Site İçi Arama

hukuk

Tarihsel Süreçte Hukuk ve Din İlişkisi

İnsanın toplu yaşama geçişinden itibaren, insan yaşamını düzenleyen kuralların daha çok dini kurallardan oluştuğunu görmekteyiz.

İnsanın toplu yaşama geçişinden itibaren, insan yaşamını düzenleyen kuralların daha çok dini kurallardan oluştuğunu görmekteyiz. İlk çağlarda bu kuralların pek çoğunun dinsel nitelik taşıdığını söyleyebiliriz. Dinler de tarihsel süreçte değişime uğramıştır. İlkçağların doğa ile uyumlu pagan inanışından, çok tanrılı dinlere geçilmiş, tek tanrılı dinler ise dinlerin gelişiminin son evresi olmuştur. Bu gelişime bağlı olarak düzenleyici kuralların din ile ilişkisi de farklı boyutlarda ortaya çıkmıştır.

İlkçağlarda davranış kurallarının çoğunun dini nitelikli olduğunu söylemiştik bunun yansıması olarak toplum liderlerinin de dini liderler olduğunu görüyoruz. Bir olayın kural (norm) haline gelebilmesi için yaptırım etkisine sahip olması gerekir. Yaptırımsız kuralı olmaz. Yaptırım ise bir otoriteden kaynaklanır. Bu kapsamda otoriteyi dinin temsil ettiği ilk çağlarda din kurallarının ahlak, ticaret, aile kısacası insan ve toplum yaşamının her alanını etkilediğini görmekteyiz. Çok tanrılı dönemlerde kurulmuş siyasi yapıların (devlet) özelliği teokratik olmasıdır.

Eski Mısır yarı tanrı kralların olduğu teokratik monarşi ile yönetilmekteydi. Yarı tanrı olarak kabul edilen Firavunlar, Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edilir, buyrukları tanrı buyruğu olarak bilinirdi. Firavun dinden aldığı yetkiyle merkezi otoritenin toplumsal yaşayışı ve insan davranışını kontrol eden önemli mekanizmalarını kontrolü altında bulundurmaktaydı. Firavunlar sahip oldukları otoritenin kaynağı olan dini güce dayanarak sert ve acımasız kurallar uyguladığından halk firavunlara korkudan kaynaklanan büyük bir saygı ve bağlılık göstermekteydi. 

Mısırdaki benzer yapılara Anadolu ve Mezopotamya uygarlıklarında da rastlıyoruz. Sümer, Babil ve Asur krallıklarında da toplumsal yaşam ve insan davranışını kontrol eden kral buyrukları dinsel özellikler göstermektedir. Meşhur Hammurabi Kanunlarında, Hammurabi kendi soyunun baş tanrısına övücü sözler söyler ve Babil şehrini başşehir olarak tanrılara takdis ettirir.  Hammurabi baş  tanrı tarafından halkına adaleti getirmek için çağrıldığını ve komşu şehirlere barış ve refah getirmek için Babil’in başına getirildiğini söyler. Bu metinlerden de anlaşılacağı gibi Hammurabi egemenliğinin otoritesini tanrısal bir güce dayamıştır ve çıkardığı kanunlar aslında tanrı buyruklarıdır. Metinlerde ifadelerde bunun izlerini görmekteyiz.

Helen uygarlığında da benzer şekilde devlet, şehir, site din ile özdeşleştirilmiş, site kurallarına karşı gelenler tanrının buyruklarına karşı geliyor anlayışı hakim kılınmıştır. Roma’nın ilk zamanlarında da devletin yöneticisi imparator aynı zamanda en yüksek rütbeli rahip olarak hem devlet hem din hiyerarşisinde ilk sırada yer almıştır.

Bu örnekleri vermemizin sebebi ilkçağ uygarlıklarında çok tanrılı dinlerde hukuk ve din kuralı ayırımının henüz netleşmediğini ortaya koymak içindir.

Tek tanrılı dinlere geçişte de din ve hukuk arasında benzer ilişki süregelmiştir. Özellikle Doğu Roma’nın Hristiyanlığı resmi din olarak kabulünden sonra siyasal otorite din olgusunu egemenliğinin bir aracı olarak kullanmaya devam etmiştir. Dolayısıyla hukuk kuralları yine dinsel bir nitelik taşımıştır. Roma’nın ilk imparatorluk dönemlerinde imparator hem en yüksek dini otorite hem de devlet yöneticisi olan “Deus Noster” idi ama devamında oldukça sistematik ve seküler bir hukuk  sisteminin kurulduğunu da biliyoruz. Aynı Roma Hristiyanlıkla birlikte Papalık makamının yerleşkesi olmuş, krallara, hanedanlara egemenlik onayı, yönetsel icazet vermeye başlamıştır.

Ortaçağda ise bugünkü İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde din adamlarının yürütme, yargı hatta yasama yetkisine sahip olabildikleri görülebilmektedir. Kendi yönetsel bölgelerini oluşturan ruhani sınıfların varlığı da bilinmektedir.

