Site İçi Arama

dinfelsefe

Türklerde Tengri İnancı ve Tengricilik

Türk mitolojisinde Eski Türklerin ve Moğolların bugün Tengricilik adıyla bilinen geleneksel inancı, kısa zaman öncesine kadar Türk Şamanizm’i diye adlandırılıyordu. Ancak Şamanizm terimi artık yalnızca Sibirya'daki inanç sistemi için değil, bütün dünyadaki ilkel inançlar için kullanıldığından 1990'lardan beri Türklerin ve Moğolların geleneksel inancı için Batılı bilimciler arasında Tengrizm adı giderek yaygınlaşmaktadır.

Tengricilik Nedir? Kökeni Nereden Geliyor?

Tengri, eski Türk ve Moğol inançlarında yaratıcı, yaratan manasında kullanılmıştır. Tengricilik, Gök Tengri inancı veya Gök Tanrı inancı, Türk ve Moğol halklarının, şimdiki inanç sistemlerine katılmadan önceki yaygın inancıdır. Tengri, bugünkü Türkçedeki Tanrı kelimesinin eski söyleniş şeklidir. Orhun Yazıtlarında çözülen ilk sözcük Tengri olup, yazılışı "????????????????" şeklindedir.

Yapılan araştırmalara göre Tengricilik inancını paylaşanların sayısının 2-5.000.000 arasında olduğu tahmin ediliyor. Eski Türkçe ve Eski Moğolcada bu inanca göre Gök'ün yüce ruhu Tengri'ydi. Kişiler kendilerini Gök ata Tengri, toprak ana Ötüken ve insanları koruyan atalarının ruhları arasında kendilerini güvende hissederlerdi. Tengri’ye, Öteken’e, atalarının ruhlarına ve diğer doğa ruhlarına dua ederlerdi. Büyük dağların, ağaçların ve kimi göllerin güçlü ruhları barındırdıklarına inanırlardı. Dualarını bu cisimlere yöneltseler de bu cisimleri Tanrı olarak kabul etmezlerdi! Sadece Tanrı’nın yeryüzündeki varlığının bir göstergesi olarak görürlerdi. Göğün ve yer altının yedi katının olduğuna, her katta çeşitli ruhların var olduğuna inanılırdı. 

Türkler doğaya, ruhlara saygılı davranıp belli kurallara uyarak dünyalarını dengede tutmaları ile kişisel güçlerinin doruğa ulaştığına ve dışarıya yansıdığına inanırlardı. Eğer bu denge, kötü ruhların saldırısı veya bir felaketten dolayı bozulursa bir kamın yardımı ya da Tengri'ye verilen bir adak ile yeniden düzene sokulması gerektiğine inanılırdı. Bu inancın kalıntılarını günümüzde Moğollarda Lamaizm’le birleşmiş şekilde ve kimi hâlâ doğaya bağlı göçebe yaşam tarzı sürdüren Türk halklarında, mesela Altay Türklerinde, Çuvaşlarda ve Sahalarda; ayrıca da Finlandiya ve Macaristan'da bulmak mümkündür. Yine İslâm, Hristiyanlık, Budizm, Musevilik ya da Taoizm ile birlikte Tengricilik, geleneksel kültürün bir parçası olarak hâlâ yaşatılmaktadır. Örnek olarak ağaca çaput bağlama gibi gelenekler ve Türkiye Türkçesindeki "Utançtan yedi kat yerin dibine girdim" deyimi Tengriciliğin kalıntıları olarak gösterilebilir. Yine ölen birisin ardından yapılan mevlit törenleri ile yedisini ve kırkını çıkarmak, elli ikisini okumak ve yılı devirmek de bu kapsamdadır. Bütün bu ritüellerimiz, Tengri dininden bugünkü biz Türklere geçmiş geleneklerdir. Bu geleneklere yalnızca Müslüman Türklerde ve Müslüman Boşnaklarda rastlanır, örneğin mevlit okuma kültürü böyledir. Müslüman Boşnaklar ise bu adeti Osmanlı döneminde Müslüman Türklerden edinmiştir. Genel olarak dini ne olursa olsun tüm Türk uluslarında Tengri dönemi geleneklerine rastlamak mümkündür. 

Tengricilik Gelenekleri

Türk mitolojisinde Eski Türklerin ve Moğolların bugün Tengricilik adıyla bilinen geleneksel inancı, kısa zaman öncesine kadar Türk Şamanizm’i diye adlandırılıyordu. Ancak Şamanizm terimi artık yalnızca Sibirya'daki inanç sistemi için değil, bütün dünyadaki ilkel inançlar için kullanıldığından 1990'lardan beri Türklerin ve Moğolların geleneksel inancı için Batılı bilimciler arasında Tengrizm adı giderek yaygınlaşmaktadır.

Julie Stewart "Moğol Şamanizm’i" adlı makalesinde şunları belirtiyor: Batılı bilim adamları bu inanç için gitgide daha sık Tengrizm adını kullanıyor. Bu ad bu inanç için çok daha isabetli, çünkü bu inanç tamamen Tengri'nin etrafına inşa edilmiştir ve insanların günlük ibadetleri için bir Şaman (Kam)'a ihtiyaçları yoktur. Güneş, Ay, ateş ve su; Tengri'nin kudretinin sembolleridir. İnsanların Gök'e dua ederek elde ettiklerine inandıkları "Buyan" adlı enerji, güneşin göğün neresinde durduğuna bağlı olarak değişir. En fazla buyanın yeni ay ve dolunayda elde edilebildiğine inanılır. Yılın en uzun gününün yaşandığı ve gündüz ile gecenin eşit olduğu günler, en önemli bayramlardır. Yılbaşı, 21 Aralık'tan sonra gelen ilk yeni ayda kutlanır. "Kızıl Güneş Bayramı" ise 21 Haziran'dan sonra gelen ilk dolunayda kutlanır. Venüs gezegeninin Türklerdeki adı "Erklik" iken, Moğollardaki adı "Tsolman"dır. "Ateşli ok" denilen yıldız kaymalarını ve yeryüzüne düşen meteorları Erklik Han'ın gönderdiğine inanılır (Erlik Han ile karıştırılmamalı). Büyük ayı yıldızlarına Moğollarda Doolon Obdog "Yedi Yaş Damlalı Adam" derler. Gök'ün Ülker yıldızlarına bağlı olduğuna ve Ülker'in etrafında döndüğüne inanırlar.

