SAAB: Bir Rakip ya da İşbirliği Potansiyeli
İsveç'le Türkiye'nin olası işbirliği alt sistemlerin ortak kullanımını önceler. Her alt sistem kendi yazılımıyla birlikte geleceğinden, ortaya çıkacak ürünlerin karşı önlemlere karşı direnci de hayli yükseltilebilir.
Bildiğiniz üzere, günümüzün popüler modern havacılık platformlarından olan SİHA’lar, her boyutta gelişiyorlar, çeşitleniyorlar. Türkiye olarak konumumuzu, tekraren kullanılabilir bir platform ve ona uygun mühimmat ailelerinden oluşan SİHA konseptinde yükselttik. Şüphesiz bu durum dolanan mühimmatlar ve kamikaze dronlar alanını bir nebze geri itti ve sektörü kendi etrafında şekillendirdi. Bu gidişatın bir sonraki niş alanı ise, muharip kabiliyeti jet motorlu savaş uçakları seviyesine çıkarılan insansız savaş araçları olacak. Geliştirmekte olduğumuz Baykar KIZILELMA ve TUSAŞ ANKA-3’de gözlemlediğiniz gibi. Bu nedenle, söz konusu alanda dünyada yürütülen diğer çalışmaları ve gelecek rakiplerimizi incelemekte büyük fayda var.
Bu makalede İsveç SAAB firmasını, savunma ve havacılık sanayisinde gelecek konumlanması ile birlikte ele alacağız. ABD, AB ülkeleri, Rusya, Çin ve diğer dünya ülkelerinin çalışmaları kapsam dışı bırakılacak. Bu sayede söz konusu ülke / firma ile potansiyel işbirliği alanlarımız ya da olası rekabetimiz üzerine daha nitelikli bir düşünce zemini bulacağımız kanaatindeyim.
İsveç Savunma ve Havacılık Endüstrisi
Görece düşük nüfuslu bir Nordik Avrupa ülkesi olsa bile, endüstri devriminden başlayarak bilgi çağına uzanan yolda İsveç’i küçümsemekle hata etmiş oluruz. Bilgi ve teknoloji ile arası iyi olan bu toplum, Kıta Avrupasının yaşadığı tüm savaş ve çalkantılardan hissesini almıştır. Bu nedenledir ki savunma ve havacılık alanına verdiği önem, bir alışkanlığa dönüşmüştür.
Soğuk savaş yıllarında, NATO ve Varşova Paktı arasında ortada kalan İsveç, savunma endüstrisini geliştirirken ve teknolojiyi bu gelişime entegre ederken; büyük bir savaşta asimetrik direnç göstermesi gerektiğinin farkındaydı. Bu farkındalık, askeri havacılık alanında, kendisine özgün bir gelişim yolu benimsemesine neden oldu. Kendi ürün olan Draken, Viggen ve Gripen ile süregelen özgün savaş uçakları tarafından korunan hava sahasında; sayısal açıdan oldukça üstün güçleri bertaraf etmek için harbe hazır olmak zorundaydı. Bu nedenle kara yollarına bile inip kalkabilecek kabiliyette, teknolojiyi bir kaldıraç olarak kullanabilen, profesyonellik ve vatanseverliği personel politikasında harmanlayabilen, farklı bir hava kuvvet yapısı oluşturdu.
Açık konuşmak gerekirse Gripen, çağdaşı olan tüm diğer tayyarelerden önce “ağ merkezli harp” doktrinini benimseyen bir muharip platformdu. Aynı öncelikli yaklaşımın bilgi ve iletişim ile görevli tüm alt sistemlerde, açık mimarili bir yapı ile ele alınmasında da görüyoruz. Ayrıca kendi isterlerine, özgün sistemler geliştirme ihtiyacının; çok uluslu Avrupa konsorsiyumlarının aksine, gerek bütçe gerekse ne istediğini bilen yönetimler açısından başarıyı yakalamalarına sebep olduğunu gözlemliyoruz.
Bununla birlikte söz konusu başarının ihracat rakamlarına yansımadığı açıktır. Bunda özel hassasiyetleri nedeniyle her potansiyel müşteriye satışı kabul etmeyen ülkenin tavrı yanında, kendisine özgün dikilen gömleklerin de her bünyede şık durmayacağı gerçeği de rol oynamıştır. Ayrıca diğer ülkeler açısından bakarsak, karmaşık bir silah sistemi alımının, politik açıdan bağımsız bir ülkeden gerçekleştirilmesinin; sürdürülebilirlik ve bakım / idame başta olmak üzere, birçok açıdan doğuracağı soru işaretleri bilinmektedir. Bu durumun, İsveç’in NATO üyeliğine paralel olarak yakın gelecekte değişeceğini öngörebiliriz.
