Hayalimde Canlanan Bir Hikâye ve İki Kadın Kahramanı
Görüntüsü bile soğuk havanın, bacalarından tüten dumanlar gökyüzünün griliğine doğru yükselerek sislere karışıyor, ağaçlar esen hafif sert rüzgârla sallandıkça, üzerlerinde tek tük kalan yapraklar da yere düşüyor. Sokak köpekleri ıslanmış bir halde kıvrılacak kuytu bir köşe bulmak için geziniyorlar.
Bugün kısa bir hikâye yazmak istedim. Gerçek bir olaydan esinlenerek yazdığım bir hikâye aslında bu.
Rutin sabahlardan birinde, günlerden pazar, sabahın erken saatleri. Dükkânların kepenkleri, evlerin perdeleri henüz açılmamış. Islak sokaklardan tek tük arabalar geçiyor. Ellerinde ekmek ve gazete sepetleri taşıyan apartman görevlileri yürüyor kaldırımlarda. Görüntüsü bile soğuk havanın, bacalarından tüten dumanlar gökyüzünün griliğine doğru yükselerek sislere karışıyor, ağaçlar esen hafif sert rüzgârla sallandıkça, üzerlerinde tek tük kalan yapraklar da yere düşüyor. Sokak köpekleri ıslanmış bir halde kıvrılacak kuytu bir köşe bulmak için geziniyorlar.
Bu sırada bir adam çıkıyor sokaktaki evlerin birinden, hızlı adımlarla otomobiline doğru yürüyor. Aynı anda, otuz beş, kırk yaşlarında olduğunu sandığım bir kadın fırlıyor evin balkonuna. Üzerinde incecik bir gecelik var, saçları darmadağın. Dağılmış bir görüntü ama yine de mağrur bir duruşu olan bir kadın bu. Çıldırmış gibi koşturuyor balkonun bir köşesine ve elinde tuttuğu kırmızı elmaları adamın arabasına doğru fırlatıyor. Adam şaşkınlıkla geriye dönüp, kadına doğru bakıyor acaba ne olacak şimdi dercesine. Kadının attığı elmalardan biri adamın hemen yanından geçiyor, otomobilin ön camında patlıyor, diğerleri peşi sıra sokakta yuvarlanıyorlar. Kadın, atacak elma kalmadığında sağına soluna bakınıyor ve balkondaki masanın üzerinde duran metal bir kül tablasını eline alıyor ve onu da adama doğru tüm hışmıyla fırlatıyor. Tabla otomobili ıskalayıp tangırtılar çıkartarak yere düşüyor. Adam, telaşla otomobiline biniyor ve yerdeki tablayı ezerek hızla oradan kaçarcasına uzaklaşıyor. Anlaşılan kadının hışmından korkuyor.
Kadın, acı dolu bir ifadeyle adamın arkasından bağırıyor; “Ben sevgi istiyorum, ben sevgi istiyorum, sadece sevgi, başka bir şey değil istediğim!”
Ben bu esnada, perdenin arkasından olup biteni tüm dikkatimle izliyorum.
Sanki bir film seyreder gibi. Otomobil gözden kayboluyor. Kadın, dondurucu rüzgâra aldırmadan balkondaki sandalyelerden birine çöküp kalıyor. Saçları dağınık vaziyette başını iki elinin arasına alıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor.
Bir süre sonra kadın kalkıyor. İçeriye giriyor. Sonra tekrar balkonda beliriyor. Bu sefer gördüğün kadın sanki bambaşka birine dönüşüyor. Kadının saçları kısacık, bakır rengine boyanmış. Üzerinde bir kot ve mavi bir kazak var. Kulağındaki küpeler ve boynundaki kolye de mavi taşlarla süslü. Tam bir uyum var.
Bir fırsatını bulup hayalimde yanına gidiyorum. Başlıyor bana kendini anlatmaya. Elli yedi yaşında olduğunu söyleyince şaşırıp kalıyorum, halbuki en fazla kırkında gösteriyor. Nasıl bu kadar genç kalabildiğini soruyorum. Bana hayatına nasıl sahip çıktığını anlatıyor, hep bir asil, ne istediğini bilen bir kadın gibi davrandığını söylüyor. Bu esnada bir şey söylüyor ve beni çarpıyor.
“Hayatımdaki sevmediğim tüm insanları terk ettim, beni sevmeyenleri de arkamda bıraktım. Çünkü her iki durum da acı veriyor bana” diyor.
“İyi de sevdiklerinizi terk etmek sizi daha çok acıtmadı mı?” diye soruyorum kendisine.
“O an tabii ki acıttı içimi, aylarca o acıyı taşıdığım oldu, kimini hatırladıkça hâlâ yüreğim sızlıyor, ama sevgiyi paylaşamadığım bir ortamda, bir dilenci gibi yaşamayı sürdürseydim daha çok acı çekerdim” diye yanıtlıyor.
