Site İçi Arama

savunma

Altay tankı olmazsa olmaz tek çözüm müdür?

Birinci Dünya savaşı, siper muharebeleriyle ünlenmiştir. Makineli tüfekler ve geriden ağır ateş desteği sağlayan tüm unsurlar, tarafları aşılması zor siperlere kilitlemişlerdir. İşte bu aşamada bir İngiliz icadı olarak ilk tanklar sahneye çıkmıştır. Tankların ana amacı zırh koruması altında düşman siperlerini aşmak ve piyade hücumuna elverişli bir zemin yaratmaktı.

İkinci dünya savaşıyla beraber, tankların harekât sahalarındaki kullanımında bir gelişim gözlenmiştir. Teknolojik gelişim paralelinde, çok daha hızlı ve etkili araçlara dönüşmüşlerdi. Geniş coğrafyalarda harekât icra edebiliyor, böylelikle orduları arkalarından ya da hiç ummadıkları noktalardan vurabiliyorlardı (Alman Blitzkrieg yani yıldırım harbi taktiği, Fransız Majino hattının düşürüşü vb.). Ama sadece tanklarla bir şehri işgal edemez, düşman mevzisini ele geçiremez ve elde de tutamazdınız. Dolayısıyla tank kavramı zamanla piyadesiz, piyade harekâtı da tanksız düşünülemez bir kimliğe bürünmüştür.

Ardından gelen soğuk savaş dönemi ve savaşın en kuvvetle beklendiği Avrupa düzlükleri, bu işbirliğini değiştirerek daha da güçlü bir yapıya kavuşturmuştur. Zira artık savaş sahasında nükleer silahlar da vardı. Tank, NBC etkilerine karşı izole edilmiş bir alan sağlamakta ve askerlerin beka kabiliyetini arttırmaktaydı. Piyadeyi de zırhlı muharebe ve personel taşıyıcı araçların içine koyduğunuzda, en ideal çözümü yakalıyordunuz. Savaşın kurgusu şu şekilde beynelmilel hale gelmişti: Tanklar zırhları, ateş güçleri ve harekât kabiliyetleriyle düşmanı yaracaklar, piyadeler de onları takip edip savaşı kazanacaklardı.

Doğu ve Batı bloğundaki tüm ordular, zırhlı birliklerini bu konsepte göre geliştirdiler. Bu sebeple de tüm Ana Muharebe Tankları (AMT) benzer biçimde şekillendi. Fakat dünya hayallerdeki bu savaş alanından çok daha genişti.

İkinci dünya harbinin ardından, Afrika sömürgelerine sahip çıkmaya çalışan Fransızlar için, kolay nakledilen ve kullanılabilen bir hafif tanka sahip olmak öncelikli hale gelmişti. Zaten Avrupa’nın uzak bir köşesinde olduklarından, Rus tanklarıyla yüzleşme ihtimalleri de azdı. Afrika’da ise sömürge toplumlarının sahip olduğu kısıtlı imkân ve kabiliyetler, Fransızlara karşı zırhlı bir tehdit oluşturmak için yeterli gelmiyordu. Bu sebeple Fransızlar ilk milli tank çalışmasını hafif paletli MX-13 ile gerçekleştirdiler. Ardından çok daha hafif ve tekerlekli MX-10RC ve başka zırhlı araçlar geldi. Bunlar Fransız ordusuna uzun yıllar başarıyla hizmet ettiler. Arazide istedikleri ateş gücünü ve esnekliği sağladılar.

Aynı tanklar Hindistan – Pakistan savaşlarında etkisiz kalmış ve tarafların büyük kayıplar vermesini beraberinde getirmişti. Benzeri bir deneyimi Sovyet yapımı amfibi PT-76 tankıyla (Kuzey) Vietnam güçleri de yaşadı. Zırhlı harekât denemelerinin ezici bir çoğunluğu başarısızlıkla neticelendi. Hâlbuki Güney Afrika gibi birçok ülke, ağır toplu hafif zırhlı araçlar alanında çalışmakta ve çıkan ürünleri de başarıyla kullanmaktaydı. Sonuçta her savaş alanının kendisine özgü bir kimyası vardı ve ülkeler bunu yaşayarak tecrübe etmeye devam ediyorlardı.

