Site İçi Arama

siyaset

Kendi İşini Yapmayanlar Ülkesi

Ülkelerin kalkınma serüvenlerine bakıldığında üç önemli unsur öne çıkar.

Bir ülkede eğitim, toplumsal olarak ihtiyaç duyulan alanlarda çalışacak liyakatli insanları yetiştirmenin birincil aracıdır. İstatistiksel bilgiler, bu alanda yapılacak planlamaların en önemli dayanağıdır. Ülkelerin kalkınma serüvenlerine bakıldığında üç önemli unsur öne çıkar. Bunlardan birincisi eğitim reformudur. Hızla değişen çağın gerisinde kalan bilgiler, öğretim metotları ve teknoloji gelecek çağın gereksinimlerine uydurulur ve kamu kaynaklarından eğitime büyük bir kaynak aktarılır. Aktarılan bu kaynaklar yıllar sonra büyük çarpanlarla ülkeyi farklı bir kalkınma düzeyine taşır. Ülkenin ihtiyacı olan insan gücü, her alanda etkili olur.
Kalkınma sürecinde etkili olan ikinci önemli unsur, ordunun yeniden yapılandırılmasıdır. Gelişen teknolojiyle harp silah ve araçlarının muharebe meydanlarına yansıması, yıkıcı etkiler üretebilmiştir. Statik bir harp olarak kabul edilen Birinci Dünya Savaşı sonrasında zırhlı birlikler ve hava araçlarında yaşanan hızlı gelişme, İkinci Dünya Savaşında harbin cephe büyüklüğünü, kara-deniz-hava birliklerinin teşkillerini, yeni harp ortamının ihtiyaç duyduğu askerileri yetiştirecek eğitim süreçlerini baştan aşağı değiştirmiştir. Değişen sadece silahlar ve onların etki gücü değildir. Statik harbe göre oluşturulmuş stratejiler olduğu gibi çökmüş, yerine yeni bir stratejik yaklaşım gelmiştir.
Üçüncü önemli unsur, parlamenter sisteme geçiştir. Monarşinin kişisel tercihlerinden bilimsel ve ortak akılla oluşturulan politikalara geçişi ifade eden bu süreç, bütün ulusların kalkınma süreçlerine en önemli etki yapan unsur olarak öne çıkmaktadır. Ne zaman ki, uluslar parlamenter sistemden uzaklaşmış ve bütün yetkilerini bir tek yöneticinin (diktatörün) hukuki varlığında cisimleştirmiştir, sonu bir şekilde hüsran olmuştur. Bugünün gelişmiş ülkelerine baktığımızda, hepsinde çok güçlü ve sağlam temellere dayalı parlamenter sistemlere sahip olduğunu görürüz. Başkanlık ve yarı başkanlıkla yönetilen gelişmiş ülkelerde bile parlamentoların çok güçlü olduğunu görmemiz gerekir.
Saydığımız bu üç unsur, yönetimsel alanda önemli bir ilkeyi dayatır; liyakat. Toplumların ihtiyaçları değiştikçe, sunulan kamu hizmetlerinin nitelikleri de değişir. Her değişim, liyakate olan ihtiyacı daha da fazla artırır. Eğer liyakate bağlı kalınmazsa, yapılanların hiçbir katkısı olmayacağı ne olarak bilinmelidir. Kamu politikası uygulanırken, onun arayüzü olan (halkla karşı karşıya gelen) insanlar işin detaylarına vakıf değillerse uygulanan politikaların başarılı olma şansı yoktur.
Bu uzun giriş faslından sonra ülkemizdeki duruma gelelim. Büyük bir inatla ve yasadışı yollar kullanılarak ülkenin rejimi değiştirildi. 2017 Referandumu yasaya aykırı olarak, geçerli sayılmaması gereken mühürsüz oyların geçerli sayılmasıyla kabul edildi. Ülkede hiç kimse bunu bir meşruiyet sorunu olarak görmedi. Oysa bu durum, başlı başına yeni sistemi gayrimeşru kılıyordu. Muhalefet, kendisini asla yasalara bağlı görmeyen bir güce karşı yasal yollarla mücadele etmeye çalıştı. Bu biraz okyanus ortasında büyük bir köpek balığıyla bir insanın hayatta kalma mücadelesine benziyordu. Sonuç net olmasına rağmen, meşruiyet sorunu kimse tarafından gündeme getirilmedi.
Bulunduğu makamda kendisini herhangi bir yasaya bağlı görmeyen iktidar, iktidarı destekleyen şirketlerin vergi borçlarını silip bütün ihaleleri onlara verebilecek gücü kendinde buldu. Ülkede din işlerinden sorumlu bir kurum, hiçbir hakkı ve yetkisi yokken milli eğitim politikalarına yöne verebilecek yeterliliğe erişti ve büyük bir şevkle bu yetkisiz görevi millete karşı kullandı. Orwell’in deyişiyle “hiç bir şey yasadışı değildi, çünkü artık yasa diye bir şey yoktu”. Anayasa yok sayılarak hukuk devleti, sosyal devlet ve ülkeyi bir arada tutan laiklik ilkesi yerle bir edildi. İşin ilginç tarafı, kimsenin buna itiraz etmemesi/edememesiydi. Kimse sorunu kendisiyle ilgili görmedi.
