Yaşam denen şey nedir?
Aydın Boysan:
Çölde uçan kum taneleri gibi kaybolmak isterim. Ne için bu yazıma bu cümle ile başladım, bu yazının ilerleyen satırlarında bunu gayet iyi anlayacağınızı tahmin ediyorum!
“Bütün yaşamıma iyi-kötü her türlü yanlarına zevk ve sevgi içinde sahip çıkıyorum. Çünkü bu benim hayatım. Bir daha dünyaya gelsem, bu hayatın tek bir dakikasından vazgeçmeden, belalar dahil hepsini bir daha yaşamak isterim. Amaaa, tamamen mutluluk içinde geçecek olsa bile, bir daha dünyaya gelip yaşamak istemem. Evet istemem. Bana mutluluk vermiş tüm insanlar, istinasız hepinize sevgiler ve minnetler sunarım.”
Aydın Boysan büyüğümün yukarıdaki metni “paldır küldür” adlı kitabından yapılmış bir alıntıydı. Onun arkasından oturup düşününce, hayatı hakkında değerlendirme yapmak bana düşmez, bunu da en büyük hadsizlik sayarım. Ama, görünen bir şey vardı ki, bunu da kimse inkâr edemez:
Aydın Boysan üstat hayatı güzelleştiren bir büyük insandı! Dünyaya yeniden gelmek üzerine pek çok tez var. Bu mümkün mü? Bilemiyoruz.
Peki sen bu konuda ne düşünüyorsun Orhan ACU derseniz, Aydın Boysan üstadın bir iki adım uzağında durabilirim. Bir defa yeniden dünyaya gelmek istemem, bu kesin. Ama mecbursun, tekrar gelip yaşayacaksın, başka çıkış yok denilirse o zaman oturup anlatırım: Asla bir daha Türkiye ’de dünyaya gelmek istemem.
Neden? Öncelikle zor bir memleket.
Memleket:
“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e
Bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.”
Böylesi güzel memleket sevgisi dolu şiirleri yazan şairlerini hapislerde çürütebiliyorlar Türkiye’de. Sadece yukarıdaki dizelerin sahibi Nâzım Hikmet ile de sınırlı değil. Aydın, sanatçı, yazar, şair, tiyatro oyuncusu, sinema sanatçısı, akademisyen, doktor, mühendis ne kadar düşünen insanı varsa hepsine karşı ilan edilmemiş bir savaş sürdü durdu bu topraklarda.
Yine Nâzım Hikmet’in tespiti ile bu düşmanlığın boyutları şöyle anlatılıyor:
“Sana düşman bana düşman,
Düşünen insana düşman,
Vatan ki bu insanların evidir,
Sevgilim onlar vatana düşman.”
Adına devlet denilen mekanizmayı elinde bulunduranlar diyorlar ki:
Böyle şiirler yazma! Vatanımızı bölme!
Bunları neye göre söylüyorlar?
Kanunlar var.
Kanunları kim yapıyor? Meclis. Meclis’i kimler dolduruyor? Milletvekilleri. Milletvekilli milletin vekili olmadan önce ne yapıyordu? Kasabada esnaf, şehirde bürokrat, başşehirde müteahhit. Şiirden, edebiyattan anlıyorlar mı? Şüpheli! Ama kanun yapıyorlar, o kanunlara göre sanat, edebiyat, şarkı, türkü alanlarında ürün verenleri demir parmaklıklar arkasına atıyorlar.
Ne için?
Vatan, Millet, Sakarya:
Vatan, millet için. Öyle söylüyorlar.
Kendileri inanıyorlar mı? İstisnalar hariç sanmam.
Emekli olduklarında inanmadıklarını ama öyle gibiymiş yaptıklarını itiraf ediyorlar zaten. Olan ülkenin iyi yetişmiş evlatlarına oluyor.
Bu ülkede bütün dönemlerde iktidarda bulunanların tamamı gençleri düşman gibi gördüler. Düşmana nasıl davranılırsa, gençlere öyle davrandılar. Fişlediler, gözaltına aldılar, tutukladılar, hapislere attılar, işkence yaptılar, kurşuna dizdiler, idam ettiler!
Gençlerin cehennemi olarak formatlanmış bir ülkede yeniden dünyaya gelip de kim genç olmak ister ki? Ben de Aydın Üstad gibi yeniden dünyaya gelmek istemem. Çok yorucu bir hayat sunuyor bu ülke. Bu yüzden ülkemizin gençleri bile ihtiyarlamış hallere bürünürlerse ancak önleri açılabiliyor, fırsatlardan istifade edebilmelerine olanak sağlanıyor. Ölümü kutsuyorlar. Oysa gençler önlerinde uzun bir hayat var. Buna göre haykırmaları gerekir:
Yaşamak istiyoruz!
İhtiyarlar ise “hayır” diyorlar, canınızı feda edin, biz sizi gömeriz! Eğer Nâzım Hikmet’in “davet” şiirinin son bölümünü Anayasa maddesi haline getirebilirsek, gençlerin yüzüne bakabiliriz:
“Yaşamak bir ağaç gibi
Tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim”
Benim hissettiklerim ve kaleme aldıklarım bunlar. Sizi bilemem, bu ömür benimdi ve yaşadım. Ve bir daha istemiyorum. Bir kum tanesi gibi savrulan rüzgârda kaybolmak istiyorum.
Saygı dolu sevgiyle kalın diyorum.