Fransız MX-13 hafif tankından, Alman Leopard 2’ye kadar birçok savaş aracını deneyimlemiş Endonezya ordusunun kurmaylarının aklına bir fikir geldi. Zira fark ettikleri temel gerçek şuydu ki, ülkeleri ağır tankların harekâtına el vermeyecek kadar dağlık ve ormanlıktı. Tropikal bitki örtüsü o kadar sıktı ki, tank mürettebatının görüş ve yön duygusunu da zedeliyordu. Kısacası bu coğrafyada tank, piyadenin önünden değil, belirli bir mesafe koyup, piyadenin arkasından gitmeli, piyadeye ateş desteği sağlamaya öncelik vermeliydi.

Oldukça yüksek yağış alan bu bölgede, daha hafif araçlar daha yüksek harekât kabiliyeti anlamına geliyordu. Bu tür araçlar, doğal olarak çamura daha az saplanıyor, nehir ve dereleri daha rahat geçiyorlardı. Ayrıca daha yüksek profile sahip olmaları da avantajlarınaydı. Sadece görüş alanlarını genişletme açısından değil, yolların ve alt yapının sıkıntılı olduğu bu coğrafyada daha yüksek adette mühimmat taşımak da önemli avantajlar sağlamaktaydı. Böylelikle sıkça ikmale gerek duyulmayacaktı.

Birçok gelişmiş ülkenin aksine kısıtlı kaynaklara sahip Endonezya için, tank topunu sadece direkt atış vasıtası olarak kullanmak mantıklı gelmemiştir. Ülkenin çok geniş bir alana dağılmış, bazıları Türkiye kadar büyük bazıları ise ufacık, sayısız adadan oluşan bir coğrafyası vardı. Yani bir yere tank konuşlandırdıklarında, hem direkt ateş gücüyle müdahale edebilen, hem de 15-16 km.ye kadar endirekt atışlarla savaşa katılabilen bir platforma ihtiyaçları olduğunu kavradıklarında, çözüm de kendiliğinden gelmişti. Kısaca bu topraklarda kullanılan tanklar beklenen amaca hizmet etmeli ve parasının hakkını vermeliydi.

Zaten okyanusla izole bir coğrafyada, tanka karşı tank savaşı ihtimali düşüktü. Zira olası düşmanlar için buralara tank getirmek de, getirdikten sonra sevk ve ikmal etmek de zor olacaktı. Tanklara karşı geliştirilen ATGM benzeri füzelerin varlığı bu coğrafyada henüz gerekli görülmüyordu. Endonezya’nın ATGM’leri düşünmesine ihtiyaç bulunmuyordu. Zira yoğun bitki örtüsü doğal bir koruma katmanı oluşturmaktaydı. Önemli olan platformunu benimseyen, onu şehirde de dağda da doğal korunakların ardından kullanmayı becerebilen iyi eğitilmiş ve tecrübe seviyesi yüksek askeri personele sahip olmaktı.

Bu isterler silsilesini, sebep sonuç ilişkisi içerisinde uzatılabilir. Fakat sözün özü: Endonezya için Tank bir ihtiyaç olsa da, bunun dünyanın genelinden daha farklı bir tarifi vardı. İşte bu tarifle yola çıkan ülke teknik ortak arayışına girdi. Sonuç olarak diğer ülkelerin yaptığına benzer şekilde birçok ticari sempatik enstrüman kullanılarak da olsa, ihale Türkiye tarafından kazanılmış oldu. Bu sayede, Kaplan MT (Harimau) tankı Endonezya için geliştirilmiştir. Daha tank gelişim aşamasında iken, benzeri bir ihtiyacın kendisi için anlam ve önemini fark eden Vietnam, Endonezya hükümetine bu kapsamdaki ilgisini resmen iletmekten geri kalmamıştır.

Ordumuz için değil, bir başka ülke için geliştirilmiş olduğundan olsa gerek, FNSS firmamızın bu başarısı Türk kamuoyunda fazla ses getirmemiştir. Fakat unutmamak gerektir ki teknolojiyle beraber tüm dünya insanlarının düşünce ufku gelişmiştir. İnsanlar; sahip oldukları tecrübeleri, ihtiyaçlarıyla ve coğrafyalarının gereklilikleriyle harmanlamaya başladılar. Aynı sivil ticari hayatta gözlemlediğimiz kişiye özel çözümlerin bir benzeri, savunma sanayi alanında da ülkeye özel çözüm geliştirmek şeklinde ortaya çıkan bir zorunluluk olmaya başlamıştır. Bunu kavrayabilen ve bu yönde çözüm üretme esnekliğini gösterebilen savunma sanayii firmalarının tüm dünyada farklı müşterilerin beklentilerine uygun farklı çözümlerle geniş bir kitleye hitap etmeye başlayabilecekleri değerlendirilmektedir.

