Emir Allah
“Dünyada ölümden başkası yalan, yalan, başkası yalan” beğeniyle dinlenilen şarkı olmanın ötesinde kabullenilmiş toplumsal ve bireysel bir gerçektir. Her gerçeğin kaynağı da elbette Mutlak Varlık’tır. Gözün merkezi beyinde, hareketliliği kalpte, coşkusu gönülde Mutlak Varlık olduğu müddetçe “gün doğmuş, gün batmış” fazla bir ehemmiyeti bulunmamaktadır. “Ruhun bedenden ayrılması suretiyle kişinin maddî hayat kaynağını yitirmesi” olarak tanımlanan ölüm ve ölüm sonrasına dair algılama, inanış ve uygulamalar yöreden yöreye, kültürden kültüre farklılıklar arz etmektedir.
Türkler her zaman tek bir ilahi gücün varlığına inanmış, bireysel ya da toplumsal yaşamın o merkezden şekillendiğine itaatle yaşam tarzlarını da buna göre inşa ederek dillendirme yoluna gitmişlerdir. Belki de sadece bu sebeple nice badireleri atlatmış, çıkılması imkansız demir dağları eritme yeteneğini kendinde hissetmiş, taşı çatlatırcasına sabır göstermiş, defalarca yaylalarından dönüp gelip cihana nizam vermiş peşi sıra yaylalarına hiçbir şey olmamışçasına dönüp gitmişlerdir. Çünkü “Emir Allah” itaatine başkaldırı söz konusu olamazdı. Her türlü zorluğa, imkansızlığa, çaresizliğe karşı mukavemette bir an dahi tereddüt etmeden hareket edenlerin Mutlak Varlık hükmü karşısında boynunun kıldan inceliğinden daha tabii ne olabilirdi ki!
“Dünyada ölümden başkası yalan, yalan, başkası yalan” beğeniyle dinlenilen şarkı olmanın ötesinde kabullenilmiş toplumsal ve bireysel bir gerçektir. Her gerçeğin kaynağı da elbette Mutlak Varlık’tır. Gözün merkezi beyinde, hareketliliği kalpte, coşkusu gönülde Mutlak Varlık olduğu müddetçe “gün doğmuş, gün batmış” fazla bir ehemmiyeti bulunmamaktadır. “Ruhun bedenden ayrılması suretiyle kişinin maddî hayat kaynağını yitirmesi” olarak tanımlanan ölüm ve ölüm sonrasına dair algılama, inanış ve uygulamalar yöreden yöreye, kültürden kültüre farklılıklar arz etmektedir.
Ölüm, ölüm korkusu ve ölümsüzlük ümidi kültürlerin en heyecanlı tartışmalı konuları arasında yer almaktadır. Dünyanın bir “durak” kabul edildiği medeniyet anlayışımızda ölümün bir geçiş olarak görüldüğü, beden ya da ruh çeşitli biçimlerde hayatını sürmektedir. Beden toprağa dönüşürken aslen ölümsüz olan ruh ise kabirdeki sorgulamanın ardından dünyadaki amellere ve kayıtlara göre ikramlar veyahut nimetlerden nasipsiz bir halde kıyamet gününe kadar bekleme alemine gider.
Mukadder olan hadiseye rağmen bu dünyada hayatta kalma, yaşamaya ve yaşatmaya devam etme çabası her zaman esastır. “Toprağın üstü varsa altı da var” şeklinde her gün telaffuz edilen cümleden anlaşılacağı üzere ikisi arasında bir perde ya da basit bir geçiş vasıtası ölüm olarak zuhur etmektedir. Ömrü inançla farkındalıklı hale getirme çabasına işaret eden Şair Abdurrahman Karakoç’un iki mısraında dediği gibi; “Ya İslam’la yükselir ya inkarla çürürsün. Bu yol mezarda bitmiyor, gittiğinde görürsün.”