Ak Ay bayramında 14 adet tütsü yakılır. Bunların ilk yedisi "Yedi Yaş Damlalı Adam" ve diğer yedisi Ülker içindir.

Yeraltı Alemi

Çoğu eski inançlardaki gibi Tengricilikte de gerçek âlemin yanında bir gök âlemi, bir de yer altı âlemi vardır. Bu âlemlerin arasındaki tek bağlantı, dünyanın merkezinde duran Dünyalar Ağacıdır. Gök âlemi ve yer altı âleminin yedişer katları vardır. Bazen yeraltı dokuz, gök de 17 kat olarak geçer. Şamanlar bu âlemlere yolculuk yapmak için birçok girişler tanımlarlar. 

Bu âlemlerin katlarında, aynı yeryüzündeki insanlar gibi bir hayat sürdüren varlıklar vardır. Onların da kendi saygı gösterdikleri ruhları ve şamanları vardır. Bazen bu varlıklar yeryüzünü ziyaret ederler ama insanlara görünmezler. Sadece ateşin garip bir cızırtısında ya da bir tilkinin havlamasında kendilerini belli ederler ve şamana görünürler. Yeraltı âleminin yeryüzü ile birçok benzerlikleri varsa da yeraltı halkının, insanlarda olduğuna inanıldığı gibi, üç yerine sadece iki ruhu vardır. Onlarda vücut ısısını üreten ve nefes alınmasını sağlayan ami ruhu eksiktir. Bu yüzden çok beyaz tenlilerdir ve kanları çok koyu renklidir. Yeraltı âleminin güneşi ve ayı çok daha az ışık verir. 

Yeraltında da ormanlar, ırmaklar ve yerleşim yerleri vardır. Yer altı âleminin efendisi Erlik Han'dır (Moğolca: Erleg Han). Erlik, Tengri'nin bir oğludur. Yeraltında yeniden doğmayı bekleyen ruhları da Erlik Han kontrol eder. Eğer hasta bir insanın "süne ruhu" daha ölmeden yeraltı âlemine kayarsa bir şaman, Erlik Han ile pazarlık yaparak onu tekrar geri getirebilir. Eğer bunu başaramazsa hasta ölür. 

Gök âlemi (Cennet/Uçmak)

Gök âleminin de yeraltı âlemi gibi yeryüzü ile benzerlikleri varsa da bu âlemde insanların ruhları bulunmaz. Bu âlem, yeryüzünden çok daha aydınlıktır. Kimi rivayetlere göre yedi tane güneşi vardır. Yeryüzündeki şamanlar bu âlemi ziyaret edebilirler. Burada sağlıklı, hiç dokunulmamış bir doğa vardır ve buranın yerlileri atalarının geleneklerinden hiçbir zaman sapmamışlardır. Bu âlem Tengri'nin himayesi altıdadır. Kimi günlerde Gök âleminin kapısı aralanır ve ışığı bulutların arasından parlar. Bu anlar, şaman dualarının en tesirli olduğu anlardır. Bir şaman, kendisini gök âlemine götüren hayalî yolculuğunu bir kuşun, geyiğin ya da atın sırtına binerek ya da bu hayvanların şekline girerek gerçekleştirir. 

Bir Tengrici’ye göre dünya sadece üç boyutlu bir ortam değil, aynı zamanda durmadan dönen bir çemberdir. Her şey bu çemberin içine bağlıdır ve çember durmadan eskir ve yenilenir. Dünya'nın üç boyutu, Güneş'in hareketi, durmadan hareket halinde olan mevsimler ve bütün yaratıkların ölümden sonra tekrar doğan ruhlarından oluşur. Tengricilikte insan ve hayvanların birden çok ruha sahip olduklarına inanılır. Genelde her insanın üç ruha sahip olduğu kabul edilir, ancak ruhların adları, nitelikleri ve sayıları kimi kavimlerde farklı olabilir: mesela Sibirya'nın kuzeyinde yaşayan ve bir Moğol halkı olan Samoyetler, kadınların dört, erkeklerin beş ruha sahip olduklarına inanmaktadırlar. 

Tengricilikte Ruh İnancı

Bir Türkolog ve Tengri inancı araştırmacısı olan Kuzey Amerika'da, Orta ve Kuzey Asya'da araştırmalarda bulunmuş olan Paulsen ve Hultkratz, bu ruh inancının bütün halklarda aynı olan iki ruhunu şöyle açıklamışlardır: Nefes, hayat ya da beden ruhu gölge ruhu/serbest ruh. Bunların yanında kavimden kavime değişen "kısmet ruhu", "koruyucu ruh" ve bir de "çocuk ruhu" inancını tarif etmişlerdir. Yeni doğan bir çocuğun "Omi ruhu" olduğuna ve bu çocuk, bir yaşına girdiğinde bu ruhun "Ergen ruhu"na dönüştüğüne inanılır. Ayrıca aynı kavme ait olan insanların bir "toplu ruh"a sahip olduklarına inandıkları saptanmıştır. Bu "kolektif ruh" inancı, aynı türe ait olan hayvanlara da yansıtılır. Yani aynı türe ait olan hayvanların büyük bir toplu ruha bağlı olduklarına inanılır. Türklerde ve Moğollarda insan ruhları için birçok farklı adlar bulunur, ancak bunların özellikleri ve anlamları henüz yeterince araştırılmış değildir. 

