İslam Felsefesi Karşıtlığının Temelinde Yatan Meşşai Filozofları Tekfir Etmek Ne Derece Tutarlı?
Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi çok tanınan filozofların temsil ettiği Meşşailik ekolü, Aristoteles'in Arapçaya çevrilen kitaplarının yanı sıra onun Yeni Platoncu yorumcuları tarafından yazılan şerhlerinden ve Aristoteles'e mal edilen sahte eserlerden de önemli ölçüde yararlanmıştır.
Biz, Kindi’yi ilk Müslüman filozof olarak nitelendirdikten sonra İslam felsefesinin kurucu filozofunun Farabi olduğunu belirtiyoruz. Onu felsefeyi asli yurduna geri getirdiğini ve Hz. Muhammed’in getirdi yeni sistem bağlamında kadim kültürleri okuyup yeni bir bakış açısı getirilmesi ve bunu felsefi temellerini kurguladığını ve buna Meşşai öğreti denildiğini belirtiyoruz. İbn Sina’nın bunu daha geliştirdiğini ve bir Doğu Felsefesi yani Hikmetü’l-Meşrikiyye kurduğunu, bunun Endülüs’teki temsilcilerinin İbn Tufeyl, İbn Rüşd, İbn Bacce gibi seçkin zekalar olduğunu, Batı’nın aydınlanmasında da bu alimlerin önemli etkisi olduğunu daha doğrusu antik Grek felsefesinin bunların yorumlarıyla yeniden keşfettiklerini belirtiyoruz.
Hüseyin Atay ve Mehmed Bayrakdar hocalarıma saygıyla
Gazzali’nin Farabi ve İbn Sina’yı üç meseleden dolayı tekfir etmesiyle felsefenin yani Tanrı-evren insan irtibatına dair derin tefekkürün İslam dünyasında ötekileştirildiği söylenir.
İki hocam var bu konuda hayırla andığım ve bereketli ömürler dilediğim, Hüseyin Atay’a göre İslam dünyasında felsefe Gazzali ile bitmiştir. Asistanlığın da yaptığım Mehmed Bayrakdar’a göre ise Gazzali’ni kısmen etkisi olabilir ama bitmiştir denilmez, denilemez, çünkü ondan sonra kelam da felsefileşme sürecine başlamış, kelami/teolojik sorunlar felsefi kavramlarla müzakere edilmeye başlanmış ve mantık bilmeyenin ilmine güvenilmeyeceği ortaya çıkmıştır. Malum felsefenin amacı tahsilu’s-saade, yani mutluluğu temin etmek, Mantık ise bunu anahtarıdır yani miftahu’s-saade. Üstelik Makasidu’l-felasife yani filozofların amaçlarına dair anlaşılır bir metin yazarak felsefeyi halka indirmeye de dolaylı katkısı olmuştur da denilebilir. Çünkü fikirlere hadiselerin irtibatı bağlamında dönemin sosyo-politik şartlarına bakınca Gazzali’ni tekfirinin sosyolojik boyutlarını dikkat etmenin ötesinde, bu tekfirin niye diyenler onun Makasidu’l-felasife adlı eserine bakmışlardır.
Zaten İbn Rüşd, Tehafütü’t Tehafüt yani filozofların tutarsızlığı adlı Gazzali’nin eserinde tutarsız olduğunu söylemiştir. Faslu’l-Makal’da bu iki filozofun mümin olduğunu, ama yorumlarındaki farklılıkların ilk önermeyi red anlamına gelmeyeceğini yani onların kanıtlarının tutarsız olduğu söyleyen Gazzali’nin de tutarsız olduğunu, dolayısıyla bir mümini tekfir etmenin bumerang gibi söyleyene geri döneceğini söylemiştir.
