Site İçi Arama

dinfelsefe

Türkçe ve felsefe

Felsefede kullanılan sözcükleri terimleştirme çalışmaları, Türk Dil Kurumunca 1942 yılında toplanan Dil Kurultayı öncesinde başlatılmıştır. Bu kurultaya üniversitelerden hocalar da çağrılmış ve yeni terimler üzerine düşünceleri alınmıştır.

Türkler, Osmanlı, Cumhuriyet, Atatürk ve günümüz

Felsefe olmadan bilim ve ilim yapılabilir mi? Bu araştırma yazımda, bu sorulara yanıt bulmaya çalışacağız. Bu anlatımda, Türk dilinin ve felsefesinin özgünleşmesinde bir ömür vermiş insanları en derin saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bu yazının yazılmasında sadece ve sadece Türkçe kelimeler kullanılmıştır. Bu durumdan dolayı da büyük bir özveri ve çaba harcanmıştır. Umarım sizlerde bu yazıyla birlikte, Türkçenizi ve kelime hazinenizi test etmek fırsatını bulursunuz. Felsefe ile dil arasındaki ilişki dolaysız bir ilişkidir. Felsefe yaklaşık 2500 yıllık serüveninde hep belli bir dilin içinde yapılmış ve yine o dilin olanakları çerçevesinde belli bir gelişme çizgisi izlemiştir. Bu anlamda felsefe, ancak belli bir dilin felsefeyi olanaklı kılacak ifade ve anlam dağarcığı içerisinde yapılacak düşünsel bir etkinliktir. Tarihi boyunca felsefeyi ayrıcalıklı kılan diller, aynı zamanda dünyanın geri kalanına kendini onaylatmış ve ekinsel egemenliği onanmış diller ve felsefi dilini oturtmuş dillerdir. Bu anlamda Türkçe, etkin bir dil ve felsefe dili olmak istiyorsa ilk önce kendi dilsel bütünlüğünü kurmalı ve bunu diğer dillere de onaylatmalıdır. Bunun için gereken ilk adımlar cumhuriyetin kabulüyle atılmıştır. Atatürk de bunu o zamanlar görmüş ve konunun üzerine gitmiştir.

Öyleyse, Türkçe felsefe dilinin gelişimini anlatmak için öncesinde ve sonrasına Cumhuriyet Türkiye’sindeki özleşme devinimini (hareketlenme) kısaca anlatmak gerekir.

İslamiyet’in Türk dili ve felsefesi üzerindeki etkileri ve sosyolojisi:

Türkçenin İslam etkisinde bir gerileme ve bozulma dönemine girdiği söylenebilir. Bunun en önemli nedeni Türkçenin İslam’la birlikte yazı dili olmaktan bütünüyle uzaklaşmasıdır...Gerçi Karamanoğulları Beyi Mehmet Bey, Türkçeyi resmi dil olarak kabul etmişti, fakat bu çok cılız bir çabaydı. Bunun yanında aynı zamanda bazı düşünürler de Türkçeyi savunmuşlardır.

Örneğin XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı Dîvânü Lûgati’t-Türk ’de, Türk dilini tanıtmak ve bilmeyenlere öğretmek amacı gütmüş ve bu sözlükle Türk dilinin genişliğini ve varsıllığını göstermiştir. Yine XV. yüzyılda Türkçenin üstünlüğünü belirten Ali Şîr Nevaî, Muhâkemetü’l Lûgateyn adlı yapıtında Türkçenin Farsça dan üstünlüğünü örneklerle göstermiştir. Bu düşünürlere rağmen Türkçe uzun zaman Arapça ve Farsçanın etkisinde kalmış ve adına Osmanlıca denilen yalnızca belli bir kesimin konuşup yazabildiği karma bir dil kullanılır olmuştur. Aslında Osmanlıca deyimi, sanıldığının tersine yeni bir kullanımdı. Osmanlıca, Tanzimat’ın ortaya attığı deyimlerdendir. Siyasi birliği kurmak amacıyla “Millet-i Osmaniye” tamlamasını uyduran Tanzimatçılar, Osmanlı ülkesinde konuşulup yazılan Türkçeye de Osmanlıca dediler. Tanzimat ve Meşrutiyet devrinde Türkçenin özleşme devinimine ilişkin kimi çabalar gözlenebilir. Ancak bu çabalarda felsefe ve bilim dilinin Türkçe sözcüklerle yapılması düşüncesi henüz görülmez. Osmanlıdaki batılılaşma hareketleri sonucunda Türkçe, bu kerede batılı dillerin etki alanı altına girdi. Avrupa ile siyasi ilişkinin başlaması sonucu yavaş yavaş yabancı sözcükler dilimize girmeye başladı. Batılaşmayla birlikte uzmanlık gerektiren terimlerin birçoğunun batılı dillerden alınması yoluna gidilmiştir. Bu sefer de batıcı anlayış nedeniyle Türkçenin bilim ve felsefe dili olma yolu kapanmış ve bu durum Cumhuriyetin ilanına kadar sürmüştür.

