İstanbul’u Sevmek
Efsanevi bir havaya sokarak anlattığınız şehrinizde yaşarken, sorunlarla boğuşurken, şehrin gürültüsünü çekerken, kirli havasını solurken, düzensizliğiyle boğuşurken haliyle ağzınızdan hiç de bal damlamaz. Ama gurbetteyken veya sizin kentten olmayan birisine veya birilerine şehrinizi anlatıyorken ağzınızdan bal damlar.
Yine bir hafta sonu, yine hayatta peşi sıra giden zaman içindeki sonsuzlukta, herhangi bir cumartesi gününü yaşıyoruz. Aklımdan geçenleri slow tarzı bir müzik eşliğinde sorguluyorum. Kendimle baş başayım.
İlk tanıştığımız insana bir iki kelam ettikten sonra mutlaka ve mutlaka şu soruyu sorarız: “Nerelisin kardeşim veya Memleketin neresi?" O da size sanki böyle bir soru beklermişçesine memleketini anlatır, memleketinden bahsetmeye başlar. Hem de öyle iştahla anlatır ki, öyle güzel şeyleri bulur, buluşturur ve birbiri ardına dizer ki, görmediğiniz o şehri sevesiniz gelir bir anda. Belki de o sevgi, sizi alır götürür o şehre doğru. Bir gün bakarsınız ki size anlatılan hayalini kurduğunuz o şehre gelirsiniz. Ama o kişinin size anlattığı şehri bulamazsınız, hatta dinlediğiniz o gizem dolu güzel şehirle sizin şu an gezmekte olduğunuz şehir arasında alaka kurmakta birle zorlanırsınız.
Aslında alakasızlık, sizin dinlediğinizle gördüğünüz şehrin farklılığından değil, sizin o şehre ait olmamanızdan kaynaklanıyor. Aynı soruyu size sorduklarında da, siz de belki kendi şehriniz için “ütopik” bir şehir resmi çizebilirsiniz. Yaşadığınız şehirden ya da memleketinizden bahsederken, anlatınızın içine çeşit çeşit yemekleri, tatları, insan manzaralarını koyarsınız. Şehrin tarihini, tarihi eserlerinin kaç bin yıllık olduğunu anlatırsınız ve mutlaka insanlık için önemli bir eşyanın veya buluşun şey “ilk” defa sizin memleketinizde ortaya çıktığından, bulunduğundan bahsedersiniz. İlk olması önemli, onun altını birkaç kez çizersiniz.
Oysa o efsanevi bir havaya sokarak anlattığınız şehrinizde yaşarken, sorunlarla boğuşurken, şehrin gürültüsünü çekerken, kirli havasını solurken, düzensizliğiyle boğuşurken haliyle ağzınızdan hiç de bal damlamaz. Ama gurbetteyken veya sizin kentten olmayan birisine veya birilerine şehrinizi anlatıyorken ağzınızdan bal damlar. Bu sadece sizin için geçerli değil, benim için de geçerli, diğerleri için de geçerlidir. Çünkü bir şehri şehir yapan yüksek yüksek binaları değildir, parkları, bahçeleri değildir, modern plazaları veya devasa alışveriş merkezleri hiç değildir. Ne denizidir ne toprağı ne kaldırımları ne ağaçları ne de başka bir şeyidir.
Bir şehri şehir yapan, sizi içine çeken, size anlamlı gelen her ne varsa, onlardır. Bir şehri şehir yapan, size ait olmasıdır, hayallerinizi barındırmasıdır ve geleceğe dair kurduğunuz umutlara yuva olmasıdır. Orası size aittir, geleneği sizi yansıtır, kültürü sizi tarif eder, toprağın kokusu bile tanıdıktır, ciğerinizin her köşesi havasını bilir. Gezdiğiniz her yerde, soluduğunuz her nefeste, dinlendiğiniz her köşedeki anılardır orayı size memleket kılan. Şu köşedeki bakkalın yerine market de yapılsa, o kokuyu bir şekilde alırsınız. Çünkü siz o şehrin geçmişini biliyorsunuz. Anılarınız var orada, umutlarınız var, hayallerinizi ördünüz her köşede, her bucakta.
Bir şehri sizin için “memleket” yapan, aslında içindeki “size ait” bildiklerinizdir, sevdiklerinizdir, gördüğünüzde içinizi ferahlatanlardır. Yoksa hepimiz pılımızı pırtımızı toplar, dünyanın en güzel şehri neredeymiş diye sorup, soruşturup oraya göçüp gidebiliriz. Orası gerçekten de çok güzel bir yer olabilir. Ama hiçbir zaman sizin memleketiniz olamaz, sizin olamaz. Kendinizi bir türlü o güzelim şehre ait hissedemezsiniz. Yabancı kalırsınız, bir el gibi şehrin kenarına iliştirilmiş halde kendinizi bulursunuz. Şehrin göbeğinde kendinize yer edinemezsiniz. Ne kadar orada kök salarsak salalım, oralı olamayız.
Çünkü esas şehir, bizim olan, bizi yansıtan, kendimizi tarif eder gibi tarif ettiğimiz kendi şehrimizdir. Şairin dediği gibi, “gitmesek de kalmasak da, o köy (şehir) bizim köyümüzdür (şehrimizdir).” O şehri hep daha güzele, hep daha iyiye, hep daha ileriye dönüştürmek için verdiğimiz her çaba, bizi biraz daha oralı, biraz daha o şehrin sorunlarına dair kaygılı, biraz daha şehrin değerlerine sevdalı yapar. Sezen Aksu'ya eşlik edip;
“Uzanıp Kanlıca'nın orta yerinde bi' taşa,
Gözümün yaşını yüzdürdüm Hisar'a doğru…”
diyesiniz gelir. İstanbul’a gidesiniz gelir. İstanbul’u niye severiz diye belki sormak kolay ama cevabı çok derindir. Özellikle de benim için.
Cahit Sıtkı’nın dizelerinde kendimi bulurum İstanbul deyince bazen.
"Bir saadet gibi hatırlıyorum,
Yasemin kokusu ondan,
Teneffüsü benden,
Bir yaz akşamı,
Kandilli iskelesinde."
(Turgut Uyar’la devam edersin)
"Çocuklar gibi gülmüştük, hatırlarsın
Kapalıçarşı, Mahmutpaşa, satıcılar
Bir hafiflik içinde elele, yaya.
Bir sabah vaktiydi, güzel ve taze
Mevsim bahardı…"
ve devamında,
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
der, Yahya Kemâl’le İstanbul’a dalar gidersin.
Sevgi ve saygıyla kalın