutma doğamıza yaslanıp kolaycılığı seçiyoruz. Doğamızdaki bu unutkanlığımızla hayat denilen yolculukta yaptığımız hata ve doğruları sanki meşru kılıyoruz.
Aslında bu meşrulaştırmada kendimizin uydurduğu bir aldatmacadır, çünkü işimize geliyor. İnsanoğlu bildiği halde işine gelmediği için dönüpte gerçeklere bakmıyor, aslında bakamıyor, çünkü hatalarıyla yüzleşmek istemiyor. Halbuki kendi kendimizle bir yüzleşebilsek her şeyin o kadar da güç olmadığını göreceğiz. Zor gibi görünenler aslında basitte gizlidir. O gizliliğin anahtarıysa vicdandır, merhamettir, şükürdür, kanaattır ve sadeliktir. Kısacası medeni dünya bağlamında kurallara uymaktır. Ama herkese aynı uygulanacak kurallara.
İnsan kendi doğasında var olan unutmayı işine geldiğince kullanmayı tercih ederken, hayata boşverip gerçeklerden kaçtığınıda az düşünse Hakikatı görecektir. Unutma diye yaslandığı aldatmaca insanın beyni ile alakalıdır. Unutmak, beyinsel bir gerçekliktir. Unutma olmazsa öğrenme bile olmaz, bu da bir gerçektir. Öğrenmenin beyinsel bir fonksiyon olması da doğamızın bir gerçeğidir.
İnsan, beyinsel fonksiyonları yönüyle elinde olmadan bazı gerçekleri unutsa da ama özünde hiçbir şeyi unutamayacağı önemli olan başka bir yönü de vardır. İnsanın son nefesine kadar istese de unutamayacağı yönü ise vicdanıdır. Özünü bilen ve mayası sağlam olan insan; beyni travmalar geçirip unutsa bile vicdanının sesi sayesinde kalp ve gönül gözüyle herşeyi hatırlar. Tabii bu durum beyinsel fonksiyonların insanı unutma kolaycılığına sürüklediği an’a kadar heybesini ne ile doldurduğuyla da alakalı bir durumdur.
Üryan gelip üryan gidecek olan insan, heybesini hak etmediği mal, mülk, makam ve mevkilerle doldurmuşsa o vicdanın harekete geçmesi zordur. Böylece son deme kadar veya insanoğlunun gözünü bir pençe toprak doyuruncaya kadar hayat keşmekeşinin koridorlarında debelenip durur. Ama o heybede merhamet, sevgi, paylaşmak, liyakat ve fazilet biriktirmişse o zamanda insanın en beklenmediği anında kalp gözü ve gönül bahçeleri açılır.
Günümüz dünyasının kurulu müesses nizamı kendini o kadar beğenmiş ki yalnız beyni çalışıyor, vicdan ise hak getire. Maliyeti on kuruş etmeyen döviz denilen boyalı kağıtlarıyla dünyayı dize getirip tüm köprü başlarını tutmuşlar. Her ne pahasına olursa olsun dünyayı haraca bağlamada her yolu meşru sayabilmektedirler. Attıkları her adım milyonlara göz yaşı ve kan olarak dönüyor.
Düşünebiliyor musunuz, insanlığa musallat olan Corona-19 belasının hayatın akışını durdurmasına rağmen, virüs kademeli mutasyon ile etkisini kaybedince, Bill Gates’in sarf ettiği ifade “Maalesef Omicron versiyonu elimizde olmadan aşı görevi yapıyor” demesi manidardır. Bu belanın kaynağını sormayanlar durumdan vazife; maske, eldiven, aşı, ilaç ve tedavi yoluyla veya yeni tedarik yöntemleri ve lojistik usulleriyle renkli kağıtlarını çoğaltmak öncelikleri olmuştur.
Aşıya ve tıbbi imkanlara ulaşamayan üçüncü dünya ülkelerindeki hasar raporlarına hiç rastladınız mı? Varsa yoksa korku imparatorluklarını bizim gibi tüketici veya gelişmiş ülkelere futbol maçı anlatır gibi pompalamaktadırlar. Vicdanları olmadığından doymak bilmez hırslarıyla çok güvendikleri beyinleri sayesinde insanlıklarını unutmuşlardır.
Bir on yıllık, yüz yıllık gelecek düzenlerini sağlama almak adına sinsi planlarına insanlığı mahkûm edercesine ateş kusan savaş makinelerini canlı-cansız ayırt etmeksizin kullanmada yarışmaktadırlar. Çevirdikleri dolaplar, insanlığı manipüle etmek için geliştirdikleri teknolojiler sayesinde deşifre olmaktadır. Zulüm ve vahşetleri zaafiyetleri sayesinde ortalığa saçılırken kendi sonlarına koşmaktadırlar.
Müesses nizamın zulmüne “dünya beşten büyüktür” diye sloganlaşan itirazlar şimdilik maalesef kulak ardı edilmektedir. Haklı itirazları sloganlaştırmanın ötesinde insanlık kendini “gözlemliyen bilincini geliştirerek” daha fazla tanımalıdır.