Peki böyle demesi İslam dünyasında felsefi tefekkürü diriltmiş midir, ya da en azından Gazzali’nin etkisini azaltmış mıdır, üzerinde müzakereler devam ediyor. Ama benim burada sizlere söylemek istediğim husus şu, Meşşailik/peripatiklik kurucu öğreti, ama buna yönelik eleştiriler ile daha da geliştiren İşrakilik var, sonra Ekberi öğreti yani vahdeti vucud felsefi/tasavvufi gelenekler var. Niçin İslam felsefesi tek öğretiye indirgenir ve kurucu filozofu ile geliştiren âlime yönelik tekfir iddiası bütün alana yayılır ve bir felsefe karşıtlığı, bu terim yetersiz oldu, felsefe düşmanlığı oluşturulur ki?
Meşşailik Üzerinden Felsefe Karşıtlığı Yapmak Ne Derece Tutarlı?
Bunun cevabını niye Gazzali üzerinden arayalım müsaade ederseniz: Gazzali’nin İslam düşüncesini kelamî, felsefî kelamî ve tasavvufî bakış açılarının hangisiyle ilgilenirse ilgilensin herkesin bildiği bir eseri var. el-Munkız mine’de-Dalal (Aklı Karışıklar İçin Klavuz, çev.: M.Uyanık-Aygün Akyol, Ankara:Elis Yayınevi 2020) Burada hakikat tasavvurları bağlamında kelamî, felsefî ve Batinî öğretileri eleştirip, filozofları tekfir etmesinden sona Sûfî bakış açısını kabul etmesiyle felsefe karşıtı görüler ivme kazanmaya başladığı genel kabul gören bir yargı olarak etkisini devam ettiriyor malum.
Gerçi ittihat ve hulul iddiasında olanlardan uzak durduğunu yani Hallac ve Bistami gibi sufilerin söylemlerini aşırı yorum olarak gördüğü bu açıdan Munkız’ın bir sufi kitabı olduğunu iddia eden gruplar var. Tercümesini bir de yeşil kapakla basınca tamamdır bu imaj. Peki avam/halk ve havas/seçkin ayrımını net bir şekilde yapan Gazzali, Mişkatü’l-envar adlı eserinde tekfir ettiği bu iki alimin görüşlerine benzer fikirleri hatta daha ileri gidecek cümleler kurduğunu, üstelik burada tekfir falan da etmediğini söylersem ne olacak?
İlaveten Yine Makasidu’l-felasife adlı eserinin tekfir ettiği İbn Sina’nın Danişname adlı eserine çok oldukça çok benzemesi, Makamatü’l-arifin adlı risalesindeki bilgiler ile el-Munkız adlı eserde belirttiği üzere zamansızlık ve mekansızlık an’ını bir kez yaşadığını belirttiği hali açıklamasındaki benzerliklere ne demeli? Mişkat adlı eserde nur metafiziği yaparken kullandığı terminolojiyi Meşşai, işraki ve vahdeti vücutçu geleneklerdeki kullanılanlarla mukayeseli bir şekilde okuyunca ortaya nasıl bir sonuç çıkar acaba?
Diğer bir ifadeyle Gazzali’nin el-Munkız’da irfani ve Batinî yorum ayrımını yapması ve sûfî yöntemi benimserken “ittihat” ile zamansız ve mekansızlık anını yaşama tecrübesini tutarlı bulmazken, Mişkatül Envar adlı eserinde ise “Allah Teâlâ zâtında, zâtı ile, zâtı için tecellî eder. Bundan dolayı hicab (perde) mahcuba (perdelenmişe) göredir. Halk arasında mahcub olanlar da üç kısımdır” diyerek farklı bir dil ile hakikat arayıcılarını üç grupta analiz etmiş, azami oranda ötekileştirici ve tekfir edici bir üsluptan kaçınmasına ne demeli?
Hatta filozofları ve Mutezili alimleri de az seviyede de olsa sırf nurla irtibatta olanlar kategorisinde sayması bir yana Munkız’da ittihat ve hululcu denilecek sûfî yaklaşımıyanlış bulurken Mişkat’ta nur metafiziği yaparken vahdet/i vucudcu bir tutum içinde olduğu da söylenir. O kadar ki Vahdaniyyet tahtında oturup oradan göklerinin tabakalarına emri tedbir edenin “Ene’l Hak», «Kendimi tesbih ederim» diyebileceğini belirtir. Bu ifadelerin tevile ihtiyacı olduğunu ama okurun bundan fazlasına tahammül edeceğini sanmadığı için fazla söz etmeyeceğini vurgular.