Diğer taraftan Mekke ve Medine’de ortaya çıkan İslamiyet bir inanç ve düşünce sisteminin çok ötesine geçerek Horasan’dan Endülüs’e coğrafyası geniş bir imparatorluk şeklinde devletleşme yoluna gitmiş ve dinin devlet yapısı içerisinde kurumsallaşmasının örneklerinden birisini oluşturmuştur. İslam devleti Kitap (Kuran), sünnet gibi temel kaynakların yanına ihtiyaçtan hareket ederek günlük yaşama tatbik edilen din kurallarını fıkıh yoluyla çeşitlendirmiş ve sahabe fetvası, icma, kıyas, içtihat, maslahat gibi dini esaslı hukuki kural geliştirme yöntemlerini hayata geçirmiştir. Fakih hem din adamı hem de hukukçu olan kişilere verilen isimdi. Halife ise Papalık benzeri ruhani otoriteyi temsil eden en yüksek devlet yöneticisidir.

İslam hukuku dediğimiz kavramın altında evlenmeden, cezalandırmaya, miras paylaşımından, bozuk ölçü kullanmaya kadar pek çok hukuki mükellefiyet toplum yaşamında uygulanır hale gelmiştir. Şeriat diye tanımlanan hukuki yapı, dini kurallara göre yönetilen devlet ve toplum yapılarıdır. Şeriat sadece İslamiyete özgü değildir, Hristiyanlık ve Yahudiliğin de şeri uygulamaları vardır. Hatta Yahudi şeriatının günümüzde sıkı bir şekilde uygulandığını söylenebiliriz. Şeriat kavramı hakkında iyi, kötü ya da ilerici, gerici gibi değerlendirme yapmak bu yazının konusu değil. Şeriatın Roman Code ya da Anglo-Sakson hukuku gibi bir hukuk modeli olarak incelenmesi gerekmektedir.

Tek tanrılı dinler kendi hukuk sistemlerini yaratmıştır. Bunun en büyük sebepleri kutsal kitapların ifade tarzının norm şeklinde olması ve dinin toplum düzeni ve insan yaşamının her noktası ile ilişkisi olmasıdır. Çok ayrık örnekler ortaya koymazsak aslında din kurallarının ahlaki kurallar ve örf adetler ile çatışmıyor olması da benimsenmesinde kolaylaştırıcı bir unsur olmuştur. Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, haksızlık yapmayacaksın gibi normların hukuk, din, ahlak ya da örf adet kuralı olmasından öte hak ya da adaletle ilişkisi vardır.

Başlangıçta düzenin ve kuralların kaynağı dine atfedilmiş sonraki süreçte ise din egemenlikle ilişkili olarak toplumsal düzenin meşruiyetini sağlayan bir olgu haline gelmiştir.

Toplum (devlet) ve insan yaşamında hukuk ve din kurallarının ne ölçüde kullanılabileceğine ilişkin tespitler aydınlanma süreciyle belirginleşmeye başlamıştır. Laisizm, pozitivizm, sekülerizm gibi kavramlar bu ayrımın düzenlenmesi ile ilgilidir.

Hukuk dinamiktir, günceldir ancak insanlık tarihinin birikimlerini de içinde taşır. Yalın ve tamamıyla objektif bir hukuk düzeni henüz kurulmamıştır. Hukuk en basit tanımıyla “insan ihtiyaçlarından doğan düzen sağlayıcı kurallar bütünü”dür. İnsan varsa, ilişki varsa hukuk da vardır.  Olmayan bir şeyin kuralını koyamazsınız. Olay diyoruz buna. İnsanlar ve toplumlar arasındaki ilişkiler daha karmaşık hale geldikçe olaylar çoğalmakta ve yeni hukuk kurallarına ihtiyaç duyulmaktadır. Devletlerin çoğu hukuk kurallarını iktibas yani aktarma yoluyla uygulamaya almaktadır. Dini kurallar hayatın pek çok yerine temas etse de bugünün karmaşık hukuki sorunlarına çare üretecek düzeyde bir norm çeşitliliğine sahip değildir. Günümüzde çağdaş hukuk kurallarının en önemli özelliklerinden birisi de “müeyyide” yani yaptırıma sahip olmasıdır. Kamu otoritesi koyduğu kuralların uygulanmasını ister, uygulamadığında nesnel yaptırımlar öngörür. Din kurallarının yaptırımı ise vicdanidir ve yaptırımı “öbür dünya” ile ilgilidir.  Kamu otoritesi kişilerin vicdani ya da öbür dünya ile ilgili tercih ve tasarruflarına müdahil olmamalıdır.

Dr. Eşref ÖZDEMİR
Dr. Eşref ÖZDEMİR
Tüm Makaleler

  • 16.10.2021
  • Süre : 3 dk
  • 1737 kez okundu

Google Ads