“İnsan Yedisinde Neyse Yetmişinde Odur” Sözünün Ahlak Felsefesindeki Karşılığı Nedir?
İslam Ahlak Felsefesini, üç temel soru/nu (özgür irade, doğru eylem ve en yüce iyi) merkezli inceleyip özgür iradeye sahip olan kişinin, seçeneklerini rasyonel bir şekilde değerlendirip, doğru bilgiye uygun davranmasını (salih amel) ister. Bunu gerçekleştirmenin kişinin kendini iyi hissetmesini ve mutlu olmasını sağlayacağını belirtir.
Peygamberimizin “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” ve “Ahlakınızı güzelleştiriniz” şeklindeki sözleri ile “insan yedisinde neyse yetmişinde odur” sözünü bir arada düşündüğümüz zaman “Ahlak ve Felsefesi Ne İçindir ve Neye Yarar?” diye sormak gerekmez mi?
Bu etik ve ahlak kavramlarının analizini, temelde ahlakın değişip değişmediği meselesi bağlamında müzakere edilir. Felsefe “İyi Yaşama Sanatı” olarak tanımlanır ve “Neyi bilebiliriz, neyi yapabiliriz ve neyi umut edebiliriz?” soruları merkeze alınarak iyi ve doğru olanı bilmek, bunu eyleme geçirmek üzerinde durulur.
İslam Ahlak Felsefesini, üç temel soru/nu (özgür irade, doğru eylem ve en yüce iyi) merkezli inceleyip özgür iradeye sahip olan kişinin, seçeneklerini rasyonel bir şekilde değerlendirip, doğru bilgiye uygun davranmasını (salih amel) ister. Bunu gerçekleştirmenin kişinin kendini iyi hissetmesini ve mutlu olmasını sağlayacağını belirtir. Evet, iyi ve doğru olanı yapmak önemli de, kişi bir ahlakî eylemde bulunurken bunu gerçekten istediği için ve iradi olarak mı yapmıştır, yani özgür müdür essahtan, yoksa bir takım yan etkenler, içinde bulunduğu kültürel ortamın baskısı sonucunda mı yapmıştır o “iyi eylem”i?
Bu soru bağlamında İslam geleneğinde Mutezile ve Cebriyye’nin iki zıt görüşü savunduğu hepimizin malumu. Belki bu nedenden dolayı etik ve ahlak ayrımı yapılır, önemli olan bir takım iyi davranışları öğütlemenin yeterli olmadığının bilincinde olup, ahlakî bağlantılar üzerinde durmanın önemi vurgulanır. Peki bunu söylemek ve öncelemek, yeterli mi? Bunları konuşurken birisi çıkıp, “hadi ya, insan yedisinde neyse yetmişinde de odur, bak işte şu örnek” diye başlarsa ne denilecek ona?
• Haddini/sınırlarını bilmek gibi irfan olmaz
Düşünce tarihinde “Kendini Tanımak” serüveni yani Sokrates geleneği İslam düşüncesine “kendini bilen Rabbini bilir” önermesiyle dönüştürülür, iyi olmanın insanın doğasındaki temel yetilerin öfke/gazap, şehvet, akıl güdülerinin/yetilerinin itidalli kullanımıyla yiğitlik, iffet ve hikmet erdemlerinin gerçekleşeceğini söyleyip, insanın doğasını değiştirmesinin mümkün olduğunu, üç yetisini itidalli kullananın pratikte adaleti gerçekleştiren olduğunu da söyleyebilirsiniz.
Bilgelik yani “sophia” budur, yani makul bir davranışta bulunmak, her türlü aşırılıktan, ölçüsüzlükten kaçınmak deyip, felsefenin “iyi yaşama sanatı” olduğunu da söyleyebilirsiniz.
Bunun erdem haline dönüşmesi ise defalarca yapılmasıyla yani iyilik, yiğitlik, iffet ve cömertliğin bir alışkanlık haline dönüşmesiyle olur. Artık hikmet, hak ile batıl; iyi ile kötü, güzel ile çirkini idrak etmeye fikri alıştırıcı güzel bir yetidir. Şecaat, güzel bir ahlak yetisi olan yiğitliğe (Necdet) dönüşünce ifratı olan öfkelenme ve tefriti olan korkaklıktan uzak durulur. Daha basit ifadeyle şecaat/necdet ise insani değerlerin korunup yaşatılması gereken yiğitliği sağlar.