Cumhuriyet Dönemi:

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Türkçe’nin gelişim yolunu açan kimi değişiklikler yapılmıştır. Bunlardan ilki harf devrimidir. Latin harflerinin Meclisçe kabul edilmesiyle birlikte Türkçe’nin yazı dili olması sağlanmıştır.

Harf devrimi, bu harflerle yeni bir sözlüğün hazırlanması gereksinimini de doğurmuştur.

Bu sözlükte iki nokta göz önünde tutulacaktır: İlki dilin sınırlarını çizmek ve sözcük haznesini ortaya çıkarmak; ikincisi dilimize ve yazımıza uymayan yabancı sözcüklerin yerine, Türkçe karşılıklar bulmak. Bu görevi yapması için Atatürk’ün kendisi, Türk Tarihi Cemiyeti’ne eş olarak, 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni kurdurmuştur. Atatürk’ün kendisinin de katıldığı ilk dil kurultayı aynı yıl içinde Dolmabahçe Sarayı’nda yapılmıştır. Bu kurultay sonucunda uzmanlık gerektiren alanlar için terimlerin Türkçe karşılıklarının bulunması ve sözlüklerin hazırlanması kararı alınmıştır. Denilebilir ki; Türkçe bir felsefe dilinin kurulmasındaki ilk temel adım da budur. Bundan sonraki süreç boyunca "Türk Dil Kurumu" adını alan bu topluluğun etkinlikleri çerçevesinde Türkçe giderek yabancı sözcüklerden arınmaya başlamıştır. Elbette bu etkinlikler içinde yapılan kimi hatalar da vardır. Ama ivedi bir gereksinim dolayısıyla bütün bu hataları üstlenen bu kurum sayesinde artık Türkçe düşünmek ve yazmak olanaklıdır.

Türk Dil Kurumu ve Felsefe:

Bünyesinde diğer alanlarla birlikte felsefe dilinin de Türkçeleştirilmesi çalışmaları hızlanmıştır. Bunun için bazı yollar izlenmiştir:

  1. Verimsiz veya yersiz sayılan, ölü diye anılan eklerimizden yararlanmak.
  2. Eklerin yetersiz kaldığı yerlerde bileşik sözcükler yapmak.
  3. Son olarak da bir sözcüğün anlamını genişleterek, daraltarak veya kaydırarak terimleştirmek.

Türk Dil Kurumu çalışmalarını, önceleri kendi bünyesinde gerçekleştiriyordu. Bu çalışmalar daha çok sözcük derleme çalışmaları biçimindeydi. Felsefede kullanılan sözcükleri terimleştirme çalışmaları, Türk Dil Kurumunca 1942 yılında toplanan Dil Kurultayı öncesinde başlatılmıştır. Bu kurultaya üniversitelerden hocalar da çağrılmış ve yeni terimler üzerine düşünceleri alınmıştır.

Bu kurultaya çağrılanlardan biri de Macit Gökberk’ti. Henüz bir öğrenciyken ilk dil kurultayına katılan Macit Gökberk, Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarının yoğunlaştığı yıllarda eğitimini sürdürmek amacıyla Almanya’da bulunuyordu. 1942 yılındaki kurultay sırasında İstanbul Üniversitesi’nde Doçent olan Gökberk, bu kurultaya giderken umduklarının gerçekleşmemesi üzerine düş kırıklığına uğradığını söyler. Gökberk ve diğer hocalar birer izleyici durumunda kaldıkları bu toplantıda, yalnızca alınan kararları onaylamışlardır.