Türklerde; Özüt, Süne, Kut, Sür, Salkin, Tin, Körmös ve Yula ruh isimlerine rastlanır. Moğollarda ise Sünesün, Amin, Kut ve Sülde isimleri kullanılır. Jean Paul Roux, bu ruhların yanında bir de Uygurların Budist dönemlerinden kalan yazılarda sözü edilen "Özkonuk" ruhuna dikkati çeker. 

Moğolistan'a araştırmalar yapmak için gidip sonunda hayatını Tengriciliğe adamış ve "Sarangel Odigen" adlı Şamaniçe olarak Moğolistan'da vefat eden din bilimci Julie Stewart, Tengricilik hakkında yazdığı makalelerinden birinde ruh inancını şöyle tarif etmiştir:

Âmin ruhu, Nefes almayı ve vücut ısısını sağlar. Âmin ruhu tekrar canlandırır. Bu ruhun Türklerdeki adı "Özüt" olsa gerek. Kaşgarlı Mahmud, yazdığı Divânu Lügati't Türk adlı eserinde "Özüt ruhu"nu nefes ruhu olarak tarif etmiştir. Sünesün ruhu, Vücudun dışında suya gider, suyun içinde hareket eder. Tabiattaki su çemberi gibi bir varlık sürdürür. İnsan ölünce yer altı dünyasına iner. Tekrar dünyaya gelmesi gerektiğinde bir kaynaktan çıkar ve bebeğin içine girer. 

Sülde ruhu; bir insana kişiliğini veren benlik ruhudur. Diğer ruhlar insan vücudunu terk ederse sadece baygınlığa, benliğini yitirmeye ya da komaya yol açarlar. Fakat bu ruh vücudu terk ederse insan ölür. İnsan ölünce doğada bir cisme girer ve Yer Su ruhu olur. Tekrar dünyaya gelmez.

Hayvanların iki ruhu vardır. Hayvan öldüğünde bunlardan birisi tekrar dünyaya gelir ve diğeri doğaya yerleşir. Hayvanlar, yeniden dirilebilen bir ruha sahip oldukları için onlara da saygılı davranmak ve eziyet etmemek gerekir! 

"Kut", Tengri'nin sadece hükümdarlara verdiği güçlü bir ruhtur. Tengri, bu ruhu bir kağana uygun gördüğü zaman verir ve yine uygun gördüğü zaman geri alır. Bu ruha sahip olan bir kağanın unvanına "Tengrikut" eklenir. Kut'un kelime anlamı "mutluluk" olarak bilinse de bu ikincil anlamı olarak kabul edilir, keza, bu kelimenin Moğolca karşılığı olan "su" "kader" şeklinde çevrilmiştir. Aynı şekilde, Moğol devrinin belgeleri de bu ruhun Cengiz Han ve soyuna özgü olduğunu söyler. Tengri, onun kut'unu verdi ve dedi ki: “Otlaklığında genç hayvanlar olsun ve hayatın uzun olsun.” Aynı kitap hayvanlar için onu işin içine şöyle katıyor: "Bir küçük kuş, bir küçük geyik, bir küçük insan kaybolmuş, ancak Tengri'nin kut'u sayesinde hepsi güvenlikte ve canlı olarak bulunmuştur."

Metinlerden, kut'un hayat için gerekli olduğu ama yalnızca tek bir defa verilmediği anlaşılmaktadır. Kut, "devam etmekte", yerleşmekte veya Orhon yazıtlarında denildiği gibi "onaylanmaktadır." Türk inancına göre, eskiden bunun dağıtıcısının bizzat Tengri olmasına karşın, bu ruh başka üçüncü güçler tarafından da insanlara taşınabilir. Anlamıysa, yenilgiye uğramış bir halkı "serbest bırakmak", daha yaygın olan anlamı ise "göndermek"tir. Kâşgarlı Mahmud bu ifadeyi "göndermek, serbest bırakmak" şeklinde yorumlamaktadır. "Rahatsız edilmeyen, kendi halinde huzur içinde bırakılan her hayvan bu niteleme sıfatını taşır. Bu hayvana ne yük taşıtılabilir ne sütü sağılabilir ve ne de yünü kırpılabilir. Sahibinin vermiş olduğu sözden ötürü, bu hayvan güdülür ve korunur. 

Diğer Kutsallar

Ayrıca, hayvanların dışında, belirli coğrafi bölgeler de kutsal sayılmıştır. Ötüken Ormanı ve Tamir Nehri bunlara örnektir. Bu demektir ki, bu yerlerde dünyevî hiçbir eylemde bulunulamaz; orada yaşayan hayvanlar öldürülemez ve orada yaşayan bitkiler koparılmaz. Tengri'nin yanındaki diğer kutsal varlıklar şunlardı: Tengricilikte ataların kutsal sayılması ve hatta kimi büyük hükümdarların ölümlerinden sonra Tanrı olarak kabul edilmesinden dolayı kabileden kabileye farklı tanrısal varlıklar bulunur. Bu yüzden Tengriciliğin bütün kutsal varlıklarının bir araya toplanması imkânsız gibidir. Mesela Altaylarda çok yüksek bir Tanrı olarak görülen Kara Han'ın Oğuz Han'ın babası olduğu düşünülmektedir. Ayrıca Macar bilimcilere göre Macarcadaki "Tanrı" anlamına gelen "İsten" kelimesi İstemi Kağan'a ölümünden sonra Tanrı olarak tapılmasından kaynaklanmaktadır. Tengriciliğin bir tek-Tanrı dini olup olmadığı hakkında farklı görüşler var olduğu için bu kutsal varlıkların gerçekten "Tanrı" olarak mı, yoksa sadece "güçlü ruhlar" olarak mı adlandırılması gerektiği kesin olarak söylenememektedir.

