İki Şair, Tevfik Fikret ve Nazım Hikmet
Şair olmak için fikirleri bildirmek yetmez, aynı zamanda o fikirleri yaşamalı, eyleme geçirmelidir. Şairler alçak gönüllülüğün, adaletin, sevgi ve aklın ayrılmaz şekilde birbirine bağlandığı insanlardır. Şairler kudretten etkilenmez, hapislere, sürgünlere gönderilmelerine veya ölümlerine yol açacak bile olsa daima gerçeği söylerler. Kendilerini toplumdan bir kenarda tutup ne olacağını görmek için bekleyen insanlardan olmayıp tüm insanların mutluluğundan sorumlu hissederler.
“Aslan kükredi, kim korkmaz.
Tanrı konuştu, kim şair olmaz.”
İçinden gelen sesi susturamayan kişi ister sürüsüne ister tarlasına bakıyor olsun ya da fikir denizinde savrulsun, onun artık şair olmaktan başka seçeneği yoktur. Gerçeği göstermek ve karşı çıkmak şairin görevidir. Onun görevi, insanı alışagelmiş pineklemesinden kaldırmak, uykusundan uyandırmak için yüksek sesle düşüncelerini dışa vurmak ve insanlık üzerinde derin bir etki yaratmaktır.
Şair olmak için fikirleri bildirmek yetmez, aynı zamanda o fikirleri yaşamalı, eyleme geçirmelidir. Şairler alçak gönüllülüğün, adaletin, sevgi ve aklın ayrılmaz şekilde birbirine bağlandığı insanlardır. Şairler kudretten etkilenmez, hapislere, sürgünlere gönderilmelerine veya ölümlerine yol açacak bile olsa daima gerçeği söylerler. Kendilerini toplumdan bir kenarda tutup ne olacağını görmek için bekleyen insanlardan olmayıp tüm insanların mutluluğundan sorumlu hissederler.
Her ulusun kendi şairleri olmuştur. Büyük şairlerin eserleri milyonlar tarafından bilinir. Bu eserlerin manevi değeri çok yüksektir. Şairin sesi kalabalık içerisinde bir ses olmasına rağmen münferit bir ses değildir. O putları yıkan büyük bir koronun lideridir. Toplumsal sistemlerin çoğunda en önemli erdem sayılan itaat şairde kör bir itaat değildir. Kendi vicdanına ve kendi seçtiği ilkelere riayet ettiği için itaatsizlik etmeyi bilir.
Tevfik Fikret’in annesi ve dayısı Hac yolunda koleradan hayatlarını kaybettiler. Sürre emini “Onlar Hac yolunda öldüler, mekanları cennet oldu. Allah az kişiye bu saadeti verir. Ne yapalım. Allah'ın takdiri böyle.” demişti. Tevfik’e göre onların Hac yolunda can vermeleri, düpedüz ihmal ve beceriksizliktendi. Her şey Tanrının emriyle oluyordu ama Tanrı insanlara sınırlı da olsa bir irade tanımış ve sorumluluk yüklemişti. Suç o iradeyi kullanmasını bilemeyenlerdeydi.
Galatasaray'da iki yıl ders verdikten sonra ayrıldığında ödenmemiş dört maaşı kendisine getirilmişti. Diğer öğretmenlerin aylıklarını tam olarak alamadığını öğrenince “Eğer arkadaşlarım bir sıkıntı çekiyorsa ben de çekerim.” diyerek aylıklarını almadı.
Fikret kadın haklarını içtenlikle savunan şairlerin başında geliyordu. “Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkûm eder. ...elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer!” diyordu. Fikret, Türkiye'de kadına uygulanan şiddete karşı yükselen ilk ses olmuştur.
Fikret kurban kesilmesinden de huzursuz oluyordu. Bunlar gibi her gün ne canlar katlediliyor diyordu. Ne uğruna? Din uğruna! Hükümdarlar uğruna! Kara inançlar uğruna!
Abdülhamit döneminde yazarların üzerindeki baskılara, gazetelerin kapatılmasına, tutuklamalara, jurnallere ve sürgünlere en fazla direnenlerden biriydi Tevfik Fikret. Başta fikir insanları tüm halk bu baskının altında eziliyor, çıkış yolları arıyorlardı. Ülkede kırk bin kişilik bir hafiye ordusu vardı. Mahalle bekçisinden, tekke şeyhlerine, hocalara kadar her sınıftan jurnalci mevcuttu. Kim kimle görüşüyor, kim kimin konağına gidiyor, ne konuşuyorlar gibi konuları araştırıyorlar, bulamadıkları zaman da uyduruyorlardı.
Devlet halkından korkuyor, aydınından korkuyor, bürokrasisinden korkuyor, öğrencisinden korkuyor, onlara potansiyel tehlike olarak bakıyordu. Zararlı fikirlere sahip oldular diye, öğrenciler okullarından atılıyor, zararlı yayın diye kitap, dergi ve gazetelerin basımı yasaklanıyor, çeşitli aydın fikirli memurların ya görevlerine son veriliyor veya imparatorluğun en ücra yerlerine sürülüyor ve bütün bunlar devletin yaşaması, ülkenin birliği ve bütünlüğü adına yapılıyordu.
Her gün sürgünler, yolsuzluklar, yalanlar, jurnaller, sahtekarlıklar, döneklikler, dalavereler, dalkavukluklar, kanunsuzluklar... Bu baskı ortamı Fikret'i deliye döndürüyordu. Kafasındaki düşünce ve duyguları sözcüklere döktü. Kendini artık şiirin yoğunluğuna kaptırmıştı. Şiirlerinde özgürlük, doğruluk ve yiğitlik diyordu. Kimliğini gizli tutarak şiirini özgürleştiriyor, basılması için bir yere göndermiyordu. Sis, Tarih-i Kadim ve Millet Şarkısını yazdı.