Bir toplumda üst düzeyde yaşanan bütün hukuksuzluklar, alt seviyedeki hukuksuzlukları tetikler. Her zaman alt seviyede daha büyük hukuksuzluklar yaşanır. Çünkü üst seviyedeki hukuksuzluğa tepki verilmediğini gören halk, hukuk ve ahlak dışı düzeni devletin buyruğu olarak görür ve tepki vermekten kaçınır. Türkiye’de yaşadığımız durum biraz böyle görünmektedir. Halk büyük oranda hukuksuzluğu kabullenmiş görünmektedir. Bu korku iklimi, politik toplumun sivil toplumu ezmesinin açık bir sonucudur. Ne sendikalar, ne dernekler, ne üniversiteler, ne vakıflar, bu hukuksuz düzene hayır diyememiştir. Tepki görmediği için kendisini meşru sayan/sanan iktidar da gemi azıya almış ve hiçbir hukuksuzlukta herhangi bir tereddüt göstermemiştir.
Aslında sorunu en tepede aramaya çalışmak büyük bir yanılgıdır. Sorun, bir ilçe müftüsünün özel bir şirkette hakları için eylem yapan işçilere tevekkül önermesidir; sorun, iç güvenlikten sorumlu güvenlik örgütlerinin özel şirketlerin çıkarlarını korumak için halkına karşı gelmesidir; sorun, tasarruf adı altında köylerdeki çocukların okul servislerinin kaldırılmasıdır; sorun, okullara yeterli ödenek verilmeyerek çocuklarımızın pislik içerisinde eğitim almak zorunda bırakılmasıdır. Sorun ilahiyat mezunu bir insanın Türkiye’yi yurt dışı temsilciliklerde temsil (!) edebilme yetkisini almasıdır. Sorun, sadece sarı sendika üyesi olduğu için liyakatsiz bir kişinin, eğitimli sağlık personelinin üzerinde idari makamlarda olmasıdır. Kısacası sorun liyakatsizliktir.
Ülke liyakatsizliği o kadar benimsemiştir ki, yasamanın yürütme emrinde olması, yargının yürütmeden talimat alması kimseyi rahatsız etmemektedir. En yüksek yargı organın üyesi olarak liyakatsizliği aleni olan insanların atanası normal karşılanmaktadır. Bazen siyasetçi hukukçu, bazen hukukçu siyasetçi olabilmektedir. Hatta bazen halk kendini yargının yerine koyarak karar verebilmektedir. Kaliteden uzak tabela üniversitelerinden mezun milyonlarca genç, bu yaşanan liyakatsizlik katliamının kurbanı olarak kimi suçlayacağını bilememektedir. Bu aşamada bir tek kişiyi suçlamak büyük haksızlıktır.
Halk kendi anayasasına sahip çıkmamış, kendi ordusunun şerefli teğmenlerine sahip çıkmamış, sokaklarda yaşama çabası içerisindeki canlara sahip çıkmamıştır. Halk kendi evlatlarının çağ dışı bir uygulamayla din görevlileri tarafından eğitilmesine de itiraz edememiştir. Çocuklar zorla camiye götürülürken gösterilmeyen tepkinin daha sonra anayasaya karşı çıkan bir hadsiz siyasetçiye gösterilmesi bir şey ifade etmemektedir. Kaldı ki, o tepkiler bile kuru gürültünün ötesine geçmemiştir. Haksızlıklara karşı toplumsal bir eylemlilik hali hiçbir zaman mümkün olamamıştır.
Ne zaman ülke bürokrasisinden sadece dini eğitim almış insanlar ayıklanır ve herkes kendi işini yaparsa, gelecek adına umut ışıkları ancak o zaman görülebilir. İmamlara devlet maaş ödemeli midir? Bu ayrı bir tartışma konusudur. Kendi işini yapmayanlar ülkesinde hiçbir işin çağın gereklerine ve ülke menfaatlerine uygun yapılma ihtimali yoktur. Yaşanan hiçbir şey tesadüfen olmaz. Ülkede anayasayı bilerek haklarına sahip çıkanların oranı yüzde birin altındaysa, bu hak mücadelesinin başarıya ulaşması, haklının hakkını alması mümkün değildir.
Oysa gelişmiş ülkeler vatandaşlık verirken sınav yapmakta ve bu sınavda kendi anayasasını sormaktadır. Biz kendi ülkemizde yabancı gibi yaşıyorsak, anayasadan haberimiz yoksa ve sadece kendi çıkarlarımız zedelendiğinde feryat ediyorsak, haktan bahsetmeye ne kadar hakkımız olduğunu sorgulamalıyız. Her şeye rağmen suçlu arıyorsanız, birkaç dakikanızı ayırıp aynaya uzun uzun bakın. Belki uyanırsınız ya da birilerinin uğradığınız haksızlık için yanınızda yer almasını beklersiniz.
Yangına su taşıyan karınca misali haksızlığın karşısında tarafını belli eden gerçek vatandaşlara selam olsun…

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 21.09.2024
  • Süre : 4 dk
  • 439 kez okundu

Google Ads