Tengrici bir insanın doğaya karşı saygısı büyüktür. Çünkü inananlara göre doğa ruhlarla doludur. Büyük bir dağın, görkemli yaşlı bir ağacın, bir gölün ya da bir vahşî hayvanın bir ruhu ve böylece bir kişiliği vardır. İnsan doğadan sadece kendine ve ailesine lazım olduğu kadarını alır, savurganlık Tengri'yi ve Yer suları öfkelendirir. Eğer insan doğadan bir şey alabildiyse bu salt doğa ruhlarının rızası ile olmuştur. Bu yüzden onlara minnettar olması gerekir.

Çin'in Tang döneminden kaldığı düşünülen göç destanında Türkler, 40 kuşaktan beri kutsal saydıkları ve ondan güç aldıkları bir kayayı Çinlilere bırakırlar. Gök, aniden garip sarımsı bir renge bürünür, kuş ötüşleri ve doğadaki diğer sesler kesilir, bozkırlar sararmaya, solmaya başlar, Türklerin ve sürülerinin arasında salgın hastalıklar çıkar ve doğadan yer sularının sesleri duyulur: "gööç gööç" diye. Yer su ruhları bu şekilde kendilerine ihanet eden Türkleri memleketlerinden kovar ve cezalandırırlar. 

Dağ ruhlarının çok güçlü olduklarına inanılır ve bereket için onlara dua edilir. Her Tengrici halk, yaşadığı bölgenin en yüksek dağına hitap eder. Böylece günümüze kadar tüm Avrasya'da kimi dağ adları, bu eski inancın kalıntıları olarak muhafaza edilmiştir. Bir dağ ruhuna edilen dua, bir "Oba"ya yöneltilir. Bu oba, dağın yakınında bulunan ve o dağı temsil eden, 2-3 metre yüksekliğinde dallardan oluşan bir yığıntıdır, yanından geçen kimse üç kez etrafında dolanır ve sonunda obanın tepesine bir taş koyar. Böylece yolculuğunun devamı için uğur ve kendisi için güç aldığına inanır.

Altay dağları; zirvesinde Altay Han'ın oturduğuna inanılır. Issık Kul, Kırgızistan Kırgızların mitolojilerinde güçlü bir ruhu barındıran kutsal gölün ismidir. Musala (Bulgaristan) dağı, Balkanların en yüksek dağıdır ve 15. yüzyıla kadar bir Türk kavmi olarak yaşayan Ön Bulgarların verdiği Tangra (Tengri) adı ile tanımlanmıştır. Daha sonra Osmanlılar bu dağa Arapçadan gelen "Maaşallah" adını vermiştir. Günümüzdeki Bulgarlar, maaşallahtan türetilmiş olarak "Musala" derler.

Tanrı Dağları Uygurca Tengri Tav demektir. Orta Asya'da bulunan büyük dağ sistemlerinden birini oluşturan sıradağlardır. Tengri'nin Türk adını burada verdiği iddia edilir.

Tengricilikte Adak Çeşitleri

Kanlı adaklar, en çok makbule geçtiğine inanılan adak hayvanları beyaz atlardır. Atların dışında koyun, keçi ve sığır da kurban edilir. Tengricilikte bir hayvanı kurban ederken dikkate alınması gereken birçok kural vardır. Bir hayvanın tekrar doğacak olan bir ruhu olduğu için ona karşı saygı duyulur ve hayvana gereksiz acı çektirmemeye çalışılır. Kurban hayvanının başı kesilmez, çünkü ruhu kafasında, boynunda ve solunum yollarında bulunur ve bu yüzden bölünmemesi gerekir. Ayrıca kanının akmaması, kemiklerinin kırılmaması ve hayvanın, postun karın kısmında bulunan bir yırtığın dışında tek parça kalması gerekir. Hayvanın karın kısmından bir kısım kesilerek buradan hayvanın içine el sokulup can damarı bölünür. Moğolistan'da hayvan kesimleri hâlâ bu şekilde yapılmaktadır. Daha sonra hayvan ikiye bölünür ve iki ayrı ateşin üstüne asılır. Hangisinin dumanı dik bir şekilde göğe doğru çıkarsa o bölümü kül olana kadar ateşin üzerinde bırakılır. Çünkü o bölümün kokusunun Tengri'nin hoşuna gittiğine inanılır. Günümüzün Müslüman Kırgızları, Kurban Bayramlarında da at kurban ederler.

Kansız adak olarak özel seçilmiş çeşitli gıda malzemeleri, içki, tütün, silah, ev eşyaları ve at yarışları ile güreş gibi farklı şeyler kullanılır. Mesela gök gürüldediğinde bir tas kımız, yoğurt ya da ayran ile üç kez çadırın etrafında dolanılır. Yıldırımın düştüğü noktada gençler, Tengri'nin hoşnutluğunu tekrar kazanmak için güreşirler. Ama her gün yapılan ve en sık rastlanan adak, bir tas kımızdan Gök'ün dört yönüne doğru biraz sıçratarak o içkiyi içmektir. Böylece Tengri'ye, Ötüken'e, atalara adak yapılır ve gerisi bir dikişte içilir. Bu gelenek, günümüzde tüm Sibirya'da ve özellikle Moğolistan'da yaygındır. Bazen votka ile de yapılmaktadır. 

Eski Türkler de atalar kültü mevcuttu. Atalar, eski Türk toplumlarında ikiye ayrılırlar; biri kavmin, imparatorluğun kurucuları olan atalar ya da büyük hükümdarların soy kütüğü; diğeri ise boyun kurucusu, neslinden geldikleri ataların soy kütüğü.

Cenaze Törenleri

En eski Çin kaynakları, Doğu Türklerinin kendilerine kurban sunmak üzere her yıl atalarının mağara mezarlarını ziyaret etmek gibi bir geleneğe sahip olduklarını aktarırlar. Bu ziyareti bizzat hanın kendisi yapmakta ve kendisine en üst düzey yetkililer de eşlik etmekteydi. Batı Türklerinde de bu gelenek ölmüş değildi, han bu törene katılamayacak olsa bile tören için üst düzey bir yetkili görevlendirilirdi. Bu gelenekte mutlaka bir kurban adanırdı, bu bazen insan da olabilirdi. 