Hikmet, “Ahlak Felsefesi”nin kurucu ve temel disiplinini oluşturur. Bu anlamda felsefe gerçekten “iyi yaşama erdemi”dir. Adalet erdemine gelince, bu temelde bireysellikle ilgili olan üç erdemin toplamı olup, insan-insan ilişkisini gösteren ve kişinin diğer insanlarla olan her türlü eylemin dengede olmasını ifade eder. İsteme, arzu ve tutkularımızı ifrat ve tefritten uzak bir şekilde belirleyebilir; kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmazsak adalet ilkesini gerçekleştirmiş oluruz.
Özetle adalet, teorik erdemlerin sonucunda gerçekleşen pratik bir erdemdir. Diğer bir ifadeyle adalet, doğru eylem (Salih amel) demektir. Doğruluk ise bireysel ve toplumsal düzeyde bir uyum ve denge hali olup, ancak özgür bir irade sonucunda gerçekleşir. İnsan tercihini her daim, iyi, doğru ve faydalı olandan yana yapmayı bir ödev olarak görmesi, onun irade hürriyetini sahip olarak sorumluluklarının bilincinde olduğunu gösterir.
Bu tür bireylerin çoğalmasıyla “itidal üzere olan orta/vasat ümmet” oluşacağını, bunların iyilikte güzellikte yarışacaklarını da söyleyebilirsiniz teorik olarak. Pratik de ise bunu yapan bir örnek insan (üsvetun hasene) olarak Peygamberimizin uygulamalarını (sünnet) göstermek de mümkün.
• İyi Yaşama Sanatı Felsefe; Hikmete; Yani Düşünme Çağrıdır
Bu noktada Hz. Adem’den Hz. Muhammed (sav) kadar gelen bütün örnek şahsiyetlerin uygulamalarını hikemî bilgi birikimi olarak okuyup, felsefeyi “Hikmet edinmeye” yani düşünmeyi öğrenmeye çağrı olarak görüp, bilgeliğin hayata geçirilmesi olduğunu söyleyip, ilaveten başkasına iletildiği ve paylaştığı zaman tam bilgelik olacağını söylemek mümkün. Nitekim “İyi”nin tanımlamasında ve eyleme geçirilmesinde farklı kültürel dokular ve bir görecelilikten bahsedilebilir ama yanlışa evet demeyen bir yer var ki, biz ona vicdan diyoruz, kötü/yanlışta daima ses verir.
Buradan hareketle genel geçer ahlak ilkelerinden bahseden rasyonalist gelenek var zaten demek yukarıdaki tespitimizi destekleyebilir. Ama bunun göreceliğini fayda, haz üzerinden temellendiren geleneklerde var. Bireyselliği itidalli bir şekilde tutmaya çalışan personalizm (şahsiyetcilik) de var.
Burada Menon Diyaloğu’ndan itibaren tartışılan erdem doğuştan mıdır, yoksa öğrenebilir ve öğretilebilir bir şey midir, sorusu gündeme gelir ve düşünce tarihinin aslında “tarih” olmadığını, aksine “güncel” olduğunu bize hatırlatır. Çünkü Sokrates insanlara yüksek ücretlerle erdemli olmayı öğrettiğini sananların kendi çocuklarına bile erdemi öğretemediklerini söylerken, günümüzdeki deizm-ateizm müzakerelerini ve bizim din yorgunluğuyla ifade etmeye çalıştığımız “dindar nesil” tartışmalarını hatırlatır. Ama yazının başlığındaki insan yedisinde neyse yetmişinde odur” önermesinin İslam geleneğinde karşılığının üç kardeş ( İhve-i selâse) meselesiyle izah edilen hususlar olduğunu da gözden kaçırmamak gerek.