Macit Gökberk ve Türk Dili:

Türk aydınlanma devinimine (hareketine) yürekten inanan Gökberk, aydınlanmanın değerlerine de aynı oranda bağlı bir bilim adamıdır. Gökberk için aydınlanmanın en önemli iki temel kazanımı, “Bireysellik” ve “Ulusçuluk”tur. Gökberk her ikisinin de dille ilişkili olduğunu düşünür. Gökberk’e göre, ulusal kişiliğimizi dile getiren dilimizin üzerine eğilmek, ona bakmak, onu olgunlaştırmak zorundayız. Bu anlamda dilin, onu kullananlardan bağımsız bir yaşamı olmadığını düşünen Gökberk için, önemli olan dilin gelişimi için çaba göstermektir. Gökberk dille kök arasında bir ilişki kurar. Dil, bir ırkı kendi içinde taşır ve ırk da o dilin gelişkinliğinin göstergesidir. Gökberk burada dilin üç ana özelliğinden söz eder: Öncelikle dil, bir fizik yönü, bir anlam yönü, bir de tinsel yönü olan üç boyutlu bir yapıdır. İkinci olarak dil, birey-üstü bir yapıdır. Dil birey üzerinde en yüksek güce eriştiği yerde, aynı zamanda bireyin yaratıcılığını da geliştirir. En son olarak da Gökberk’in dil anlayışında tek bir dil yoktur, çeşitli ulusal diller vardır; evrensel bir dil yoktur, herkes kendi anadilini konuşur, kendi ana dilini kullanır... Bu yüzden Gökberk için anadilin gelişkinliği çok önemlidir. Arslan Kaynardağ’la yaptığı söyleşide, Türkçenin özleşmesiyle ilgili bir soruya verdiği yanıtta; Osmanlıca felsefe yapılamayacağını söyledikten sonra, Nermi Uygur’u örnek göstererek yeni dille nasıl daha felsefi bir anlatım ve yalınlığa kavuştuğumuzu belirtir. Gökberk için, Türkiye’de felsefenin gelişmesinde dilde özleşmenin son derece belirleyici bir işlevi olmuştur. Türkçenin mantıksal özellikleri, kavramlar Türkçeleştikten sonra daha iyi ortaya çıkar.

Bedia Akarsu ve Felsefe Dili:

Türkçe felsefe dilinin gelişiminde önemli bir payı olan diğer bir felsefecimiz de Bedia Akarsu’dur. Akarsu’ya göre felsefenin oluşması için iki ortam gereklidir: dilin gelişmiş olması ve özgürlük. Bu ikisi de birbiriyle sıkı sıkıya bağlıdır. Akarsu’ya göre bir düşünce ancak tümcelerle dile getirildiğinde kendi içinde açıklık kazanır ve başkalarınca anlaşılır olur. Bu nedenle sözcükler ne denli açık ve kullanışlı olursa, düşünmek de o kadar rahat olur. Bunun için düşünen insanın özgür ve bağımsız olması gerekir. Akarsu, insanın anadilinin düşünmeye elverişli olursa, bu özgürlük ve bağımsızlığın gerçekleşebileceğini düşünür. Karışık yapılı ve kendi içinde gelişmemiş bir dil düşünmeyi de engeller. Düşünmenin engellenmesi felsefenin de engellenmesidir. Akarsu ’ya göre, dünyayla bağlantıyı kuran dili içten gelişmesi engellenmiş bir ulusun, düşünmeye dayanan felsefe alanında da başarı ortaya koyamayacağı açıktır.

Türk Felsefesinde 1950-1976 Yılları Arası:

İstanbul Felsefe Bölümü ile Türk Dil Kurumu’nun iş birliğiyle gelişen Türkçe felsefe dili 1950’li yıllarda, o zamanki ülke yönetiminden dolayı sekteye uğramıştır ama 1960’lı yıllarla birlikte yeniden gelişmesini sürdürmüştür 1960 yılından sonraki süreçte, Türk Dil Kurumu içinde Macit Gökberk’in de etkisiyle İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü etkin bir rol üstlenmiştir. Macit Gökberk, 1960 yılından 1976 yılına kadar Türk Dil Kurumu başkanlığını da yapmıştır. Bu süreç boyunca terim sözlükleri yeniden düzenlenmiş ve söylendiği üzere Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğünü yayımlamıştır. Daha sonra birçok basımı yapılan bu sözlük bu alanda şimdi bile aşılamamış bir yetkinliktedir.