Olaya ritüel açıdan bakıldığında, bunun Tengri'ye adanan kurban ile eşdeğer bir anlamı olması gerekir. Bu geleneğe Bulgarlarda da rastlanır oluşu, bize bunun yalnız belli bir yöreye özgü olmayıp bozkırların bir ucundan diğer ucuna kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Bazı belgeler, bu kurban törenlerinin önemli astrolojik olaylarla aynı zamanda yapıldığını göstermektedir. Hükümdarların mezarları gizli tutulurdu. Bundaki amaç, mezar yerinin kutsiyetinin ihlal edilmesini önlemekti. Bu, İskitli göçerlerden miras kalmış eski bir gelenektir. Herodotos, İskitlerin, atalarının mezarları bulunmadığı sürece Darius'la çarpışmak istemediklerini anlatır. Türklerin ve Moğolların, ölmüş düşman hükümdarlarının mezarlarını açtırıp kemiklerini yaktırmasının ya da düşman askerlerinin mezarlarını tahrip etmesinin sebebi bu külttür. Böyle yapmış olmaları, onların, hem iskeletin içinde bir gücün yaşamaya devam ettiğine inandıklarını hem de bir atalar kültünün varlığını kanıtlamaktadır. Büyük Cengiz Han da bu ritüele uymuştur.

Tengricilikte bir insanın birden fazla ruha sahip olduğuna ve bu ruhların farklı özellikleri olduğuna inanılması, dönemlik ve bölgesel farklı cenaze merasimlerine yol açmıştır. Jean Paul Roux'a göre, eski Çin yazılarında Türklerin cenazelerini erken dönemlerinde yaktıkları ve daha geç dönemlerde gömdükleri hakkında kanıtlar bulunmaktadır. Kimi başka kaynaklara göre gömülecek cenazeler için mezarın konumu bir akarsuyun yakınında seçilir ve bu, vücudun dışında akarsu yolu ile hareket eden süne ruhunun dikkate alındığına işaret eder. Diğer kaynaklarda mezarların konumu yüksek tepelerde seçildiğine dair kanıtlar yer almaktadır. Bu, gök ile ilişkisi olan nefes ruhunun dikkate alındığına işaret eder.

Kaşgarlı Mahmud da eski Türklerin cenaze gelenekleri hakkında çok faydalı bilgiler aktarmıştır. Yukarıda saydığımız geleneklerin yanı sıra ağaçların üstünde sergilenen cenazeler olduğunu, cenaze merasimlerinde geride kalan yakınların kendilerine tırnakları ve bıçaklar ile zarar verdiklerini yazmaktadır. Cenaze merasiminde özellikle yüzde yara açmaya ve kan gelmesine önem verilmiştir. Çünkü göz yaşlarının kan ile karışıp akmasının derin bir anlamı vardır. Dikkate alınan geleneklerden cenaze çıkan bir evden 40 gün boyunca hiçbir şey alınıp, bu eve hiçbir şey verilmemesidir. Kimi kavimlerde 40 gün boyunca ölünün adı anılmaz, aksi takdirde ölünün ruhunun o evi terk etmeyeceğine ve gitmesi gereken yolculuğuna çıkmayacağına inanılırdı. 

Ölümü izleyen dönemde bazen birdenbire ortaya çıkan, bazen önceden düzenlenen ağlayıp sızlamalar ile cenaze törenlerinde yer alan ritüele dayalı dövünmeleri birbirine karıştırmamak gerekir. Çinliler, bu ayrımı gayet iyi yapmıştır. Konuyla ilgili tanımlamaları klâsik niteliktedir: ‘Onlar, cenazenin içinde olduğu çadırın kapısı önüne gelir gelmez kanlarının gözyaşlarıyla birlikte aktığının görülmesi için yüzlerini bir bıçakla kesmektedirler.’ Jordanes bunun Hunlar tarafından da yapıldığını belirtmiştir. Diğer gözlemciler arasında İbn Faldan, ‘korkunç ve vahşi bir şekilde bağırıp ağlayan’ erkekler olduğunu açıklamaktadır. Aynı zamanda at yarışları düzenlenmekte, yani ölünün çevresinde düzensiz şekilde dönülmekte, ayrıca koyunlar ve atlar kurban edilerek ‘çadırın önüne serilmektedir’. Ölünün seyredilmesi için açıkta bırakıldığı süreyle ilgili olarak dikkat çeken yedi rakamına, çoğu kez değişik faaliyetler söz konusu olduğunda da rastlanmaktadır: yedi yara, yedi kez çevresinde dönüş vb.

Gömülme tarihi geldiğinde ceset, Herodot tarafından belirtildiği ve Pazırık kazılarında da görüldüğü gibi en azından İskitlerde ve Moğollarda mezarına kadar taşınmak için araba üzerine konmaktadır. Cenaze törenleri bir araya gelmek için büyük nedenlerden birini oluşturduğu için eskiden olduğu gibi günümüzde de halk toplanmakta ve bunun için uzak yerlerden gelinmekte, yabancı heyetler davet edilmektedir. Hâlen ölüme uçan ruhun shungkur, sungur şeklinde algılanmış olup olmadığını tespit etme imkânımız yok, ancak ‘öldü’ demek yerine shungkur boldi, ‘sungur hâline geldi’ deyiminin İslam dinini kabul ettikten sonra bile Batı Türklerinde kullanıldığı görülmektedir. 

