Savaşlarda En Zorlu Manevra Hangisidir?
Tüm kürede askeri hegemonyasını sürdürmekte olan ABD ile müttefiklerinin desteklediği terör örgütüne karşın yarım asırdır bu terörle mücadele eden Türkiye, bir sebeple savaşır durumda bırakılan bazı diğer dünya ülkeleriyle birlikte; savaşa yönelik anlamlı bir kurumsal tecrübe ve hafızaya muhafaza edebilen yegane ülkelerdir.
Öncelikle STRASAM takipçilerinden özür dilerim. Önce çalışmaya başladığım işyerinin şartlarından biri olduğu için, bu düşünce kuruluşunda ve sosyal medya ortamlarında yazmayı mecburen bırakmak zorunda kalmıştım. Ardından büyük bir sağlık sorunu yaşadım ve toparlanmam vakit aldı. Bu nedenle sizlerden epey ayrı düştüm.
Şimdi ise hem ülkemizin etrafında gelişen olaylar, savaşlar hem de küresel boyuttaki gelişmeler nedeniyle, sizlerin de yakından takip ettiği üzere, oldukça özel bir zaman kesitine tanıklık ettiğimize inanıyorum. Bu kritik dönemde olabildiğince gündeme özel teknik ve taktik değerlendirmeler içeren yazılarımla sizlerin karşısında olmaya çalışacağım. Askeri felsefe ağırlıklı alanlara dokunacağım. Aşağıda yer alan makalem, bu çerçevede kaleme aldığım makale serisinin ilkidir.
Savaş sadece askeri değil; ekonomik, sosyolojik, kültürel, coğrafi vb. birçok katmanda incelenmesi gereken bir kavramdır. Ayrıca savaş sanatı hem stratejik hem taktik boyutlarıyla, avcı-toplayıcı toplumlardan, tarım ve sanayi medeniyetlerine kadar, günümüzün bilgi çağına geçiş sürecini de kapsayacak biçimde, sürekli bir değişim içerisindedir. Bu çerçevede başlıktaki soruyu hatırlatmak istiyorum. Savaş manevralarının en zorlusu nedir?
Türk Tarihine Farklı Bir Gözle Bakalım
Bu milletin bir ferdi olarak, okullardan kitaplara ulaşan birçok düzeyde tarihe aşina olduğumuzu düşünüyorum. Özellikle geçmişteki başarılarıyla onur ve gurur duyan bir milletiz. Bizi diğer birçok milletten ayıran bu özelliğimizi açıklamak adına birçok varsayım ortaya atılmıştır. Demircilik alanındaki ve yay başta kompozit savaş araçları yaratma sanatındaki üstünlüğümüz. At ile iç içe, hareketli ve göçebe bir yaşam sürmemiz. At üstünde giderken, geriye dönerek ok atabilme yeteneğimiz. Aileden başlayarak tüm milletimizi askeri bir kültür içinde harmanlayarak yetiştirmemiz...
Elbette herkesin kulak aşinalığı sahip olduğu tüm bu varsayımların, tarihi gerçeklere dayanan bir doğruluk payı vardır. Fakat konuya parça parça değil, bir bütün olarak bakalım. Türk’ün olayı, ricat başta tüm zorlu askeri manevraları disiplin içinde gerçekleştirebilmesidir. Böylece ricat başta, diğer ordunun zihnindeki varsayımların dışına çıkarak, çok daha geniş bir zeminde savaşı kurgulayabilmesidir.
Bizim geleneksel üstünlüğümüz şudur: Savaş kurgusunu, diğer milletlerden çok daha açık zihinle gerçekleştirebilmek. Bu doğrultuda eldeki imkânları da, diğerlerinin düşünemeyeceği biçimde kullanabilmek. Fatih Sultan Mehmet Han’ın gemileri karadan Haliç’e indirmesi, eğik mermi yollu havan topunu icat ederek, sur üstündeki ve ardındaki düşmanı ateş etkisi altına alabilmesi. Vidalı sistemle çalışan ve devasa büyüklükteki Şahi toplarını kullanarak; üçgen atış tekniğini geliştirerek, en büyük surları bile yerle bir edebilmesi örneğinde olduğu gibi.