Gripen’den Bir Sonraki Nesil Savaş Uçağı
Konuya bir başka coğrafyadan girmek isterim. ABD Hava Kuvvetleri, yeni nesil jet eğitim tayyaresi ihtiyacı için ihaleye çıktığında, kişisel favorim, Boeing ve SAAB ortaklığıyla sıfırdan geliştirilen T-7 RedHawk uçağıydı. Zira askeri uçak ihalelerinin büyük çoğunluğunu Lockheed Martin almıştı ve Northrop Grumman’ın da B-21 ve insansız araçlar açısından geleceği garanti altındaydı. Mantık aç olan tek ağzı bu ihaleyle doyurmak ve bunu yaparken de İsveç’in endüstriyel altyapısından yararlanmayı gerektiriyordu. Öyle de oldu ve ihale bu konsorsiyuma kaldı.
Bu gelişmenin akabinde şu soruyu sormuştum kendime: Acaba ABD, T-7 üzerinden, insansız muharip havacılık platformlarına geçiş yapmayı planlıyor da olabilir mi? O zamanlarda CCA mantığı ve ABD’nin konu hakkındaki vizyonu tam olgunlaşmamıştı ve bu da mantıksal zemini olan bir ihtimal gibi görünüyordu. Zira Gripen’in bilgi ve iletişim altyapısı, insansızlaştırmaya son derece uygun bir yapıdaydı. Fakat ihaleyi alan firma Boeing’in başı yönetimsel başta kalite kontrol ve birçok başka açıdan büyük serde girdi ve bu yanında birçok mali yükü de getirdi. RedHawk programındaki gecikmenin sebebini biraz da burada aramak gerekiyor.
Zaman içerisinde İsveç’in, Birleşik Krallık önderliğinde şekillenen Tempest programına ilgisi ortaya çıktı. Bu hususta da ilk düşüncem şu olmuştu: SAAB için önemli olan işin insanlı değil, otonom cephesi olacak. Hem Tempest’i “opsiyonel olarak insansız” hale getirme konusunda rol almak isteyecekler hem de onunla birlikte hareket edecek insansız muharip uçakları geliştirerek kar elde etmeyi tercih edecekler. Konsorsiyumdan ayrılan ülke, tekrar bağımsız bir rol izlemeye rotalandı. Bununla birlikte aklın yolu birdi ve ben bu ülkeden de, SAAB firmasından da insansız muharip ve eşlikçi uçaklar alanında, ciddi bir faaliyet beklentisi içerisinde olmayı sürdürüyordum.
Firma birkaç gün önce, gelecek nesil savaş uçağının ilk konsept tanıtımını yaptı ve bu uçak tamamen insansızdı. Dikkat ederseniz bunu eşlikçi muharip uçak, insansız jet uçağı, CCA vb. bir terimle sunmadılar ve direkt yeni nesil savaş uçağı dediler. Bu kelime seçimi, ülkenin gelecekteki savunma ve havacılık konsepti için de, SAAB firmasının geleceği için de oldukça anlamlıdır.
Rakip ya da Ortak
Şüphesiz Avrupa ülkeleri içinde, insansız hava araçlarını ve savaş uçaklarını çalışacak çok sayıda grup ve firma olacaktır. Bunların içerisinde Airbus gibi çok uluslu havacılık devleri de, yeni girişimler de bulunacaktır. Fakat bu alanı kendi niş teknoloji ve ticareti haline getirecek en uygun firma SAAB’dır. Elbette diğer hava araçları da müşteri bulabilir. Özellikle çok uluslu konsorsiyum üyelerinin, ordularında bu araçları istihdam etmesi doğaldır. Bununla birlikte insansız kara araçlarında Estonya ve Milrem Robotics nasıl Avrupa teknoloji merkezi haline geldiyse, insansız muharip ve eşlikçi hava araçlarında bu rolü İsveç ve SAAB firmasının alacağı ön görülebilir.
Askeri hava araçlarında geleceğini aynı niş alanı kapsayacak şekilde şekillendiren Türkiye için, bu tespit ne gibi sonuçlara yol açabilir? Hayatın sunabileceği birçok farklı seçenek bulunmaktadır. Bununla beraber tüm bu seçenekler iki durumdan birine yakınlığıyla ayırt edilebilir. Kıyasıya rekabet ya da çözüm ortaklığı yani işbirliği.
Bu iki noktadan hangisine yakın durursak duralım, bazı şeyleri tespit etmek durumundayız. Öncelikle İsveç / SAAB ürünü olacak tüm uçakların dış tasarımı ve aerodinamik özellikleri, Türk ürünlerinden farklı olacaktır. Bu durum dış kabuğun sadece tasarımı değil, üretiminin de Avrupa’da yapılması gerektiğini ilham eder. Aynı zamanda bu durum, farklı isterlerle farklı tasarım / kinematiklere sahip platformların istihdamını mümkün kılar. Bu bir avantaja dönüştürülebilir.