Nermi Uygur: Türk Felsefesinin Yapı Taşlarından Biridir

Türkçe felsefe dilinin gelişimi konusunda birçok kişinin adı anılabilir ama bunlar arasında Nermi Uygur’un özel bir yeri vardır. Yalnızca Türkçe felsefe dilinin değil, Türk denemeciliğinin de gelişmesine ve yetkinleşmesine katkı sağlayan Nermi Uygur için bir Türk dili savaşçısı bile diyebiliriz. Nermi Uygur için bir ülkedeki felsefenin durumu, gidişi, gelişmesi o felsefenin ortaya çıktığı dile bağlıdır.

Felsefe özü gereği kendini dilde dışa vurur. Bu anlamda “Türk Felsefesi” Türkçe, Türkçeyle, Türkçede kendini gösteren felsefedir. Arslan Kaynardağ’ın kendisiyle yaptığı söyleşide belirttiği gibi; baştan beri dileye isteye, tatla, bilinçle Türkçe yazmıştır. Yazar olarak, düşünür olarak bir Osmanlıca dönem yoktur. Bu anlamda, Nermi Uygur için, bu ülkede felsefe yapan ve felsefeyle ilgilenen herkes için Türkçeye özenle bakmak bir ödev gibidir. Uygur için Türkçe, düşüncenin bir öğesi, kurucusudur ve bu bakımdan düşünceye sonradan eklenmez, kendisi zaten düşünceyi oluşturan şeydir. Öyleyse felsefede düşünce Türkçeyle, Türkçe düşünceyle birliktedir, zamandaştır.

Uygur’a Göre Felsefede Türkçe Kullanmak:

Nermi Uygur’a göre Türk felsefesi tüm boyutlarıyla, bir bakıma, Türkçedir. Felsefenin gelişmesi Türkçenin gelişmesine içten yapışıktır, bu gelişmeyle koşuttur. Betül Çotuksöken’in Nermi Uygur’la ilgili yazdığı kitabın dille ilgili bölümünde de belirttiği gibi, Uygur felsefeye dilden ve büyük ölçüde dilde yer alan kültürden girmektedir. Yine Çotuksöken’e göre, onun, dile ilişkin yaklaşımında iki yönü ayırt etmek gerekecektir: bir yandan dil bir varlık koşulu olarak düşünmeden ayrılamaz; öte yandan dil işlevseldir de. Uygur bu noktada dil bilincinden söz eder. Uygur için kişinin kendi anadiliyle ilişkisinde de bu dil bilinci önemli bir etkendir.

Uygur için bir dilin felsefe gelişkinliğinin en önemli ölçütlerinden biri, felsefi kavramlar arasındaki ayrımları en iyi bir biçimde gösterebilmesidir. Birçok açıdan dil, felsefenin aynasıdır; felsefe, olanca niteliğiyle dilde yansır. Uygur için felsefenin dili çözümleyici bir betimleme dilidir. Bu dili yoğuran, konu olarak aldığı gerçekleri bulup kavramadaki uzmanca davranıştır. Felsefenin ilerlemesi, bu dilin felsefeye özgü bilme görevini gittikçe daha eksiksiz yerine getirme becerikliliğinden başka bir şey değildir. Her felsefe bölük pörçük niteliğiyle, bu niteliğe bağlı öbür nitelikleriyle dilinde kendini açığa vurur. Bu anlamda bize düşen görev; Türkçeyi tam da böylesi gereksinimleri karşılayabilecek bir yetkinliğe eriştirmektir. Uygur bu yolda bize gidilmesi gereken yolu belirleyen en önemli Türk düşünürlerdendir.

Uygur, Türk dilinin gelişiminde yaptığı bu katkıları, kendi anadiline olan bağlılığı ve inancı sayesinde yapmıştır. Nermi Uygur için zaten dil dendi mi, anadili, tek tek anadilleri anlamak gerekir. Uygur kendi anadilinin gelişimi için gerekli ereği, yalnızca batının değil aynı zamanda tüm dünyanın bir birikimi olan çağcıl uygarlığın kazanımları olan felsefe, bilim ve edebiyatı, Türkçeyle yeniden süslemekle gerçekleştirebiliriz. Uygur bu bakımdan dili bir dosta benzetir ve dile duyulan saygı dosta duyulan bir saygıdır. Yanlış anlamaların çoğu, insanlardaki yanıltma dileğinin ya da denetlemesiz benimseme alışkanlığının bir sonucudur. "Dosta saygısızlık dosttan çok saygısızın değerini azaltır" der.