Türkler, savaşı önce zihinde kazanan ve planlarını disiplinle uygulayan bir millet idi. Bunun bir örneğini de Atatürk sayesinde gördük. “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.” Düşmanın zihninde haritayı açıp, mevcut coğrafi koşullara uygun çizgiler çizmekten ibaret olan muharip kurmaylığına, yeni bir boyut kazandırmıştı atamız. Tüm dünya bu yeni boyutu ilk defa bizde gördü ve hızla benimsedi.
Bir Sisteme Dönüşen, Sanayi Çağı Savaşları Dönemi
Tarım çağı toplumlarında biriken üretim fazlası servetin birikimini, bu biriken servet de daha profesyonel askeri oluşumların var olabilmesini sağlamıştı. Bunu basitleştirirsek, toplumsal düzen artı değerler üretip, asker sınıfını oluşturmuştu. Asker sınıfının profesyonelliği de gereken zamanlarda, çiftçi ve zanaatkarlar gibi diğer toplumsal sınıfların da, askeri düzene daha hızlı ve etkili biçimde uyumlanmasını sağlamıştı.
Bu temel üzerine inşa edilen sanayi çağı medeniyeti, sadece orduları değil, savaşa yönelik seferberlik kavramını da değiştirdi. Artık toplu üretim ve tüketimle birlikte, toplu savaşlar ve kitlesel imha teknikleri de yükseldi. Bir piyadenin eline tutuşturulan tüfek de dahi, madencilik, metal işleme, ahşap işleme, mühimmat üretme, bunu doğru lojistikle istenen yere ulaştırma, savaşı sürekli taze silah ve mühimmatla besleme gereklilikleri yatmaktaydı. Bu piyadeyi bir araca bindirdiğinizde, bu aracı tasarlayacak ve üretecek sanayi ekosistemi dışında, bakımını yapıp işler halde tutacak teknisyenlere, sürekli besleyecek benzine ve bunu sağlayacak madencilik sektörüne, ağır silah ve toplarla donatacak yeni birimlere ihtiyacınız olacaktı. Gemiler, uçaklar, demir yolları, ülkeler işgal edecek büyüklükte ordular... Artık savaşmak basit değildi, çok boyutlu ve organize bir “sistemsel seferberliği” gerektirmekteydi.
Her şeyin bir bedeli vardır. Batı toplumunda bu bedeli ödemeye hazır tek bir ülke vardı: Vahşi batı ve vahşi kapitalizm sayesinde, toplumsal yapısını uygun biçimlendirebilen ABD. İşte bu nedenle ABD dünyanın tek süper gücüne dönüştü ve askeri hegemonyasını günümüze kadar muhafaza edebildi. Günümüzün ise, bu durumun sürdürülebilirliğine dair, “özel” yorumları vardır.
İşleyen Demir Işıldar
Nükleer silahların sağladığı dehşet dengesi sayesinde soğuk savaş dönemi başladı. Bu dönemde vekalet savaşlarını gördük ama, ülkeler özellikle düzenli ve denk ordu muharebelerinden uzak durmaya çalıştı. Özellikle bir pakta dahil olan ve dahli bir dünya savaşına dönüşmesi muhtemel ülkeleri, savaş kavramını ve gerçekte ifade ettiği anlamı unutmaya aşina gördük.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bu unutuş süreci daha da derinleşti. Evet, ABD teröre karşı küresel bir savaş icat etmişti. Evet, ABD’nin tüm müttefikleri bu yeni savaş türüne göre savunmalarını organize etmişti. Evet, savunma ve havacılık sanayisinden beklentiler de bu yeni isterler doğrultusunda ciddi bir farklılık göstermişti. Fakat gerek soğuk savaş gerekse de teröre karşı küresel mücadele dönemi; batının askeri kaslarında ve onu besleyen askeri endüstri komplekslerinde ciddi bir gerileme, hatta yetenek kaybı sürecini tetikledi.
Tüm kürede askeri hegemonyasını sürdürmekte olan ABD ile müttefiklerinin desteklediği terör örgütüne karşın yarım asırdır bu terörle mücadele eden Türkiye, bir sebeple savaşır durumda bırakılan bazı diğer dünya ülkeleriyle birlikte; savaşa yönelik anlamlı bir kurumsal tecrübe ve hafızaya muhafaza edebilen yegane ülkelerdir. Ancak çoğu ülke için bu savaşçılık birikimi yok olmuş veya yok olmak üzeredir. Bu durum sadece batıyı değil, tüm dünyayı ilgilendiriyor. Rusya ve Çin gibi majör potansiyel hasımlar da dahil olmak üzere.