Ölüm anı dünya hayatının sonu ve ahiretin başlangıcıdır. Sarf edilecek sözlere dikkat edilmeli, ümitsizliğe düşürücü, gönül kırıcı sözlerden kesinlikle kaçınılmalıdır. Allah’ın rahmetinden, affından, bağışlamasından bahsedilmeli ve mümkün olduğu kadar ona dua edilmelidir. Zira her canlı gibi insan da böylesi bir sezon finali sahnesinde başrol üstlenecek sonrasında gözlerden ve gönüllerden ıraklaşacaktır. Ruhu teslim anının asla bir son olmadığı bir an dahi hatırdan çıkarılmamalıdır.
Gözlerini yummanın vakti zamanı sürekli “erken ölüm” olmuştur. Teknik ve bilimsel açıdan ele alındığında belirli bir popülasyonda ortalama yaşın altında vefat edenler için kullanılan bu hususun çok daha öte anlamları olduğu bilinmektedir. Şöhreti olsun ya da olmasın çocuklarının mürüvvetinin görülmesi, emekliliğin sürdürülmesi, rahata erilmesi, projelerinin hayata geçirildiğinin görülmesi gibi uzatılabilir. Aynı hususun şöhret sahipleri açısından konu üzerinden değerlendirilmesi de söz konusudur. Ancak unutulmaması gereken “Emir Allah” hususudur. “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” Soluğun kesilmesi, ağzına tutulan aynanın buğulanmaması, kalbin durması da nabzın atmamasıyla anlaşılır. Soğuma, katılaşma ve kokma ölümün yakın alametleridir.
Kalanlara düşen görev sela, cenaze namazı, kabre atılan toprak, dua ve ziyarettir. Ruhunu teslim etmek üzere olan kişi, mümkünse yüzü kıbleye gelecek şekilde sağ yanına çevrilir. Bu mümkün değilse, başı hafifçe yükseltilip ayakları kıbleye doğru uzatılarak sırt üstü yatırılır. Eğer bu da mümkün değilse sıkıntı vermeyecek şekilde en uygun konuma getirilerek bırakılır. Gözleri, dizleri, parmakları ve elleri iyice düzeltilir. Çenenin geniş bir kumaş bezle bağlanması da Sünnettir. Üzerine bıçak, satır, makas, kılıç, hançer gibi bir metal ağırlık kullanım eşyası bırakılır ki bunun şeytanın gelmesine engel olduğu biyolojik açıdan bedenin şişmesine mani olduğuna inanılır. Türk kültüründe demirin ve demirciliğin ehemmiyeti ortadadır. Ruhun kolaylıkla Tanrıya ulaşması, kötü ruhların gazabından korunması dileklerini simgelediği düşünülmektedir.
Cenaze salâsı bir nevi ölüm ilânı manasını taşımakla birlikte ölenin kimliğinin bilinmesine ayrıca ihtiyaç olduğundan bu bilgiler salâ verildikten sonra geçmişte dolaştırılan dellâl ve münâdîlerle duyurulurdu. Bu görevliler şehrin belli başlı yerlerini dolaşarak ölenin isim, şöhret, nesep ve mesleğine ait özlü bilgileri ve cenazenin nereden, ne zaman kaldırılacağını kalıplaşmış ifadelerle tekrarlayarak bildirirlerdi. Bu durum kalanlara fiili, hukuki ve dini görevlerini hatırlatmadır. Günümüzde uzak mekanlardakilere telefon ve yeni medya platformları vasıtasıyla vefatların ilgili olabileceklere iletilmektedir.
Yaşananların hatta yaşayanların hatırına taziye ziyaretleri gerçekleştirilir. Bu ziyaretin ismi bilhassa Yörükler arasında çok yaygın bir şekilde “Emir Allah” olarak kullanılmakta, küçüklü büyüklü hemen herkesin Emir Allah’a katılımı vazgeçilemez bir görev sayılmaktadır. Silifke’de “Emir Allah’ın”, Mersin’de “Emir Allah’tan”, Denizli’de “Hüküm Allah’ın” olarak zikredilmektedir. Nazilli, Ödemiş, Kiraz, Beydağ gibi komşu ilçeler de Emir Allah şeklinde devam edip gelmektedir.