• Menon diyaloğu, Euthyphron ikilemi, Üç kardeş meselesi
İmam Eş‘arî’nin önceleri mensup olduğu Mu‘tezile mezhebini terk edip Sünnîliğe geçişini izah ederken kullanılan ve “üç kardeş meselesi” diye bilinen müzakere temelde kötülük sorunuyla ilişkilidir. İlahiyat fakültesi kelam ve mezhepler tarihinde Mutezile, yani itizal edenler, ana bünyeden ayrı düşenler diye nitelenen öğretinin kopuş nedenidir bu mesele. Gerçi bu görüşe sahip olanların kendilerini “Ehl-i tevhid ve’s-sıfat diye nitelendirir ve “insan için en iyi olanı yaratmak Allah’a vâciptir” şeklinde ifade edilen aslah ve vücûb görüşünü savunurlar. Bunlara karşı geliştirilen argümantasyonda, üç kardeşten mü'min olan cennete, kâfir olan cehenneme, küçük yaşta ölen insan ise araf’ta, iki konum arasında bir yerde olduğu tartışmasıdır bu temelde.
Burada ayrıntılarına girmeye gerek yok, yedisinde neyse yetmişinde odur ister cennetlik ister cehennemlik olsun ikisi içinde söylenebilir, yani Anadolu irfanı bunu özetlemiş böyle. Benzer bir deyim de şudur: “Asıl azmaz, bal kokmaz, kokarsa yağ kokar aslı ayrandır” Ahlakın değişip değişmemesi meselesinde ya da ahlak veya etik ne işe yarar sorusu bağlamında, pek işe yaramadığı söylenebilir.
Peki bu ilâhî bilgi ve adalet kavramları merkezinde konuşulan felsefî/kelamî bir mesele olup, araf’ta yani iki arada bir derede kalan kişinin durumunda bu durumun gerçekleşip gerçekleşmediği meselesidir. Tanrı’nın adaletini ve insan iradesinin özgürlüğünü, insanın doğasındaki yetileri itidalli bir şekilde kullanarak kötü olandan uzak durup iyiyi önceleyebileceğini vurgularken araf’ta olanın durumu ne olacaktır?
Başlıktaki soru da böylece askıya alındı. İyi dediğiniz iyi olduğu için mi Tanrı tarafından emredilmiştir ya da Tanrı ona iyi dediği için o iyi olmuştur tartışmalarına da girmeyelim. Ama felsefe tarihinde Euthyphron ikilemi ya da “İlahi Buyruk Teorisi” dediğimiz hususla yani, inanmamız gereken şeyin Tanrı’nın ne istediği bağlamında belirlenip belirlenmediği şeklinde yüzyıllardır müzakere edildiğini hatırlatalım bence.
İslam kelamında bu husn-kubuh yani iyi/güzel ve çirkin/kötünün mahiyeti bağlamında müzakere edilir. Modern felsefede Leibniz ile birlikte tekrar gündeme alınmıştır. Tanrı her şeye müdahil olur ve her şeyin Tanrı tarafından belirlendiğini söylerken, yapılmaması gereken bir eylemi yapan birisi, Tanrı’nın kanunun ihlal ettiğim için beni cezalandırması gerçekten adil bir davranış mıdır, diye sorarsa ya da madem öyle demiş, bende onu haksız çıkarmamak için yapıyorum bunu derse, sen her zaman böyleydin, asıl azmaz bal kokmaz ya da yedinde neysen yetmişinde osun demek anlamlı mı?
• Ve Müslüman Filozoflar
Müslüman filozoflar bu noktada insanın doğasındaki yetileri itidalli kullanarak erdemli (faziletli) davranışları önceleyebileceğini, rezaletlerden kaçınabileceğini söyleyerek, insanın yedisinde neyse yetmişinde odur, önermesini tutarsız bulurlar. Peygamberimizin sözlerini de çevremizde iyi olana yönelmemizde çeldiricileri giderebileceğimizi veyahut etkisin en aza indirgeyebileceğimizi, zayıflatabileceğimizi söylerler.
Aklî, ruhu ve ahlakî etkinlikler alanında insanın kendini/nefsini disiplin altına almasıdır diyerek bir ahlak felsefesi geliştirmeyi deneyen Mutezile geleneği içinde yetişen ve İlk İslam kelamcı filozofu olarak Kindî’dir. Kelamî tartışmalardan felsefî müzakerelere geçişi başlatan alim olarak sunulan Kindî’nin felsefe tanımları ve sanatların en üstünü, hikmetlerin hikmeti olarak görmesi önemli. Aslında tam bu noktada Mutezilî alimlerin felsefenin gelişebileceği entelektüel bir ortam oluşturduğunu hatırlarsak, Kindî’nin ve içinde yetiştiği kültürel ortamın önemi daha iyi belirlenir.