Yakın geçmişi birçok Arap ülkesine karşı kazanılmış zaferlere imza atan, teknolojide ve onu uygulamaya dökmekte ileri İsrail’in; Gazze gibi ufacık bir toprak parçasında nasıl bocaladığını görmekteyiz. Geçmiş büyük savaşlarını 6-7 gün gibi kısa bir zaman zarfında bir sonuca bağlamayı başaran bu ülke, Gazze’de gerçekleştirmekte olduğu süregelen harekatın aylar mertebesinde süreceğini itiraf ediyor. Amerikan cephaneliğinden destek alamayan Ukrayna ise artık zor durumda. Avrupa ülkeleri, Ukrayna’da ikinci yılına giren savaşı destekleyebilecek kapasite ve irade yoksunluğunun farkındalar. Lükse ve rahatlığa alışan toplumlarda savaş, bir kültürün kabul ve hoş görebileceği, kabul edebileceği kavramlar çerçevesinden çıkmış görünüyor.
Şu soruyu gündeme getirmek isterim: Ukrayna’da savaşı hatırlayan Rusya, savaş öncesine göre ne kadar daha tehlikeli? Bir nefes alma, ordusuna ve askeri endüstriyel komplekslerine yeni şartlara göre organize olma fırsatı yakaladığında, ne kadar daha tehlikeli olabilir? Bu sorulara verilecek cevapların hiç iç açıcı olmadığını görüyoruz.
Modern Bir Ordunun Cephesini Çevirmesi
Tekrar ana konumuza dönecek ve askeri alana odaklanacak olursak, sanayi çağı ordularında, askerî açıdan en zor olan manevra nedir? Belirli bir yöne ilerlemekte olan koca bir savaş makinesinin, cephesini başka bir yöne çevirmesidir. Örneğin, ikinci dünya savaşında Nazi ordular grubu, Ukrayna’yı çiğneyip Azerbaycan’a ulaşmışken, tam asıl hedefi olan Hazar petrollerine yaklaşmışken; cephesini doğudan kuzeye çevirip, ödülü az kışı sert Rus topraklarına girmek durumunda kalmıştı. Bir tarihçi gözüyle bakarsak bu manevra yönündeki değişikliği Hitler’in kaprislerinden birisi gibi görebiliriz. Bir asker gözüyle bakarsak da bu olayın taktik, stratejik ve lojistik zorluklarının, savaşın kendisinden daha zor olduğunu ve kaybetmenin başlangıcı olduğunu fark ederiz.
Not: Olası bir Türk-Yunan harbinde, Selanik’e ulaşınca, cephesini batıdan güneye çevirmek zorunda kalacak Türk ordusunun düşeceği müşkül durum da, zihni/potansiyel bir örnek olarak bu kapsamda göz önüne alınabilir kanaatindeyim.
Sadece orduyu değil, tüm milleti zorlayacak bir başka husus da, “aynı anda birden fazla cephe açmak” ve bunlarda savaşmak zorunda kalmaktır. Harp tarihinin her döneminde birden çok cephede savaşmak her millet için zorlayıcı olmuştur. Ama sanayi çağı ve sonrasında bu durum, çok daha yıpratıcı hatta yıkıcı hale gelmiştir. Taze bir güçle ve yepyeni bir endüstriyel yaklaşımla hem Pasifik hem de Atlantik cephesinde zafer kazanan Amerikan ordusu artık geçmişte kaldı. Şimdi ABD dahil hiçbir ordu muharip gayretlerini bölmeyi göze alamıyor. Bu nedenledir ki İsrail’i bir başka cephe açmaktan korumak isteyen ABD, bizzat bölgeye inip ben buradayım diyor. Gayretini Ortadoğu’ya odaklamışken, asıl hedefi olan Uzakdoğu’da; Tayvan, Japonya, Güney Kore gibi “demir leblebi olmayan” Filipinler vb. ülkeleri, vekil savaşçılar olarak Çin’in nişangahına sürüyor. Çin’i yeni bir Ukrayna yaratmakla tehdit ediyor.
Tüm bunlar gözümüzün önünde gerçekleşirken şunu fark etmeliyiz.