II. Meşrutiyet ilan edildiğinde İstanbul'da muazzam bir bayram havası yaşanıyordu. Herkes Meşrutiyet'in baskı ve zorbalığı götüreceğini tartışırken Fikret, İttihatçıların çoğunu yakından tanıdığından ve bazılarına güvenemediğinden gelecek günlere abartılı bir umutla bakamıyordu. İttihatçılar ona milletvekilliği ve Maarif Nazırlığı önerdiler, yanaşmadı. İttihatçılarla çalışırsa bağımsızlığını yitireceğini düşünüyordu. İttihatçılar ülkeye özgürlük, adalet ve dürüst bir yönetim getiremediler. Fikret halkı çiğneyen bu zalimlere isyan ediyordu.
Kızgındı, hırçındı... 95’e Doğru ve Haluk’un Amentüsü’nü yazdı. Yağma Sofrası’nda yönetenlere hitaben:
“Yiyin efendiler yiyin...
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin” diyordu.
Sabah Olursa şiirinde ülkenin alın yazısını sağlam ve güçlü bir elin değiştireceği kanısındaydı. Bir kahraman çıkacak, yol gösterecek ve gençler uyanarak ülkeyi aydınlığa kavuşturacaklardı. Bu kahraman Mustafa Kemal oldu. Mustafa Kemal, Tevfik’in bütün eserlerini okumuş, çoğunu ezberlemişti. Şairle tanışamadığı için kendini bedbaht sayıyordu.
Nazım’ın Bahri Hazer ve Salkımsöğüt şiirlerinin plak kaydı alınmış ve plak halk tarafından çok beğenilmişti. Her yerde çalınıyordu. Bu ilgiden Dolmabahçe Sarayı'ndaki bir sohbet esnasında Mustafa Kemal'e bahsedildi. Gazi merak etti ve dinlemek istedi. Plak bulundu, getirildi ve gramofona konuldu. Mustafa Kemal şiirleri dikkatle dinledikten sonra “Bu şairi yakından tanımak isterim. Bulup getirsinler, şiirlerini bu akşam bize kendisi okusun bakalım.” dedi. Vali, Kadıköy polis merkezini arayarak “Derhal Nazım Hikmet’i bulun ve Saray’a getirin. Kendisini Paşa Hazretleri emrediyor.” deyince Kadıköy polisi seferber oldu. Nazım'ın gece yarısı evine gelen polis ekipleri onu uyandırarak durumu anlattılar.
Nazım düşündü. Gitmek ya da gitmemek. Davete uyar da Saray'a gitse ne olacaktı? Ne olabilirdi? Komünizmi yayma propagandası ile düştüğü mahkemelerden kurtulur, artık başı derde girmez, hapislere düşmez, belki de rejimin yarı resmi şairi olurdu. Ama o bunu kabul edecek yaratılışta bir adam mıydı? Bir an düşündükten sonra polislere “Reisicumhur Hazretlerine benden selam söyleyin. Ben Denizkızı Eftalya değilim.” dedi.
Polisler şaşkına döndü. Nazımı ikna etmeye çalıştılar ama Nazım kabul etmedi. Şairin gelemeyeceği uygun bir lisanla Gazi’ye iletildi. Peki ne oldu? Gazi şairi zorla mı getirtti? Hayır. Gazi şairi tutuklattı mı? Hayır. Gazi şöyle dedi: “Aferin çocuğa, işte şair dediğin böyle olur.”
Nazım, Bursa Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanıyor ve idamı isteniyordu. İşte o günlerde karısına şu şiiri yazdı:
Emin ol ki sevgili
zavallı bir çingenenin
kıllı siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer ipi boğazıma,
mavi gözlerinde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar Nazım'a
Nazım aklanmıştı. Hükümet onu kazanmak için eski dostları vasıtasıyla Ankara’ya çağırdı. İçişleri Bakanı, başının belaya ve hapislere girmemesi için onu Altı Ok’un güvenli kanatlarına davet etti. Hükümetle çalışırsa makamları kazanacağını ama özgür düşüncesini kaybedeceğini biliyordu. Nazım teşekkür edip ayrıldı. Kendi yolunu çizmişti. Hapisler ve sürgünler yolu...
1822 Sakız ve 1848 Polonya İsyanlarının sonuçları bize bu iki büyük şairi kazandırmıştı. Toplumun yarınını, bugünden daha iyi yapmayı, çocuklarımıza daha güzel, daha yaşanılır bir ortam bırakmayı hedefleyen iki büyük şair. Maalesef ikisi de kendi çocuklarıyla saadeti bulamadılar.
Şair hakikat arayışında görünenin ötesine sıçrayabilen kişidir. Bu sıçramayı yapabilmesi için önce kendi karanlığından geçmesi gerekir. Tılsımlı kelimelerle anlatılamayanı anlatır. Şiiri, en son teknoloji bir zaman makinesidir, kişiyi varoluşun esaretinden kurtarır. Şair belki refah içinde değildir ama namuslu bir vicdan içindedir. Bizi biz yapan değerlere çok önemli bir katkı belki de çok uzaklardaki bir isyanın getireceği şairin tohumlarıyla filizlenecektir. Tıpkı Tevfik ve Nazım gibi...