Kadın, bir sigara yakıyor, bakır rengine boyanmış kısacık saçlarını eliyle geriye doğru sıvazlayarak insanın içini sevinçle dolduran şen bir kahkaha atıyor.
“Ben en çok hayatı seviyorum galiba” diyor, biraz da kendi kendine mırıldanır gibi söylüyor bu ifadeyi.
Bu arada kapı çalıyor. Kadın kapıyı açtığında karşısında duran gündelikçisinin her zamankinden farklı baktığını görüyor. Sonra bir şeyin farkına varıyor ve şaşkınlık içinde bir çığlık atıyor.
Çünkü eve gelen gündelikçi kadının yüzü mosmor, çürükler içinde, gözleri adeta kan çanağı dönüşmüş.
“Ne oldu sana!” diye soruyor. Ben de şaşkın gözlerle bu iki kadını seyre dalıyorum. Onlar beni görmüyorlar. Kendi aralarında konuşuyorlar.
Gündelikçi kadın ağlayarak içeri giriyor.
“Bizimki dövdü” diyor ve hıçkırarak devam ediyor anlatmaya.
“Paramı almak istedi ama ben kahvede kumar oynadığını bildiğimden ona para vermek istemedim. Benden para alamayınca da beni yerden yere vurdu!” diyor.
“Peki ne yapacaksın, duracak mısın bu adamın yanında?” diye soruyor diğer kadın.
“Ne yapabilirim ki, elde yok, avuçta yok, sığınacak bir yer yok, üstelik çocuklar da var.”
O esnada anlıyorum ki, ev sahibesi kadının gözlerinin önüne kendi geçmişi geliyor, sızlayan kemiklerinde o geçmişin ağırlığını hissediyor ve gündelikçi kadının elini tutup;
“Al çocuklarını gel yanıma, o herifi de hemen boşa” diyor.
Kadın, anasından bile görmediği bu candan, samimi yakınlık karşısında şaşırıyor, minnetle bakıyor ev sahibesi kadının gözlerinin içine. Bir anlığına da olsa, oracıkta özgürleştiğini hissediyor.
Bu hissiyatla gündelikçi kadın soruyor abla gibi gördüğü ev sahibesi kadına:
“Niçin onun karşısında ben, adeta ben olmaktan çıkıyorum, niye kendime olan tüm güvenim kayboluyor, neden küçük bir çocuk gibi bu adamın karşısında tir tir titriyorum, tüm gücümü kaybediyorum? Bana vurmasına niye izin veriyorum?”
Ev sahibesi kadın, bir an durup düşünüyor ve sonra cevaplıyor: “Çünkü ona âşıksın! Bunun tek izahı budur.”
Gündelikçi kadının gözleri doluyor:
“İyi de aşk denilen şey, aciz kalmak, zavallı olmak demek mi yani?”
Diğeri gülümsüyor:
“Bizi bugüne kadar hep Tanrıyla korkuttular, öyle değil mi? Biz de âşık olunca nedense karşımızdakini Tanrı yerine koyuyoruz, onu Tanrı gibi görüyoruz!”
Gündelikçi kadın, ev sahibesinin omuzuna başını koyuyor ve mırıldanır gibi konuşuyor:
“Çok doğru, korkuyorum ondan. Bir yandan da onu kaybetmekten, beni sevmemesinden ve sonrasında çok acı çekmekten korkuyorum. Korktukça da onun karşısında zayıf düşüyorum.”
İşte hayalimde canlandırdığım iki yaşam, bu yaşamın oyuncusu iki kadın. Biri alabildiğince özgür ve sevgi dolu, zengin bir kadın. Kocasına bağımlı değil. Kendi istediği için kocasının yanında. Diğeri ise kocasını çok seven ama kendi çaresizliği içinde hayatın acıları içinde kıvranan, çalışmak zorunda emekçi bir kadın.
Evet, yağmurlu ve soğuk bir kış günü incecik bir gecelikle balkona fırlayıp sevdiği adama elmalar fırlatan bir kadın çaresizlik içinde bağırıyor: “Ben sevgi istiyorum, ben sevgi istiyorum, sadece sevgi, başka bir şey değil!”
Ve bu yazıyı kaleme alan ben.
Perde arkasında saklanmış ona doğru bakarken, bir an pencereyi açıp, ona seslenmek geçiyor içimden ama susuyorum. Çünkü beklediği gerçek sevgiyi kendi değerini anladığı gün bulacağını biliyorum. Onun benim yardımıma ihtiyacı yok. Sadece sevgiye ihtiyacı var.
Yağmur hızlanıyor, bacalardan tüten dumanlar gökyüzündeki gri bulutlara karışıyor, ağaçlar üzerinde kalan son yapraklar da düşüyor yere.
Hayatta düşmemeyi becerenler mutlu, sevgi dolu bir yaşamı da inşa etmeyi biliyorlar. Kış mevsimi gelse de, her mevsimi bir bahar gibi yaşamayı biliyorlar.
Keşke bunu her kadın, hatta hepimiz yapabilsek…
Saygı dolu sevgiyle kalın.