Site İçi Arama

kultur-sanat

Dostoyevski’nin Ezilenler'i

Prens sınıf farkı nedeniyle, istediğine zulmetmekte, istediği davaları haksız olduğunu bile bile kazanmakta mahzur görmemekte, mallarına el koyarak sefalete sürüklediği bir kadından olma gayrımeşru küçük öz kızının ezilenler arasında mazlum bir biçimde hayata göz kapamasına rahatlıkla seyirci kalmaktadır.

Ezilenler, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin 1861 yılında Sibirya sürgününden sonra yazdığı ilk kitap.

Yazar, yönetime karşı darbe ile suçlandığında, son anda af çıkmasa kurşuna dizilecekti. Bir yıla yakın mahkumiyet sonrası, kürek mahkumu, sürgün, taş kırma ile geçen Sibirya yılları, kitaplarındaki karakterlere ilham kaynağı oldu. Daha sonra er olarak başladığı ve subay olarak devam eden ordudaki görevlerinin karakter zenginliğine katkısı da unutulmamalı. Bireysel yaşamında yer alan birden fazla evlilik, kumar, içki gibi unsurlar, o zamanki toplumun genel yapısını yakından tanımasına ve ruhsal çatışmaları, insanlık kırılmalarını bizzat görmesine olanaklı bir ortam oluşturmuştur.

Kitap birebir tercüme edilse “Ezilmişler ve Aşağılanmışlar” olarak adlandırılmalıydı. Kumarbaz, Budala, Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler ve Ecinniler gibi ünlü kitapları bu başarısından sonra yazıldı.

Kitap için bir özet sunmayacağım. İsteyenler internetten bunu yapabilirler.

Karadeniz’in Kuzeyinden Hristiyan bir Rus yazarın kitabının Karadeniz’in Güneyinden Müslüman bir Türk okuyucuda zaman ve mekanı belli bir anda hissettirdiklerini kaleme alacağım.

İNSAN, İNSANIN KADERİ VE İLAHİ ADALET

N. Berdyaev, yazarı unutulmaz yapan temel unsuru, “bütün terkip gücünü bir tek temaya adamasında görür: İnsana ve insanın kaderine”…

J. Cruickshank ise yazarın kendine özgü başkaldırısını “ilahi adaletin kabulü yerine, insani adalet rejiminin kurulmasında” görür. (1)

Ancak, kitapta Prens Valkovski’nin kurulan bir insani adalet cenderesinden geçtiğine dair herhangi bir kanıt olmadığına göre ilahi adalet beklentisi oluşmaktadır.

Zira Prens Valkovski, gayrımeşru yaşamın, bencillik, nobranlık, hile ve entrikanın, dahası dehaya dayanan zalimliğin vücut bulmuş halidir. Dostoyevski’nin -bu kitap dış-ı ifadesiyle, hatalarıyla yüzleşmek yerine hatalarıyla yüzsüzleşmeyi tercih ettiği bir karakter vardır karşımızda.

Prens sınıf farkı nedeniyle, istediğine zulmetmekte, istediği davaları haksız olduğunu bile bile kazanmakta mahzur görmemekte, mallarına el koyarak sefalete sürüklediği bir kadından olma gayrımeşru küçük öz kızının ezilenler arasında mazlum bir biçimde hayata göz kapamasına rahatlıkla seyirci kalmaktadır. Öyle ki, karısına göz koyduğu çobanı dövdürerek nasıl öldürttüğünü hayâsızca anlatabilmektedir.

Bazı büyük suçların cezası büyük mahkemeye kalmaktadır.

CANLI ÇİFTLİKLER

Kitap içinde birkaç yerde 500 canlı çiftlik, 100 canlı çiftlik sözleri geçmektedir. İlk bakışta bir Türk okuyucusu bu canlı nitelemesini küçükbaş mı, büyük baş mı diye düşünebilir.

Oysa tam da kitabın yayınlandığı tarihe kadar Rusya’daki çiftlikler için kullanılan canlı sözü, çiftlikteki çalışan toprağa ve sahibine bağlı bir çeşit köleyi, serf’i anlatıyordu.

Zaten 19. Yüzyıl başlarına doğru halkın yüzde altısı soylu, dördü kasabalı, kalan yüzde doksanı ise köylü/serftir.

Batı Karadenizli köy kökenli bir birey olarak bizim bunu anlamamız mümkün değildir. Türk köylüsü, vatana bağlılık dışında derebeylerine bağlılık hissetmez. Oysa Rus derebeyleri, köylünün idamı dışında tüm medeni haklarının da malikidir. Prens Valkovski’nin, -tüm iğrençliğine rağmen- karısına sahip olmak için çobanı öldürtmesi bile adiyattan görülmektedir.