Emel Esin'in Türklerde Maddî Kültürün Oluşumu adlı eserinde vurguladığı hususlar

Kök Türkler hakkındaki Çin rivayetlerinden anlaşıldığına göre ceset, kubbeli ve yuvarlak biçimli olan Türk çadırına yatırılıyordu. Takvimde uygun bir gün seçerek yuğ merasiminin iki safhası icra edilirdi. Kök Türk beylerinin mezar taşlarında yuğ tarihleri verildiğine göre, gün belirlenirken bazı astrolojik düşüncelerin varlığından da söz edilebilir. Esasen görüleceği gibi mezar taşlarında astrolojik simgeler de bulunuyordu. Merasim için seçilen günde ceset, at üzerine bindirilip bazen çadır şeklinde bir köşk içinde silahları ve madenî ayna gibi kıymetli eşyaları yakılıyor ve başka bir mevsimde küller gömülüyordu. 

Türk kağanlarının mezar abideleri dağ şeklindeydi. Daha sonra Kök Türklerde ve Oğuz Türklerinde olduğu gibi ceset yakılmadan gömülüyorsa giyimli ve zırhlı olarak, silahları ve elinde bir kadeh içki olduğu halde, atıyla birlikte mezara yerleştiriliyordu. Mezar abidesi olarak ölenin bir portresi ve hayatı sırasında giriştiği savaşlardan sahneler tasvir ediliyordu. Ölen kimsenin hayattayken savaşta öldürdüğü kişilerin simgesi olan taşlar veya heykellere balbal deniyor ve bunlar da mezarın etrafına dikiliyordu. Balballar ve ölene kurban edilen hayvanlar, öbür dünyada hizmete tahsis edilmiş sayılıyordu. 

J. R. Hamilton ve E. Tryjarski tarafından yeni okunan geyikli bir Kök Türk mezar taşı yazısından anlaşıldığı üzere, kurban edilen hayvanların da tasviri yapılıyordu. Ölenin, onun maiyetinin ve balballar ile kurbanlık hayvanların tasvirleri dikili taşa oyulmuş bir heykel veya kabartma şeklinde yansıtılmaktaydı. Ölenin hayat safhalarını temsil eden levhalar da taşa naklediliyor veya az kabartmalı şekilde oyuluyor ya da kırmızı boyayla çiziliyordu. Bu eserlerin üslubu ilkel, fakat çarpıcı bir ifade biçimiyle kendini gösteriyordu. İnsan tasvirlerinin hiçbiri diğerine benzememektedir. Bununla birlikte, kaynaklarda ölenin portresinin yapıldığı hakkındaki bilgi teyit edilmiştir. Sin adı verilen bu mezar abidelerinin bazısında Türk sanatkârlarının adları da okunmuştur.

Türklerin eski tarihlerden beri kefen kullandıkları kanıtlanmıştır. Genel olarak ölünün etler ve içeceklerle birlikte gömüldüğünü öne sürebilecek yeterli bilgimiz vardır. Özetle, öteki dünyada ihtiyacı olan her türlü nesneyi gömmektedirler. 

Tengricilikte Din Adamları

Kam, Tengricilikte Şaman kutsal birisi değildir. Sadece ruhlar ile iletişim kurabildiği için toplum ona saygı gösterir. Bu yüzden diğer dinlerden bilinen din adamları ile karşılaştırılması doğru olmaz. Kamın en önemli görevi bozulan dengeyi tekrar yerine getirmek ve hastaları iyileştirmektir. İnsanların günlük ibadetleri için bir kama ihtiyaçları yoktur. Kimi kamlar daha güçlü ruhlar ile iletişim kurabilir ve diğer kamlardan daha güçlü olur. 

Ak ve Kara kamlar vardır. Bunların görevleri ve hünerleri farklıdır. Ak kamlar Gök'e bağlı ruhlar ile, kara kamlar ise yere ve yeraltı âlemine bağlı ruhlar ile iletişim kurarlar. Kamların giysilerine manyak denir. Kamın manyağına asılı bir sürü kendisine güç veren ya da kendisini kötü ruhlara karşı koruyan eşyalar vardır. Aslında günümüzde bizler manyak diye adlandırdığımız sözde her aklı kıt insana aslında bilmeden kam diyoruz. Tuva halkında Şamanizm hâlâ çok canlıdır. Her şeyin ateşle arındırıldığına inanıyorlar. Dolayısıyla elçilerin veya prenslerin veya diğer herhangi bir yabancı kişinin gelmesi hâlinde bu kişilerin ve getirdikleri hediyelerin tehlikeli olması, büyü yapmaları, zehir getirmeleri veya herhangi bir kötülük yapmaları ihtimaline karşı arınmalarını sağlamak için ateş arasından geçmeleri istenirdi. 

Daha önce ifade ettiğimiz üzere, hayvan türlerinin yitirilmesi kaygısı, yani doğaya saygı, çevreyi koruma, ihtiyaçtan fazlasını tüketmeme veya şaman dininde hâkim sahipleri incitmeme endişesi, oldukça iyi bilinen birçok töre ve geleneğin kaynağını oluşturur. En iyi şekilde Moğol çağında tespit ettiğimiz bu gelenekler, herhâlde o çağdan çok önce ortaya çıkmıştı. Ancak Cengiz Han döneminde yasalaştırılmışlardır. 

Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre eski Orta Asya Şamanizm’inin temelleri Gök Tanrı, Güneş, Yer Su, atalar ve ocak (ateş) kültleridir. Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ve beraberliği ile uyumu düşüncesi yer alır. İbn-i Sina görünüşe göre Türkmenlerin, yani göçebe Türklerin bir kabilesinde gerçekleşen bir şaman seansına katılmıştır. 