Haftada birkaç defa yaşadığı şehrin sahilinde yürüyüşe çıkan biri bir banka oturup etraftaki kuşlara yem atarak mutlu olurmuş. Bu durum bir bakıma bu kişinin ruh sağlığının en önemli terapisi gibiymiş. Yürüyüşünün birinde yanına yem almayı unuttuğundan iki simit alıp bir banka oturmuş. Simitin birisini kendi yerken diğerini de ufak parçalara bölüp kuşların gelip yemesi için etrafa saçıyormuş. Tuhaf olan, o gün hiçbir kuş gelip yememiş. Bundan mutsuz olan adam düşünceli bir halde eve dönerken anlamış ki; mutlu olmak için kendi varlığı yeterli değil. Etraftaki denizin, ağaçların, insanların, havanın, rüzgârın ve dostları kuşların varlığı ile mutluluğun mümkün olabileceğini fark eder. Kendini bilmek bencil olmak değil, kendi için arzuladıklarını etrafındaki canlı-cansız her şey için isteyebilmek farkındalığındadır.
Görünen güç döviz, enerji, teknoloji, jeo-politik ve jeo-ekonomik yapı ile coğrafyadır. Mevcut durumda maalesef bizim elimizde tek varlığımız coğrafyamızdır. Bu coğrafya su, lojistik, tarım ve hayvancılıktır. Etrafımızda dönen diğer faktörlerde hiç hazır değilken en önemli faktör olan coğrafya konusunda ise maalesef ıskalamış durumdayız.
Nasıl mı? Ülkenin nüfusunun %95’i köyden şehirlere taşınmış, tarım yapacak insan yok. Çok önem verdiğimiz aile yapısı plansız göçle neredeyse yok oldu. Sokak, mahalle ve komşuluk değerleri beton kulelerden oluşan sitelere hapsedildi. Ticaret üç-beş tane fırsatçı zincir marketlerin hegamonyası üzerinden yerel esnaf, zanaat ve emek yok oldu. Bu ortam insanlarda güveni yok etti. Hele bir de türedi kifayetsiz muhterisler liyakatı yerle yeksan edince mevkilerini korumak isteyen asalak yöneticiler al gülüm ver gülüm modu oluşturdular.
Yapay savaşlar ve kaos oluşturarak ülkeler arası demografi değişiyor. Bu değişim ne yazık ki adalet ve merhamet olarak empoze ediliyor. Eğitim karman çorban. Bu kadar hızlı yap-boz mantığı ile eğitimde katma değer elde edilemiyor. Nitelik ve nicelik çalışması dikkate alınarak verimlilik sağlanıp eğitimdeki kısır döngüden acilen çıkmalıyız.
Devlet yönetimi hatasıyla sevabıyla doğru veya yanlış çok farklıdır. Örneğin İngiltere gelenekler üzerine kurulu bir anlayışla anayasası bile olmayan bir devlettir. Osmanlı devleti yönetimi hakkında bize anlatılan doğru bilinen yanlış bir anlayış vardır. Bize aktarıla gelen Osmanlı’nın yönetim şekli dini kurallarla yönetilmiş gibi olsa da işin aslının böyle olmadığıdır. Osmanlı’da devlet yönetimi dini telkinlerden veya kurallardan öte daha çok örf ve töre yaklaşımlıdır. Dini kurallar daha çok ahlaki konular ve teba ile alakalı konularda uygulanmakla beraber devlet yönetimi öncelikle töre yaklaşımlıdır.
Son olarak aklıma gelen şu soruyu da düşünmeden edemiyeceğim; yeni açılan Çanakkale Köprüsü vatana millete hayırlı olsun, her yönüyle güzel bir eser olmuş. Ama altmışlı yıllarda ekonomisi bizden çok zayıf olan Güney Kore nasıl oldu da bize projeler yapıyor ve bizde o projelere bakıp övünüyoruz acaba?
Bu sorunun kısmi cevabını da vermek gerek; makam ve mevkilerini korumak için şişirme kadrolardan ve liyakatsiz ulufe makamlardan rahatsız olmadıkça yapılan işlerin astarı yüzünden pahalı olur. Örneğin, 30-40 kadar yöneticinin idare edebileceği yeri 200 yönetici ile idare etmek veya 15.000 kişinin çalışacağı yerde 50.000 kişi çalıştırmak gibi. Vesselam, “Ah şu okullar olmasaydı Milli Eğitim ne güzel yönetilirdi” diyen bürokratlar da görmüş bu ülke.
Hırsızlık yapmaz, dürüsttür, eğitimlidir ve inançlıdır (!) dediğimiz bazı insanlar mevki ve makamını korumak için nemelazımcı, adam kayıran, bedava ulufelere göz yuman ve özelliklede biat edecek liyakatsiz insanları seçen ve cin olmadan cingözlük edenlere inat böyle gelmiş böyle gider dememek lazım.
Tuhaf olan, yapılan bir dizi güzel eserle övünürken, kendi elimizle oluşturduğumuz esas sorunları gözardı etmekteyiz. Yollar, köprüler, tüneller ve diğer altyapılar güzel eserlerdir. Yanlış planlamalar veya kısa dönem rant için göz yumulan yerli yersiz yapılaşmalarsa, övündüğümüz güzel eserlerin getirisini silip süpürmektedir. Nadide bir köprüden elde edilen katma değerin on katı fazlasının yüksek yapılaşma ve şehir merkezlerine kurulan devasa AVM’ler sayesinde kaybolduğunu hiç düşünmüyoruz.
Aslında bu serzenişlerimizin temeli “Medeniyetlerde Adalet Mefhumu” kavramını anlamada ve uygulamada yatmaktadır. Bu konuyu daha geniş bir yazı ile irdeleyeceğiz.