Toplumunu içte ve dışta çok cepheli bir savaşı kabul etmeye hazır, askeri gücü diri, askeri endüstriyel kompleksini de tamamlama yolunda ilerleyen tek ülke var: Türkiye. Konu bu ülke olduğunda, şeytanın bile hesaba katmadığı işleri, önceden görmek ve düşünmek gerekiyor. Zira üç kıtanın kavuştuğu bir yerde, üç kıtadaki tüm zaferlerin anahtarını barındıran, savaşla veya barışla, sürdürülebilir güvenliğin teminatı olabilecek, başka bir güç bulunmuyor.
Cinin Şişeden Çıktı. Türkiye Artık Özel Bir Geçiş Dönemecinde Bulunuyor
Bilgi çağı medeniyeti derken, bilginin öz niteliklerini düşünelim. Hacmi olmayan, süper hızlı yer değiştirebilen, sahiplerini kendisi belirleyen, geçmiş dönemlerden çok daha belirleyici bir unsur. Ayrıca şekilden şekle girebilen, insanların kafasında farklı formlar ve faydalara dönüşebilen, bir ulusun tüm milli güç unsurlarını kavrayabilen bir şeyden bahsediyoruz. Bu sebeple, bir Türk olarak bize savaş kazandıran ve kaybettiren her şeyi, yeniden hatırlamak gerekiyor.
Makalemizin başında farklılığımızı şu cümlelerle belirtmiştik. “Savaş kurgusunu, diğer milletlerden çok daha açık zihinle gerçekleştirebilmek. Bu doğrultuda eldeki imkânları da, diğerlerinin düşünemeyeceği biçimde kullanabilmek.”
Bilgi çağına geçiş sürecini yaşadığımız bu dönem, bu özelliğimizi kullanma yolunda, tarihteki diğer tüm dönemlerden çok daha yüksek bir potansiyel barındırıyor. Fakat bunu yapabilmek için, bir insan olarak başarmamız gereken bir şey var: Düşünmek. Aklımızı kullanmak. Geçmişten ders almak. Bilgi ve irfanı birleştirmek ve asimetrik kullanabilmek. Geleceği gerçekleşmeden kurgulamak... Bu gereklilikler, zihni tembelleşmenin olabildiğince yaygınlaştığı çağımızda, gerçekten zor ve büyük çaba gerektiren bir şeylerdir.
Okuyucuya Özel Not:
Her insanı mutlu eden, doğal yeteneklerinin de yattığı bir alan vardır. Beni mutlu eden şey, okumak ve öğrenmekti. Tüm öğrendiklerimi ise sebep-sonuç ilişkisi içinde, derinlemesine kavramaktı. Bu nedenle çağımıza damgasını vuran teknoloji, daima bilgi ve ilgi alanım içerisinde yer aldı. Öte yandan bir Türk ve ataları tamamen profesyonel asker olan bir birey olarak, savaş sanatının öğrencisi olduğumu söyleyebilirim. Bu özelliğim teknoloji ile birleşerek bana farklı bir bakış açısı kazandırdığına inanıyorum.
Çocukluk yıllarımdan günümüze, uyumak için hiç koyun sayma ihtiyacı hissetmedim. Savaş simülasyonları yapmak ve bunları kendi misal alemimde test etmek alışkanlığı geliştirdim. Teknolojiye ilgim bu alışkanlığıma; olmayan nice taktik, teknik, araç ve araçlara karşı önlemler zincirini kattı. Deneme-yanılma, bundan yılmama, kendi yaratımlarını da düşman kadar sert eleştirebilme, düşüncel tabiatım oldu. Günde en az 3-4 saatimi bu düşünsel everende harcamayı adet edindim. Bu adeti edineli 45 sene olmuş ki, günde 2 saat desek 3,75 yıl eder. Bu ise toplamda minimum 32.850 saat harcamış olduğum anlamına gelir. Bu rakam bir insanı, bir şeylerde uzman kılmak için yeterlidir.
Bu çabanın meyvelerini pek az paylaştım. Zira paylaşabileceğiniz her yerde düşmanın da dinleme olanakları vardı. Bu nedenle paylaştığım projelerde dahi daima aldatıcı unsurlar ekledim. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla; prensibini benimsedim. Düşüncelerimin gerçek doğasını başka şeylerin ardına gizledim. Artık bunu yapmayacağım. En azından bu alışkanlığımı en aza indirgemeye gayret edeceğim. Bu nedenle bundan böyle STRASAM yazılarımı takip etmenizi öneririm. Zira yeni makalelerim zihninizi çok daha fazla tırmalayacak. Bundan emin olabilirsiniz.