Bir kehanet elde edebilmek için başvurulduğunda kâhin her yönde koşmaya koyuluyor ve bayılıncaya kadar nefes nefese kalıyor. Bu durumdayken hayalinin kendisine gösterdiği şeyleri dile getiriyor ve orada hazır bulunanlar, gereğini yapmak için sözlerini dikkatle dinliyorlar. Yine aynı 11. yüzyılda Kaşgarlı kam kelimesini dört kez kullanıyor. Bunu ‘kâhin’ şeklinde çeviriyor ve niteliğini üç örnekle açıklıyor: Şamanlar, anlaşılmayan çok sayıda kelime söylediler. Şaman büyü yaptı. Şaman bir kehanette bulundu. Belki de bir tür kutsal kabul işlemi veya bu aşamaya erişmeyi kutlayan herhangi bir tören sonucunda gereği gibi hazırlanan ve gerekli aletleri kuşanan şaman, müzik eşliğinde kendi etrafında dönerek çıkardığı hayvan seslerinden, uçma taklitlerinden, hayvan gibi zıplama veya sürünmelerinden, kendi varlığının bilincini unutacak kadar sarhoş hale geliyordu. Bu durumda tecrübesini, öte dünyaya yolculuğunu, zorlu yükselişini veya tehlikeli düşüşünü, hayvan biçimli ruhlarla olan savaşlarını, bitkin olarak kuvvetten düşünceye kadar mimiklerle canlandırıyordu. Burada esas olarak amaç, bildikleri sırlar hakkında sorguya çekmek, yani gelecek hakkında bilgi edinmek; hatta kişilerin ruhunu, görünmez veya serseri yaratıklar tarafından çalınan ve onlar tarafından kaçırılmakla tehdit edilen ruhları aramak, yani büyü aracılığıyla tedavi etmekti.

Günümüz Moğalistan’ında Tengriciliğin İzleri

Tengriciliğin günümüze kadar çok canlı kalmış olan Moğolistan'da insanların kişisel gücü "Rüzgâr tayı" olarak tanımlanır. Rüzgâr tayının gücü, insanın dünyasını dengede tutması ile bağlantılıdır. Çok güçlü bir rüzgâr tayı, insanın sağlam bir mantığa sahip olmasını, kişisel gücünü dışarıya yansıtmasını ve daima doğru kararlar vermesini sağlar. 

Eğer bir insan gücünü kötü niyetleri için kullanır ve böylece dengeyi bozarsa bu, onun rüzgâr tayını zayıflatır. Böylece kötülük yapan insanların kendilerine de zarar verdiklerine inanılır. İnanışa göre rüzgâr tayı her gün yapılabilen ufak uygulamalar ile güçlendirilebilir. Buyan da rüzgâr tayına benzeyen bir kavramdır. Bir insanın davranışları ile güçlenir ya da zayıflar. Tabulara dikkat edilmediğinde, atalara karşı saygısızlık yapıldığında ve gereksiz yere doğaya zarar verilip hayvanlar öldürüldüğünde doğadaki ruhlar öfkelenir ve insanın Buyanı zayıflar. Rüzgâr tayında farklı olarak Buyan, daha çok toplumsal bir enerji kaynağı olarak görülür. Bir kavme ait olan tek bir kişinin yaptığı hata ile tüm kavmin Buyanı zayıflayabilir. Bu yüzden insanlar, birbirlerine karşı da hata yapmamak için dikkatli olurlar. Bir kavmin Buyanını güçlendirmek için bir şaman tarafından yönetilen törenler yapılır. Rüzgâr tayı ve Buyan inanışları, insanların bazı kurallara uyarak birbirleri ve çevreleri ile geçinmelerini sağlar.

Sonuç

Bu yazının yazılmasının maksadı; Tengricilik inanışını en yalın haliyle en kısa özet şeklinde size anlatmaktır. Eski Türklerin daima hareket hâlinde olmuş olmaları, bu yüzden yeterince kazı yapılabilecek yerleşim yerlerinin bulunamaması, yazıyı kullanmaya çok geç başlamış olmaları ve sık sık yabancı kültürlerin etkisi altında kalmış olmaları, antik Türkleri araştırmayı çok zor bir mesele hâline getirmektedir. Ancak 6. yüzyıldan itibaren kendi yazdıkları dikili taşlar eski Türklerin neye inandıklarını kanıtlamakta ise de yabancı halkların kalıntılarında Türkleri tarif eden çok daha eski yazılı belgeler bulunmaktadır. 

Eski Türkler hakkında en mühim bilgiler Çin, Arap, Fars ve Bizans kitabelerinde bulunur. Ancak bu halklar, Türkleri çoğunlukla düşman olarak görmüş oldukları için yazdıkları da neredeyse hiç olumlu şeyler değildir. Bu yüzden yabancı kaynaklarda Tengrici Türkler ''iki ayak üstünde yürüyen köpekler'', 'insanlık dışı barbarlar', 'kurt ya da köpek kafalılar' gibi adlandırılmışlardır. Buna rağmen bu kaynaklarda da faydalı bilgiler bulmak mümkündür. Aslında Türklere yönelik aynı kafa ve zihniyetin 20’nci yüzyılda da devam ettiğini söylesek, herhalde yanlış söylemiş olmayız. 

Orta Çağ'ın Türk araştırmacısı Kaşgarlı Mahmud'un 11. yüzyılda tamamladığı Divân-ı Lügati't-Türk adlı sözlüğü, Tengriciliği araştırmak açısından en kıymetli kaynaktır. Kendisi Müslüman olan Kaşgarlı Mahmud, kâfirler diye adlandırdığı Tengrici Türklerin yaptıklarını beğenmediğini her fırsatta belirtmiştir. Buna rağmen yazdığı eseri günümüze kadar, İslâm öncesi Türkleri araştıran bütün bilimciler arasında en güvenilir kaynak olarak kabul edilir. 

Günümüzde antik Türkleri ve onların inançlarını araştıran bilimcilerin sayıları artmıştır. Ancak birçok önemli noktada tartışmaları hâlâ devam eden farklı görüşler yaygındır. Eski Türk inancının tek tanrıcı mı, çok tanrıcı mı olduğu hakkında farklı fikirler vardır. Bu noktada en mühim tartışma konusu Tengri kelimesinin hangi zamanda Gök ve hangi zamanda Tanrı anlamında kullanılmış olduğudur. 