Dil Ne Kadar Önemlidir?

Dilin ne kadar önemli olduğu konusunda bir alıntı yapar Nermi Uygur:

“Konfüçyüs’a bir gün sormuşlar: ‘Bir ulusun tüm yönetimi sana bırakılsaydı ilkin ne yapardın?’

Konfüçyüs yanıt olarak: ‘İlkin dili düzeltirim,’ demiş. Kanıt olarak da şöyle söylemiş: ‘Dil düzgün olmayınca söylenen söylenmek istenen değildir; söylenen söylenmek istenen olmayınca yapılması gereken yapılmadan kalır; yapılması gereken yapılmadan kalınca törelerle sanat geriler; törelerle sanat gerileyince de adalet yoldan çıkar; adalet yoldan çıkınca halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayı, söylenmesi gereken başıboş bırakılamaz. Bu her şeyden önemlidir.”

Öyleyse Nermi Uygur için dili ortadan kalkmış bir toplum yok olmayla karşı karşıyadır. Uygur, dil ile çeviri arasında da bir bağlantı kurmuştur. Uygur için her dil, dile getirdiği şeylerin çevirisidir. Dil çevirdiklerinin toplamıdır. Her dil çevrisi varlığa ilişkin bir yönelme olanağıdır. Biz dile çevirdiğimizi tanıyabiliriz. Uygur’un burada çeviriden anladığı var olanın bir biçimde dilde dillendirilmesidir. Dil içinde konumlandırılmasıdır. Uygur, yazılarının birçok yerinde tek bir dil düşüncesinden söz etmiş ama önemli olanın tek bir dilin egemenliği olmadığını daha çok var olan dillerin varsıllığı olduğunu belirtmiştir. Bu düşüncesini Babil söylencesiyle anlatmıştır. Nermi Uygur’a göre bu Babil söylencesinde doğru olan yön, insanoğlundaki en içten özlemlerden birini açığa çıkarmasıdır. İnsanın tutkuyla dilediği anlaşmadır. Bu bakımdan tüm diller bu temel özlemi gidermeye çalışırlar. Nermi Uygur’a göre, her dil belli bir karşılaşmanın olup bittiği ortamdır. Bu karşılaşma her dilde başka başkadır. Her dil evreni kendince dile getirir. Her dilin evreni dilce biçimleyişi öbürününkinden ayrıdır. Evren her dilde o dilce yansır. Uygur için her dil tek tek söylenişi ve öbeklenme kuralları bakımından, birçok andırmalara, dolayısıyla çevrilme olanaklarına karşın yalnız o dile özgü, biricik bir insan evren karşılaşmasının sonucudur.

Dilin Arındırılması ve Arıtıcılar:

Söylendiği üzere Nermi Uygur’a göre, her dilin bir felsefesi vardır; her dilde belli bir felsefe dışlaşır; her dil kendine özgü bir felsefeyi birlikte getirir; her dil bir felsefeyi zorunlu kılar. Dildeki felsefe bir biçimde bir dünya görüşüdür. Bir dilin bir dünya görüşü, o dilin dünya yorumu, dünyanın o dille, o dildeki kuruluşu, düzenlenişi, dünyanın o dili konuşanlarca büründüğü biçimdir.

Nermi Uygur Türk dilinin yabancı sözcüklerden arındırılması yandaşıdır da. Bu görevi yerine getirenleri arıtıcılar diye adlandırır. Sözünü ettiği arıtıcıları, dilin başıboş bırakılmasına, bir dilin kapılarını yabancı dilden rastgele esintilere ardına kadar açmaya, bu esintilerle dilin zarara uğramasına karşıdırlar. Böylesi düşünen insanların güçlü olan tarafları, düşünmede aydınlığa olan saygılarıdır. Bu bakımdan Nermi Uygur için bir dilin arıtıcıları o dilin aydınlarıdır. Bu bakımdan dile düşman sözde aydınlarla karıştırılmamalıdırlar. Nermi Uygur için, anadili hem arıtmak hem de varsıllaştırmak en iyi kafaların işidir; varsıllaştırmadan arıtmak çok kez akılsızlık olarak ortaya çıkar; çünkü içerikten vazgeçip anlatıma dikkat etmek kadar kolay bir şey yoktur. Öyleyse dilde doğru bir biçimde uygulanmış bir arıtma, dil için gerekli bir durumdur. Uygur, Türk felsefesinin gelişimini, Türkçe’nin gelişimine koşut olarak görmüş ve bu uğurda önemli çabalar göstermiştir.