Sözün Özü, İslam felsefesini Meşşailikle özdeşleştirerek felsefe karşıtlığı yapanların yine İşrakilik ve Ekberi gelenek yani Vahdet-i vucud öğretileriyle konumlarını da belirtmek gerekir, ben felsefe karşıtıyım, demekle olmuyor.
İslam Felsefenin Özgünlüğü
Müslüman filozofların (önceki yazımızda belirttiğimiz üzere) kadim felsefi birikimlere dair farklı okumaları eleştirel bir tarzda inceleyip, kendilerine ait bir Tanrı-evren ve insan tasavvuru ortaya koydukları, özellikle Farabi ile birlikte bunun topluma aktarımını medeni ilimler (fıkıh-kelam-ahlak) ile yapıp etik-politik bir sistem kurma çabası önemlidir. (M.Uyanık, A.Akyol, İslam Felsefesi: Giriş (Tematik Okuma), Elis yayınevi, 2020, 766 vd),
Bu seçkin zekâlar kendilerinden öncekilerin eserlerini eleştirel bir tarzda incelemişler ve bunlara dair çözüm önerilerini şukuk/şüpheler diye isimlendirilebileceğimiz bir geleneğinin oluşumunu başlatmışlardır. Kendi içlerindeki eleştiriyi, Farabi ve İbn Sina’yı Gazzali’nin, onu İbn Rüşd tarafından eleştirisi ve Osmanlıya kadar taşınan bir Tehafüt (tutarsızlık) geleneği oluşturduklarını zaten biliyorsunuz. Bunlara ilaveten bir düşünürün başka bir filozofa yönelttiği sorular (hevamil) ve cevaplar (şevamil) geleneğini de ilk oluşturan filozoflardır ve buralarda çok ciddi ve sert eleştirileri birbirlerine yöneltmişlerdir. İbn Sina ve Biruni ile soru ve cevaplı müzakereleri İslam felsefe tarihini klasiklerinden olmuştur. Bunun Batı’daki ilk örneği Newton ile Leibniz arasında geçtiğini söylersek, özgünlük meselesi net bir şekilde ortaya çıkmış olur. O kadar ki, İbn-i Sina'nın, el-Kanun Fi't-Tıbb adlı muazzam eseri Latinceye çevrildiğinde, Batıda modern tıbbın başlangıcını tetiklediğini, “tıbbın İncil'i olduğunu söyleyenler vardır. Yine Hintliler, günümüzde halen uygulamaları süren koskoca bir tıp ekolünü, İbn-i Sina'nın Kanun'u üzerine inşa etmişlerdi. Özetle, pek çok otorite, İbn-i Sina ve Biruni'yi, modern zamanların değilse bile, antikçağ ile Rönesans arasındaki dönemin en bilimsel beyinleri olarak kabul eder. Dolayısıyla bütün akımlarıyla İslam felsefesi bilinmeyince Etienne Gilson’un deyimiyle, Orta Çağ felsefesi bilinemez, o bilinmeyince de felsefe bilinemez. (Mehmet Vural, İslam Felsefesi Tarihi, Elis Yayınevi 2019:477-493, Starr, S. Frederick. Kayıp Aydınlanma: Arap Fetihlerinden Timur’a Orta Asya’nın Altın Çağı, çev.: Yusuf Selman İnanç, (İstanbul:Kronik Kitap, 2019, 46)
Modern felsefe dediğiniz ya da Batı felsefesi dediğiniz Whitehad’in dediği gibi Platon’a düşülen dipnotlarsa, onları kendi dönemlerinde okuyup yorumlayan Müslüman filozofların Batı’nın Rönesans fikrini tetiklemesi de İslam felsefesinin özgünlüğünü ve günümüze söyledikleri ve söyleyecekleri üzerinde durmak şart. Merhum Fuat Sezgin’in dediği gibi “Batı Medeniyeti, İslam Medeniyetinin Çocuğudur”. Kendilerini felsefe karşıtı olduğunu söyleyenlerin dikkatine.