Bu, ülkemizin doğu ve güneydoğusunda yer alan ağalık ve marabalık sisteminden bile çok ağır ve ezici bir sistemdir. Anadolu’nun Batısında ise böyle bir yapılanma hiç olmamıştır.

GÖNÜL İLİŞKİLERİ VE DENKLİK

Vanya, Nataşa, Alyoşa ve Katya arasındaki farklı üçlü ilişkiler bizim kültürel yapımıza asla uygun düşmemektedir.

Tıpkı Aşk-ı Memnu gibi…

Bizim kültürel DNA’mız bu tür ilişkileri reddeder.

Asla, ayrıldığı kızın yeni aşığına aracılık eden bir Türk genci hayal edilemez. Dostluk kılıfı bunu kaldırmaz.

Bu konuda ilahi emirlerin koyduğu düzenlemeler kuşkusuz sağlıklı bir toplum için vazgeçilmez ölçütlerdir.

Çoğu sorun kendiliğinden çözülür.

Evlilikte denklik ise son tahlilde destekleyeceğim bir konudur.

DEMOKRASİ VE MONARŞİ DENKLEMİ DEĞİL, HUKUKUN YÖNETİMİ Mİ YÖNETİMİN HUKUKU MU DENKLEMİ ÖNEMLİ

Yönetenlerin otoriteye karşı kalkışma ve terör gibi kavramları, olası muhalefetleri susturmak için sıklıkla kullandıkları karşı çıkılamaz argümanlar olarak tarihte yerini almıştır.

Dostoyevski’nin sekiz aylık hapisten sonra bu suçlamalarla kurşuna dizilmek için götürüldüğünde lütfedilen affın yetişmesiyle kurtulması, idamın kürek mahkûmu ve sürgüne çevrilmesi,

Önce er, sonra Slav milliyetçisi bir subay olarak hizmeti,

Dünya klasikleri içinde yer alan eserleri üretmesi,

En bilinen yazarlar arasına girmesi…

Bir suçlamayla,

Bir kurşunla yok edilebilirdi.

Medeniyet hukukun yönetimi olmasındadır.

Hukukun uygulanmasındadır.

Adaletin tecellisindedir.

Yoksa demokratik görünüşlü monarşilerden,

Halkın yönetimi diye halka rağmen yapılan zorbalıklardan hiçbir medeniyet çıkmaz.

Cumhuriyet nedir deseler hukukun yönetimidir derim.

Keyfiliği demokrasi kisvesine sokmanın hiçbir ülkeye de hiçbir topluma da yararı olmadığı, her daim görülmüştür, görülmektedir.

GÜÇ YOZLAŞTIRIR, MUTLAK GÜÇ MUTLAKA YOZLAŞTIRIR

Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır.(2)

Bu yüzden iktidarlar, muhalefetsiz bir alanda, eğer bireylerin de ifade özgürlükleri uygulanamaz durumdaysa, kısa sürede yozlaşma eğilimine girer.

Zulme meşru kılıf bulur.

Sadece zalim yozlaşmaz.

Mazlum da yozlaşır.

Zira bu terazi bu sikleti çekmez.

Medeniyetler böylece yok olur.

Çare yozlaşmayı, keyfiliği, zulmü başından önlemektir.

O da hukukun yönetiminin sağlanmasıdır.

Yoksa ezen elitin aristokratlardan burjuvaya evrilmesi ilerleme değildir. Ezilenler yine halktır.

Yöneten sınıftan da yönetilen sınıftan da hak yanında çıkan seslere değer verilmelidir.

Namusluların da namussuzlar kadar cesareti olmazsa, yozlaşmış güçler çağları, bölgeleri, ulusları yozlaştıracaktır.

Akıl algıyı gerçeklik olarak göstermemeli. Vicdan ölmemeli. Ezilenler de en az ezenler kadar insan olduklarını hatırlamalı. Güçlünün haklı olduğu değil, haklının güçlü olduğu bir toplum medeniyettir.

Böylece ezenler ve ezilenler gerilimi, güven ve huzur iklimine evrilir.

(1) Http://wwwnetkitap.com/kitap/19874/ezilenler.htm (Erişim: 06.09.2024)

(2) Lord Acton (1876)

Doç. Dr. Selahattin ATEŞ
Doç. Dr. Selahattin ATEŞ
Tüm Makaleler

  • 16.09.2024
  • Süre : 4 dk
  • 300 kez okundu

Google Ads