Uygur yalnızca felsefi yazılarında değil, yazınsal diğer yazılarında, denemelerinde de aynı duyarlılığı kendini zorlamadan göstermiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, felsefe her dilin kendi olanakları içerisinde yapılan bir etkinliktir ve bu olanakları gerçekleştirmekte eni sonu, o dili kullananlara düşer. Eğer biz kendi dilimize ve bu dille felsefe yapılacağına inanmazsak, zaten en baştan bu olasılığı yok etmiş oluruz. Oysa Uygur gibi Türk felsefecileri açıkça göstermiştir ki; Türkçe felsefe yapmaya yatkın bir dildir. Önemli olan bu dilin kendi anlatım olanaklarını bilmek ve bunu düşünsel bütün alanlara yaymaktır. Bu nedenle yazını gelişmeyen bir ülkede felsefe, felsefesi gelişmemiş bir ülkede de bilim gelişemez. Bizim aydınlık geleceğimiz, bu yolu bize açıkça gösteren ve artık bizim kendimize daha güvenli bu yolda ilerlememizi sağlayan Türk felsefecileridir. Uygur’un Almanya’dayken gördüğü ve aktardığı gibi, kişinin anadili yaşamı anladığı tek dildir. Bu dili, kendinde olmayan şeylerle doldurarak bulandıran ve düşünmeyi olanaksız kılan etkiler, Türkçe bir felsefe dilinin önündeki en önemli engeldir.

Sonuç:

Dil, bir ulusun özüdür. Başlangıçtan bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonsuz geleceğe doğru da her millî topluluğun en mühim ve değişmez bir temeli olarak devam edecektir. Bir dile sahip bulunmayan bir ulus yoktur. Eğer bir ulus, şu veya bu sebeple kendi dilini kaybetmişse, o ulus, topluluk olarak ortadan kalkmıştır. İnsanlık tarihinde, dilini kaybettiği halde ortada duran bir ulus yoktur. Fakat uluslar ortadan kalkmış olduğu halde, henüz ortada duran birçok eski dil vardır.

Dil, bir ulusun tarihidir. Dil, bir milli topluluğun içinde ve onunla birlikte gelişmiş olduğu için, kendiliğinden, o ulusun binlerce yıllık tarihi seyrini muhafaza eder. Bir ulusun, tarihin muhtelif devirlerinde benimsemiş olduğu görüş, duygu ve fikirleri muhafaza eden canlı abide, o ulusun dilidir. Herhangi bir sanat eserinin veya herhangi bir sanatkarın, şu veya bu ulusa mensup bulunduğu hakkında' tereddüt ve şüphe edilebilir. Fakat Türk dilinde yazılmış bir eser, hiç şüphesiz, Türk ulusunun eseridir. Türkçe ifade edilmiş en ufak bir tabir dahi, Türk ulusunun kıymetli bir malıdır. Dil, kendi içinde, bir ulusun bütün geçmişini sakladığı gibi, onu sonsuzluğa götürecek en büyük kudreti de, kendinde taşıyan tek varlıktır. Her nerede Türkçe konuşan bir kardeşimiz varsa onlara selam olsun.

Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.

Kaynakça:

LEVEND Agah Sırrı, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1960

GÖKBERK Macit, Değişen Dünya Değişen Dil, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2004

AĞAKAY Mehmet Ali, Türkçe Felsefe Terimlerinin Dil Bakımından Açıklanması Dolayısıyla Bazı Kelime Yapı Yolları, İstanbul, Türk Dil Durumu Yayınları, 1943

Derleyenler, YÜCEL Tahsin, AKARSU Bedia, Macit Gökberk Armağanı, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları, 1983

KAYNARDAĞ Arslan, Felsefecilerle Söyleşiler, İstanbul, Elif Yayınevi, 1985

AKARSU Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Remzi Yayınevi, 1987

ÇOTUKSÖKEN Betül, Nermi Uygur’un Felsefe Dünyasından Kesitler, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1995

UYGUR Nermi, Kültür Kuramı, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1984

UYGUR Nermi, Felsefenin Çağrısı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001

UYGUR Nermi, Türk Felsefesinin Boyutları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002

UYGUR Nermi, Dilin Gücü, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 12.05.2022
  • Süre : 8 dk
  • 2011 kez okundu

Google Ads