Güce Tapana Kadar Nerede Hata Yaptık?
Toplumların kültürü, zamana bağlı olarak çok çeşitli etkilere maruz kalır ve değişikliğe uğrar. Bu değişim olumlu ya da olumsuz yönde olabilir. Bunun yanında hastalık olarak adlandırılabilecek bazı geleneklerin kültürün bir parçası gibi algılanıp korunmaya çalışılması, toplumların kültüründe bozulmaya yol açar.
Toplumları canlı organizmalara benzeten düşünürler olmuştur. Her ne olursa olsun bu benzetme, toplumların karmaşıklık düzeyi yüksek sistemler olduğu gerçeği açısından oldukça isabetlidir. Karmaşıklık düzeyi yüksek sistemlerde dengenin muhafazası alt sistemleri gerekli kılar. Toplumlarda alt sistemler, kültür ve ahlak gibi, toplumun genel yapısıyla belirli ölçülerde uyumlu olan belirleyiciler tarafından denge konumunu muhafaza ederler. Eğer bu unsurlarda bozulma oluşursa, ilk olarak alt sistem dengeyi sağlamakta zorlanır, karmaşıklık düzeyi artar ve toplum bir eşiğe sürüklenir. Bu yeni eşikte ya oluşan koşullara uyum sağlanarak ya da yeni bir düzene evrilerek yeniden dengenin sağlanması mümkün olur. Tarihte ulusların kaderini etkileyen büyük devrimler, bu yeni düzenin oluşumunun örneklerini oluştururlar.
Kültür genellikle “bir insan topluluğunun belirli bir süreçte yarattığı maddi ve manevi bütün değerler” olarak tanımlanır. Oysa Sosyolog Doğan Ergun buna haklı bir itirazda bulunur; Kültür maddi olamaz. Maddi olan şeyler sadece kültürü yansıtabilir. Toplumların kültürü, zamana bağlı olarak çok çeşitli etkilere maruz kalır ve değişikliğe uğrar. Bu değişim olumlu ya da olumsuz yönde olabilir. Bunun yanında hastalık olarak adlandırılabilecek bazı geleneklerin kültürün bir parçası gibi algılanıp korunmaya çalışılması, toplumların kültüründe bozulmaya yol açar. “Hasta Toplumlar” kitabında R.Edgerton kültürel olarak yanlış uyumun (maladaptasyon) toplumsal yapıdaki etkilerini ele almaktadır.
Hastalık olarak adlandırılabilecek davranış kalıplarının toplumsal dizgede kalıcı hale gelmesi, toplumdaki bütün ilişkilerin bu hastalıklı yapıdan etkilenebileceğini göstermektedir. Doğan Cüceloğlu, hasta yapının içerisinde sağlıklı kalmanın çok zor olduğuna vurgu yaparak, eğitimin kültürü koruma ve geliştirmedeki hayati önemini anlatmaktadır. Gerçekten de toplumsal alanda ilişkileri zehirleyen inançlar, değer yargıları ve gelenek adı altında yaşatılan ruhsal bozukluklar, kültürde kronikleşen bozulmalara yol açmaktadır. Sorgulamadan, değerlendirmeden, mantık yürütmeden var olanı kabullenmek, nesilden nesile aktarılan hastalıklı yapılar oluşturmaktadır.
Toplumların değişmesi için, kültürün değişmesi gerekmektedir. Sosyal psikolojinin önemli isimlerinden Kurt Lewin, “psikolojik alan” kavramını ortaya koyarken, bu kavramın kişi ve grup davranışlarını belirleyen temel dinamik olduğunu belirtmektedir. Grup davranışlarında değişiklik yaratabilmenin yolu, grup kültürünü hedef almaktır. Toplumsal alana uyarlandığında bunun çok kolay olamayacağını anlamak zor değildir. Bu nedenle tarihin öncü ve devrimci liderleri, dönüşümün devrimsel adımlarla gerçekleşebileceğini görmüş ve bu adımları atabilmiş liderlerdir. Toplumsal yapının dönüştürülmesi bağlamında ele aldığımızda, Atatürk devrimlerinin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
“Atatürk ve Devrimler” kitabında Niyazi Berkes, tarihsel önderlerin açtığı yolun anlaşılamaması durumunda, liderlerin dinsel tapınma konusu haline gelebilme riskine dikkat çeker. Berkes, bu yaklaşımın da rasyonel olan anlama ve değerlendirme yolunu tıkayacağını vurgulamaktadır. Bu anlamda Mustafa Kemal, “sadece dinsel ya da mistik kutsallığı değil, dünyasal halifelik, sultanlık krallık gibi nitelikleri bile geri iten bir kişidir.” Diğer bir ifadeyle, Atatürk devrimleri, akıl, bilim ve çağdaşlaşma devrimleridir. Kaldı ki, Atatürk’ün büyük devrim yürüyüşünde, toplumsal kültürün kronik hastalıklarının enfekte ettiği birçok aydın bile O’nu eleştirmiştir. Ancak tarih Atatürk’ü haklı çıkarmıştır.