Selvi ağacı, mezar taşlarında “ölüm ve faniliğin resmi” olarak, çeşmelerde ise yaşamın sembolü olarak karşımıza çıkmaktadır. Selvi ağacının Türk kültüründeki yansımalarını ilk olarak hayat ağacı motiflerinde görmek mümkündür. Kabirlerdeki Selvi ağaçları toprakla birleşenleri görünür kılmakta atılacak adımların ona göre atılması iletisini yansıtmaktadır. Ayaklar nereye uzanırsa uzansın dönüp dolaşıp geleceği yeri hatırından çıkarmasını engellemektedir.
Mahalli olarak kaçınılması imkansız bir görev sayılan “Emir Allah” esnasında ilk karşılaşmada bu hüküm mutlaka telaffuz edilmektedir. Ziyarete gelenler çay, şeker gibi yanlarında getirdiği şeylerle hayatın devam ettiğini ocakların, cezvelerin kaynaması gereğini de nesilden nesle aktarmaktadırlar. Toplumsal birlikteliklerin doğal hadiselerle daha da pekiştirilmesinin küçük bir örneği temsil edilmekte, sosyal misyonlar yeni kuşaklara nakledilmektedir.
En büyük makamdan, kudreti sonsuzdan gelen dolayısıyla bir itaatten ziyade tevekkülü zorunlu kılan kültürel sembolü haline dönüşen fiilin isimlendirilmesi Türklüğün engin renkliliği ve zenginliğine yaraşır şekilde tezahür etmiştir. Yerleri gökleri Yaradan’a ve onun her türlü planına güvenme ile teslimiyeti ifade eden tevekkül bir ideale ulaşma yolunda gerekli görülen her türlü tedbiri alarak elinden gelen her türlü gayreti gösterip kalben Cenab-ı Allah’a güvenmek ve neticesini O’ndan beklemeği ifade etmektedir. “Sefer bizim zafer Allah’ındır.” Böylesi bir yaşamın, bir yürüyüşün ardında bırakacağı “hoş bir seda” olmalıdır bu da “Emir Allah” ziyaretleri ile başlamaktadır.
Türklerde mitolojiye kadar uzanan “Hızır Ata” zor zamanlarda insanların yardımına koşar, başkalarının kıyafetine bürünebilen olağanüstü özelliklere sahiptir. Göründüğünde kendini tanıtmadığı müddetçe kimse onu tanıyamaz. Türk mitolojisinde kurt kılığında önde yürüyüp ve zafere inananlara yol gösterir. Büyük Taarruz’un ellinci yılında TRT’nin zafere iştirak eden askerlerden birisiyle gerçekleştirdiği ve You Tube kanalında “Kurtuluş Savaşı Gazisi Mehmet Ali Soy Büyük Taarruz’un Başladığı 26.08 Günü Anlatıyor” arama kelimeleriyle herkesin erişimine açık röportajda açıkça görüldüğü gibi “önümüzden bir kurt geçti, Solumuzdan bir kurt geçti. Yirmi metre aralıkla Sancağımızın önünden geçti. Dedik zafer bizim İnşallah! Zafer bizim! Böyle de asker bağırdı.” Kitle iletişim araçlarında kamu ekranında yayınlanan bu husus hadiseyi, karanlık devirlerden bağımsızlık tutkusu kadar ezelden ebede yürüyüşe bağlar. Bu bağın koparılması mümkün değildir zira; “Emir Allah”.
Ezelden ebede yürüyüşün en gerçek hadisesinin roman, şiir, hikaye, film gibi eserlerde fazla söz konusu edilmese bir takım kayıtlar da düşülmüştür. Araştırma konusunun amacı kayıtlara küçük ilaveden başkaca bir niyet taşımamaktadır.
Yakın geçmişte Hakk’a yürüyen Sökeli araştırmacı yazar Mustafa Uluçay, Söke Belediye Başkanı Levent Tuncel, Efeler Belediye Meclis Üyesi Savaş Akçöltekin, Başkurdistanlı Vağız Oğlu, Kıbrıs Gazisi Nuri Sürer ve Dudu Teyze gibi birbirinden farklı diyar, makam ve düşünce insanları bize Türk Milletinin Yörük yaşamında gün yüzüne çıkıveren “Emir Allah” ifadesini ve ziyareti hatırlattı. Yakınlarına gerçekleştirdiğimiz ziyaretler ve telefonla görüşmeler esnasında hadisenin adını da aktardık: “Emir Allah”