Viyana Üniversitesi'nde yayımlanan bir makalede eski Türk inancı hakkında iki genel fikir olduğu şöyle açıklanmaktadır.

1. Türklerde Şamanizm de, Totemizm de yoktu. Türk dini tek tanrıcı bir dindir. Bu fikir özellikle Türk bilimcileri tarafından kabul görmüştür.

2. Türklerde hem Şamanizm hem Totemizm vardı. Eski dikili taş yazılarında Şamanların sözü edilmese de daha geç yüzyıllarda var olduğu kanıtlanmış ve birçok kuzey Türk dillerinde kam kelimesi hâlâ kullanılmaktadır. Türklerin Şamanist olduğu, örneğin bazı antik Çin yazıları ile de kanıtlanabilmektedir. 

Türklerdeki Totemizm hakkında pek fazla bilgi olmasa da bazı deliller buna işaret etmektedir. Scharlipp'e göre en mühim delil, Türklerin türeyiş efsanesidir. Bu efsanede Türklerin kurtlardan türedikleri anlatılır. Ayrıca Türk orduları kurt kafası resmi olan bayraklarla savaşa gitmiş ve hatta ordunun yüksek düzeydeki önderlerine doğrudan Böri (Kurt) adını vermişlerdir. 

Jean Paul Roux, bu konuya da diğerlerinden daha çok açıklık getirmektedir. Ona göre, tek tanrıcı bir din olan eski Türk dininin yanı sıra çok tanrıcı bir yüzü de vardır. Türklerin güçlü bir hükümdarın egemenliği altında büyük topluluklar oluşturup büyük imparatorluklar kurdukları dönemlerde tek tanrıcılık ön plâna çıkmış, çok tanrıcılık daha çok ayak takımını oluşturan halk arasında veya ancak kavimler tekrar dağılıp anarşi içinde kaldıklarında yüzeye çıkmıştır. Gök tanrısı Tengri'nin yeryüzündeki oğlu olan hükümdar ile yakın bir bağı vardır. Hükümdar, Tengri'nin yeryüzündeki temsilcisidir. Tengri, pantürkçü bir tanrı olsa da aynı zamanda millî ve hükümdar özelliklerine de sahiptir. Nasıl herkes yeryüzünde Kağan’a kulluk ediyorsa, göğe, yani bütün kâinatın tanrısına da kulluk etmesi gerekiyor. 

Tengri'nin yanında başka tanrısal varlıklarla da karşılaşmaktayız. Bu varlıklar, bazen Tanrının kendisi için kullanılan Tengri kelimesi ile ya da aziz kılınmış anlamına gelen İduk kelimesi ile tanımlanmaktadırlar. İduk, daha çok kağanın eşi olan Hatun ile bağlantılıdır. Kırgız yazar Choyon Ömüraliev tarafından yazılan Tengricilik adlı Kitabının kapağında kullanılan başlık, eski Türk yazılarına benzetilmiş kiril alfabesi ile yazılmıştır. 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bu rejimin baskısından kurtulmuş olan Türk halkları, tekrar kendi köklerini ve millî kişiliklerini aramaya başlamışlardır. Bu gelişme, 1990'lı yıllarda ilk başta Tataristan'da, sonra da Rusya'da ve Kırgızistan'da belli olmuştur. Tataristan'da bu hareketin ismi ilk başlarda bizim yol iken sonradan Tengricilik daha sık duyulur olmuştur. Zamanla Tengricilik, halkın arasında yaygın olan bir heves olmaktan çıkmış, devlet tarafından desteklenmeye ve enstitüleri kurulmaya başlanmıştır. Böylece 1997 yılında Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te Tengrici bir topluluk kurulmuş ve en son verilere göre bu topluluk 500.000 resmî üye sayısına ulaşmıştır. 

Tengriciliğin Kırgızistan'da bulunan başka önemli bir kuruluşu da Tengri'nin Ordusudur. Bu kuruluş, Kırgızistan parlamentosunda milletvekili olan Dastan Sarygulov tarafından kurulmuş ve halen de kendisi tarafından yönetilmektedir. Ayrıca burası bir Tengricilik araştırma merkezi işlevi de görmektedir. Bu kuruluş, İstanbul Üniversitesi'nin Türk Dünyası Araştırma Merkezi ile bir iş birliği yapmaktadır. 

Bu gelişmelerin yanında Orta Asya ülkelerinin bayraklarında ve armalarında Tengricilikle alakası olan sembollerin geriye döndüğü dikkati çekmektedir. Özellikle Gök'ün mavi rengi ve kurt sembolleri günümüzün Türk Cumhuriyetleri'nin bayraklarında yer almaktadırlar. Kazakistan bayrağındaki gök mavisi rengi. Gagavuz bayrağında hem kurt hem mavi renk kullanılmıştır. Gökbayrak; Uygurların bayrağı ve Türkçülüğün sembollerinden birisidir. Tuva bayrağındaki gök mavisi ve Yenisey akarsuyunun kolları ile sarı renkli Türk bozkırıdır. Azerbaycan bayrağındaki mavi renk de aynıdır. 

Tengricilik bir şekilde Türkler arasında varlığını korumayı başaran bir dindir. Kendine ait ritüelleri vardır ve bunların bazıları, bizlerin de hayatına girmiştir ve gelenek-göreneklerimiz olarak halen de yer almaya devam etmektedir. Dolayısıyla Türk kültürünün ortak paydalarından olan Tengricilik, modern manada bir din olmasa da, az sayıda inananı halen vardır, muhtemelen ilerde de olacaktır. 

Türklerin dini inanışları farklı olabilir ama Türklük tektir. Bu konuda Hoca Ahmet Yesevi’nin şu güzel sözünü söylemeden de geçemeyeceğim: “Din seçim, Türklük ise kaderdir.”

Saygı dolu sevgiyle kalın.

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 08.11.2022
  • Süre : 14 dk
  • 19148 kez okundu

Google Ads