Yapılan her devrimin eğitimle ve kurumlarla da desteklenmesi gerekir ama bu da yeterli değildir. Çünkü dönüşümün kısa zamanda toplum tarafından kabullenilip içselleştirilmesi mümkün değildir. Bu değişime karşı çıkan güç odakları ile de mücadele edilmesi gerekir. Kronik hastalıklı kültürel yapıdan beslenen asalakların, aklı ve bilim yolunda ilerleyen bir toplumu tercih etmesi beklenemez. Zaten Atatürk’den sonra günümüze kadar yaşananlar, O’nun devrimleriyle karşı devrimci zihniyetin güç mücadelesinin yansıması gibidir. Ne yazık ki, bu güç mücadelesi, eğitimde ve kurumsal yapılardaki zafiyetler nedeniyle karşı devrimci zihniyetin büyük bir güce ulaşmasını sağlamıştır. Reşat Nuri Güntekin’in Cumhuriyetin ilk yıllarını anlatan romanı “Yeşil Gece”de öğretmenin şu unutulmaz repliği birçok şeyin özeti gibidir; “Devrim öyle birkaç yılda olmuyormuş!”
Bilgi toplumu olamayan toplumlarda güce ve statüye karşı çok güçlü bir inanç vardır. Bunu kültürel olarak adlandırmak yerine “hastalıklı kültür” olarak adlandırmayı uygun görenlerdenim. Çünkü güce ve statüye olan inancın varlığı, bilginin eksikliğinden kaynaklanır. Bu tür toplumlarda unvanlar fonksiyonel işbölümünün gereği olmanın ötesine geçer ve statüye dönüşür. İnsanlar toplumla kurduğu ilişkiyi bu unvanlar üzerinden kurgulamaya eğilimlidir. Çünkü toplumda hiç kimse, kurumsal yapıları, kendini korumaya yeterli görmemektedir. Ya da ilişkileri güç mücadelesinin bir alanı olarak görüp kendisini ilişkilerde hâkim durumda konumlandırmak istemektedir. Bu nedenle de toplumda bütün ilişkiler, bireyler arası olmaktan çok statüler arası gerçekleşmektedir.
Bu durumda birey toplumda silikleşir ve otoriter eğilimler güç kazanır. Hiç kimse yönetimin gücünün nereden kaynaklandığını sorgulamaz/sorgulayamaz. Adeta bütün toplum güç karşısında boyun eğmiş gibidir. Sivil toplum, politik toplum karşısında edilgen ve etkisizdir. Politik toplum bu düzenin devamı için yönetimden gelen gücünü kullanır ve kurumları kendi çıkarlarını koruma aracına dönüştürerek konumunu sağlamlaştırır. Bireyler statüsüz ilişki kuramadığından toplumda genel huzur ve mutluluk düzeyi oldukça düşüktür. Bütün bir toplum, mutlu bir azınlığın çıkarlarını korumaya yarayan bir mekanizmanın parçalarına dönüşür.
Kültürel hastalığın bir yansıması olarak, bütün toplum sarsılmaz bir statüler hiyerarşisi halinde koskocaman bir piramide dönüşmüş gibidir. Hukuk düzeni, kurumsal yapılar, yönetim biçimi bu hastalıklı yapıyı var edecek şekilde kurgulanmıştır. Temel kabul, statüye sahip olanın güçlü olduğu ve onun yönetme gücüne boyun eğmek gerektiği yönündedir. Oysa yönetimde esleklik (boyun eğme) ilişkisi otoritenin yapısıyla çok yakından ilişkilidir. Bu nedenle sağlıklı bir kültürel yapının otorite modeli (Weber’in açıkladığı şekliyle), kurallarla sınırları çizilen, statülerin sadece fonksiyonel olarak önemli olduğu yasal-ussal otoritedir.
Başlıkta yer alan soruya dönecek olursak, hatanın nerede başladığından önce ne zaman işlerin yolunda gitmeye başladığını, hastalıklı kültürün ne zaman iyileşmeye başladığını görmemiz gerekiyor. Atatürk devrimleri her şeyden önce insanı kulluktan kurtarıp bireye dönüştüren bir kültür devrimidir. Bu devrim kimlerin cehalet ve inanç üzerine kurduğu gücü ortadan kaldırmayı düşünüyorsa, karşı devrimin potansiyel odağı da onlardır. Politik toplumu kendi istediklerini gerçekleştirmek için ele geçirmeye çalışan bu güç, bireyin statü üzerinden kurduğu ilişkilerden beslenir. Sivil toplumu baskılar, bütün ilişkileri kolayca kontrol altına almak ister.
Ne yazık ki, Türkiye’de büyük toplumsal dönüşümün (Atatürk devrimlerinin) ilk sarsıntıyı yaşaması, büyük devrimci ve önderimiz Atatürk’ün vefatının ardından başlamıştır. 1950’den itibaren ise, karşı devrimci zihniyetin gücünü artırma süreci başlamıştır. Benim bu yazıda yapmaya çalıştığım, tarihsel bir analizden ziyade, toplumsal kültürün, insanları nasıl güce tapar hale getirecek şekilde kurgulandığı, nasıl hastalıklı hale getirildiği ve bunun sonuçlarının günümüzü nasıl belirlediğini anlamaya çalışmaktır. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik koşulların kısa bir zamanda düzelebilme ihtimali teorik olarak olsa da, kültürel koşullarda bütün kurumları (dolayısıyla ekonomiyi) kalıcı olarak iyileştirecek değişimler beklemek çok daha zordur. Bunun için Atatürk gibi devrimci olmak, yapılan devrimlere sahip çıkacak nesiller yetiştirmek gerekmektedir ki, bunun on yıllar alacak bir süreç olacağı gözden kaçırılmamalıdır.
Saygı ve sevgiyle…