Bu gelenek içinde yetişen Eş‘arî’nin daha sonra bir karşı duruşla bir “inanç etiği” geliştirmeye çalıştığı bilinmektedir. Mutezilenin bir davranışın ahlaken iyi veya kötü olması, Allah’ın onu emretmesi veya yasaklamasıyla değil, o davranışta bulunan faydalı veya zararlı olma gibi birtakım özellikler sebebiyle olduğunu söyleyerek, insan aklıyla ahlakî tutumlarının objektif bir varoluşa sahip olduğunu bilebilir.
Bunu söylemek yani eğer Tanrının emirlerinden bağımsız olarak bir takım ahlakî kurallar varsa, Tanrı’nın hâkimiyeti sınırsız değil veyahut “Mutlak Kudret Paradoksu” dediğimizi çıkarmaz mı? Ya da “kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma” ilkesinden hareketle herhangi bir ilahi emre dayanmadan bir ahlakî tutum içinde olma mümkün değil mi?
Daha net bir ifadeyle söyleyecek olursak, Euthyphron ikilemin teist düşünce açısından sorun yaratan yönleri hem teizm eleştirisi olarak hem de teizm karşıtı bir ahlak anlayışı geliştirebilmek için kullanılmasına ne denilecektir?
Türklerin itikadi açıdan önder kabul ettiği Maturidî’ye göre iyilik, kötülük gibi ahlakî değerler, ontolojik manada objektiftirler. İnsan davranışları, bizzat iyi olanlar, bizzat kötü olanlar ve bu ikisi arasında bulunanlar olmak üzere üçe ayrılırlar. Bizzat iyi ve bizzat kötü olanın bilgisine insan aklı, vahiyden bağımsız olarak sahip olurken, diğerleri ancak vahiyle bilinirler.
Filozoflara tekrar gelecek olursak, İbn-i Rüşd’ün Mutezilîlere benzer bur tutum içinde olduğunu, Farabî’nin iyi/güzel olanı yapanla, bunu alışkanlık haline getiren erdemli kişi arasında ayrım yaptığını, asıl olanın ikincinin hedeflenmesi olduğunu söylediğini hatırlamak önemli. (Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, Doğu Batı Yayınları, 7 .basım İstanbul: 2017, 86; M.Uyanık, A.Akyol, İslam Ahlak Felsefesi, Esin Yayınları 2018: 139-146)
Burada insan ahlakının değişmesinde alışkanlıklarımızın etkisi üzerinde durulur ve “ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” ile “ahlakınızı güzelleştiriniz” sözleriyle insanın sürekli kendini sorgulamasını önerilir. Buradan hareketle Menon diyaloğunda paradoksunun öğretim yöntemlerini esas alan bir öneri getirdiğini söylemek mümkündür. Çünkü teorik erdemler, insanda doğuştandır, bunların hatırlanması, ortaya çıkarılması gerekir ki, bu da düşünmeyle olur. Bunlara fikri erdemler der.
Öğrenmek ve öğretmek bu aşamada önemlidir, zira milletlerde teorik erdemleri oluşturmak sözle böyle yapılır. Sohbet etmenin, nasihatlerin bu noktada etkin olduğu söylenebilir. Bir de bunun eğitim boyutu vardır ki, ahlak erdemleri ve bilimsel sanatları oluşturmayı sağlar. Öğretim yalnızca söz ile olurken eğitimle insanlar bilgi yetilerinde doğacak eylemlere yöneltilir, onlarda iyi ve güzel kararlar almasına katkı sağlanmak hedeflenir.
Bu çerçevede Farabî’nin ahlak felsefesinin yakın hedefi eğitim ve davranışlar, uzak hedefi ise mutluluğun elde edilmesidir. Peki, niye uzak hedef diye sorulursa, mutluluk bizatihi iyi, hiçbir şeye araç olmayıp doğrudan bizatihi hedef olmasından dolayıdır.