Olası bir işbirliği alt sistemlerin ortak kullanımını önceleyecektir. Bu hem Türkiye hem de Avrupa için, farklı özelliklere sahip olma imkanını ve daha geniş görev kapsama alanını yaratabilir. Her alt sistem kendi yazılımıyla birlikte geleceğinden, ortaya çıkacak ürünlerin karşı önlemlere karşı direnci de hayli yükseltilebilir. Alt ekosistemlerin zenginleştirilmesi, sürdürülebilir savunma üretimine artı değer katabilir. Avrupa’nın aksine, Güney Kore ve Çin gibi farklı bileşen üreticilerine de alt sistemlerinde yer verebilen Türkiye; bu alanda oluşturduğu knowhow sayesinde bir köprü vazifesi de görebilir. NATO’nun oturmuş standardizasyon altyapısı, farklı alt sistemlerin ve mühimmatların kullanımını kolaylaştıracaktır. Ki konusu açılmışken özgün savunma ve havacılık sanayisi yaratma yoluna, platformlardan ziyade mühimmatları önceleyerek çıkmış olan Türkiye'nin, bu alanda sunabileceği faydaların çıtası hayli yüksektir.
Bir diğer gerçek ise şudur: modern muharebe platformları birbirini tamamlayan eküriler halinde, çeşitlilikle imal edilmek zorundadır. İsveç’in bu alanda yalnızlığa zorlanması, diğer Avrupa ülkelerini SAAB muharip platformlarını tamamlayacak ekürilerin geliştirilmesine itecektir. Bu yönde atılacak adımlar ise; Avrupa’nın geleceğinde Türkiye’nin politik, ekonomik ve teknolojik etkisini kısıtlayacaktır.
İsveç’in NATO Üyeliğini Onaylama Süreci, Bir Yakınlaşmaya Vesile Kılınabilir
Bu konuda iş tamamen “politik karar alıcıların” sahasında kalmaktadır. Bu olası geleceğin şekillenmesini tamamen kadere mi bırakacağız? Yoksa içine limon mu olacağız? Şahsen ikinci seçenek yönünde rey kullandığımı fark etmişsinizdir. Bu nedenle muhataplarımıza, doğru söylem ve dille yaklaşmanın önemine tekrar dikkatinizi çekmek isterim. Zira bu konuda 4-6 yıl arası bir fırsat penceresi bulunmaktadır. Bu zaman dilimi değerlendirilemez ise, KIZILELMA ve ANKA-3 gibi yerli ve milli platformlarımızın pazarı epeyce daralacaktır.
İsveç savunma ve havacılık endüstrisi oldukça köklü bir geçmişe sahip olmakla birlikte, gelişen teknolojiye paralel yükselen bir ürün ve kalite anlayışına da sahiptir. Bu yıllarda, Avrupa savunma ekosistemi yeniden yapılanıyor ve bu bir süre alacak. İsveç artık bir NATO üyesi ve bu üyeliği paralelinde dünya silah ihracatı piyasasında hak ettiğini düşündüğü yeri, eskisinden daha büyük bir şevkle arayacak. Rus, Çin, Hint vb. alternatif kaynaklardan temin edilecek silahların; kalite ve sürdürülebilirlik sorunları, bu arayışını hayli güçlendirecek. Açıkçası bu süreçte söz konusu ülkeye nüfus edilemezse, yakın gelecekte Türk savunma ve havacılık sanayisine birçok alanda dişli ve güçlü bir rakip çıkacaktır. Bu rakibin arkasında da oldukça kapsamlı bir dış destek bulunacaktır.
Bir işbirliği süreci, Baykar veya TUSAŞ firmaları öncelenerek gerçekleştirilebilir. Bununla birlikte Baykar’ın özel bir teşebbüs, KIZILELMA’nın da SAAB projelerinin direkt rakibi olması, bu firmamızın şansını düşürecektir. TUSAŞ’ın ANKA-3’ü ise, bu firmanın projesini tamamlama potansiyeline sahiptir. Ayrıca bu sayede B2B yanında, G2G görüşmeler de organize edilebilir. Baykar ekosistemindeki tüm KOBİ’ler de, SAHA İstanbul gibi kurumsal aracılar üzerinden, ürün ve hizmet paylaşımı yapabilirler. Bu sebepledir ki Savunma Sanayi Başkanlığı gibi kurumlarımızın, somut ürün ve projelerin yanında, fikir ve strateji geliştirmesi de gerekmektedir.