Endüstriyel kabiliyetleri ve teknolojik yetenekleri gelişen birçok ülke gibi İtalya da yerli ve milli tank ideali peşinde koşmuştur. Ariete AMT bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu tankın geliştirildiği çağa göre oldukça ağır ve yetenekli bir savaşçı olduğu söylenebilir. Bununla birlikte diğer tüm NATO tanklarıyla benzerdir. Ariete deneyimi de beraberinde şu soruyu getirdi: İtalya için gerçek ihtiyaç bu tank mı olmalıydı?

Savaşların olduğu coğrafyalar genelde insan yerleşimlerinin olduğu yerlerdir. Öyleyse ağır bir tank yerine çevik tekerlekli zırhlı bir araç pek ala kullanılabilir. Hele Avrupa gibi gelişmiş altyapının hâkim olduğu coğrafyada. Düşük profilli 8X8 bir şasi geliştirip üzerine tam güçte bir tank topu yerleştirdiler (Centauro 1 ve 2). Böylece Tank Destroyer (tank yok edici) kavramı ortaya çıkmıştır. Aslında İtalya’nın fark ettiği gerçek, yıllar sonra Japonya’nın da fark edip uygulayacağıyla aynıydı. Onların sadece bir tanka değil, onun yanında bir başka araca daha ihtiyaçları vardı. Daha hesaplı, daha mobil, daha kolay, daha az zırhlı. Zira dünya büyüktü ve her savaş alanında klasik anlayışla ağır tank, mantıklı bir çözüm olamazdı.

Benzeri bir düşünceyi doktrinel seviyede derinleştirerek uygulayan Japonya örneği günümüzde özgün bir çözüm olarak dikkat çekmektedir. Em modern Type 10 ana muharebe tankını geliştirirken, yanında Type 16 Meneuver Combat Vehicle tasarımını da uyguladılar. Sahip olduğu topun kalibresinden tutun, yiv-set yapısına kadar iki araç birbirinden farklıydı. AMT’de otomatik doldurucu varken, MCV’de bu işlevi yerine getirmesi için ilave personel kullanımı tercih edilmiştir. Kısacası söz konusu “iki ayrı araç ihtiyacı” farkındalığı, en temelden platformların tasarım felsefesine yansıtılmıştı. Ki, Mobile Protected Firepower konseptiyle günümüz süper gücü Birleşik Amerika da benzeri bir arayışa yönelmiş durumdadır.

Ayrıca güncel Hindistan-Çin sınır hattı gerilimine bakalım. Bölgeye kendi imali hafif tankları getiren Çin’in, Rusya’dan aldığı son derece modern T-90’ların limitleriyle tıkanan Hindistan karşısında yaşadığı avantajları açık kaynaklarda da paylaşılmıştır. Bu sebeple Pakistan ordusu da hızla bu Çin tanklarından satın almayı gerekli görmüştür. Aslında bu davranış, yüksek sıcaklık ve irtifa koşullarında harekât icra etmek için tasarlanan Türk Atak saldırı helikopterlerinin, Pakistan için ideal platformlar olarak belirlenip temin edilmek istenmesi kadar doğaldır. Sonuçta silah üreticisi ülkelerin, kendi isterlerine göre geliştirip sattığı bir alan olan dünya silah pazarı, farklı amaç ve arayışları da kucaklayan bir hale dönüşmektedir.

Bu bölümü kapatırken şu soruları sormak isterim: Türkiye için ihtiyaç duyulan tek tank Altay mı? Sadece Altay odaklı tek tip bir tank, ülkemizin ihtiyaçlarını karşılayabilir mi? Her cephede aynı etkinlikte kullanılır mı? Bu husustaki cevap arayışlarımızı gelecek yazılarda da sürdüreceğim. Saygılarımla.

Serbest Araştırmacı Yazar Aybars Meriç
Serbest Araştırmacı Yazar Aybars Meriç
Tüm Makaleler

  • 16.12.2021
  • Süre : 6 dk
  • 1977 kez okundu

Google Ads