Site İçi Arama

siyaset

Hak Etmek ve Vatandaş Olmak-2

Devlet ile vatandaş ilişkisinde çok önemli bir detay vardır. Her iki tarafın da hak ve özgürlüklerin yanında hukukun üstünlüğünün farkında olması gerekmektedir. Bu farkındalık, sınırların aşılmaması için hem devlete hem de vatandaşa sorumluluk yükler. Her ikisi için de müeyyide olsa da, devleti bu sınırlar içerisinde tutmak her zaman daha zordur.

Sevgili dostlar, günümüz modern devlet yapısını tek kelimeyle anlatmam istense “kurumsallaşma” derdim. Burada sık sık vurguladığım “hukuk devleti” ilkesi, bu kurumsallaşmanın vücut bulmuş halidir. Hukuk devletinin gerçekleşmesi, devlet gücünün bireysel hak ve özgürlüklere zarar vermesinin önündeki en etkili engeldir. Zaten mülk devlet, polis devleti ve hazine teorisi aşamalarından sonra tarihsel olarak ortaya çıkmış bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu aşamalardan hukuk devletine geçişle birlikte, keyfiyet ortadan kalkmış, devlet örgütlenmesinin bütün boyutları hukuk bağlamında tanımlanmaya başlamıştır. Bu gelişmenin vatandaş üzerindeki etkisi bireylerin devletle olan ilişkilerinde yüksek düzeyde öngörülebilirlik olmaktadır. Diğer bir ifadeyle birey, devlet karşısında sadece vatandaş olmaktan kaynaklanan hak ve özgürlüklerin sahibi olmaktadır.

Devlet ile vatandaş ilişkisinde çok önemli bir detay vardır. Her iki tarafın da hak ve özgürlüklerin yanında hukukun üstünlüğünün farkında olması gerekmektedir. Bu farkındalık, sınırların aşılmaması için hem devlete hem de vatandaşa sorumluluk yükler. Her ikisi için de müeyyide olsa da, devleti bu sınırlar içerisinde tutmak her zaman daha zordur. Genellikle devlet mekanizmalarında kendiliğinden bu sınırları aşma iradesi yoktur. Bu konudaki teşebbüs çoğunlukla hükümetlerden gelir. Bu nedenle de kuvvetler ayrılığı, etkin bir denge fren mekanizmasının sağlanması için demokrasinin vazgeçilmez bir unsurudur. Ama bu da tek başına yeterli olmayabilir. Bunun için demokratik ülkelerde fikir hürriyeti, gösteri ve protesto hakkı yasalarla güvence altına alınmıştır. Yani vatandaşlara hükümetleri uyarma hakkı tanınmıştır. Tanınan bu hakkın kullanımı bireysel olabilirse de genellikle örgütlü yapılar eliyle yürütülmesi daha etkilidir. Çünkü örgütlü sivil toplumun kamuoyunu etkileme gücü ve kapasitesi her zaman bireyinkinden daha fazladır.

Örgütlü bir sivil toplum yapısı için öncelikle toplumda bireysel hak ve özgürlükler konusunda bir bilincin varlığı gerekir. Bu bilinç, bugünden yarına oluşturulabilecek bir bilinç değildir ve daha çok toplumsal mücadele kapasitesinin gelişmesine bağlı olarak çok uzun zaman içerisinde oluşur. Bunun yanında toplumun örgütlenme kapasitesinin derecesi de örgütlü bir sivil toplumun önemli belirteçlerinden biri olarak görülebilir. Elbette bunların devlet sistemi içerisindeki kabul derecesi nihai derecede önemlidir. Eğer hükümetler örgütlü sivil toplum konusunda olumsuz bir politik tutum takınırsa, uzun dönemde değişime karşı direncini kaybeden ve yok olmaya mahkûm bir yapı oluşur. Bu üç unsur birbirini destekler ve birbirlerini var eder. Ya da birbirlerini engeller ve sistemin entropi (ölüme gidiş) süreci hızlanır. Bu unsurların kesişim noktasında ise vatandaşlık kavramı durmaktadır.

Nasıl Bir Vatandaşlık?

Aslında bu soruya verilecek cevabın da zamana bağlı olarak değişmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Vatandaşlık, devletle olan ilişkileri bağlamında pasif statüden aktif aktöre dönüşmüş bir unvandır. Egemenliğin kaynağının değişmesiyle birlikte, yeni kaynak olan halkın devlet bünyesindeki karşılığı vatandaşlıktır. Dolayısıyla devletin asli unsurlarından biri olan egemenliğe sahip olmak, vatandaşın devlet karşısındaki konumunu tarihsel olarak değiştirmiştir. Devlet ve onun yönetim aygıtı olan hükümet sistemleri de bu değişime ayak uydurmak zorunda kalmıştır.  Artık günümüzde “aktif vatandaşlık” kavramı, toplumsal gelişmenin, kalkınmanın ve demokrasinin anahtar kavramlarından biri haline gelmiştir. 

Aktif vatandaşlık, çeşitli konularda sahip olduğu fikirleri örgütlü bir yapı içerisinde eylemsellik de dâhil olmak üzere savunmayı gerektirir. Sağlıklı işleyen kamu politikası süreçleri örgütlü sivil toplumun süreci etkileyebildiği müddetçe sağlıklıdır. Toplumda farklı kanaatlere rağmen bir kamu politikasını belirleyip mağdurlar yaratan bir hükümet, muhtemelen bu mağdurlara karşılık ayrıcalıklı bir kitle de yaratıyordur. Bu varsayım, kamu politikasının matematiğine dayanmaktadır. Sağlıklı olan süreç, toplumun farklı kesimlerinin görüşlerinin içine yansıdığı süreçtir. Sağlıklı süreç, kamu yararını ve ortak iyiyi arayıp bulan süreçtir. Bunun da yolu rağmen değil birlikte yapabilmekten geçer. Demokrasinin sadece oy vermek olduğunu düşünen ve sadece önüne sandık konduğu zaman fikrini söyleyebilen bir vatandaş, seçimler arasındaki uzun süreçte bütün hak ve özgürlüklerini de o sandığa gömmüştür. 

Aktif vatandaşlığın karşısındaki en büyük tehlike, vatandaşın örgütlü hak mücadelesini kriminalize eden ideolojilerdir. Bu ideolojiler, toplumda bölünme ve düşmanlık yaratan görüşlerden oluşur. Ahmet Taner Kışlalı’nın Siyaset Bilimi kitabında “otoriter kişilik” olarak tanımlanan bu siyasi tutum, kendi görüşü dışındaki bütün görüşleri ötekileştirme ve düşmanlaştırma eğilimindedir. Karşı taraf oluşturulduktan sonra sıra her fırsatta onları cezalandırarak haz almaya gelir. Kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi inanmayan insanların başına gelebilecek bütün kötülüklere sevinebilecek kadar insanlıktan uzaklaşırlar. İdeoloji/inanç bu insanların mantığını, vicdanını ve zihnini köreltmiştir. Hukuku sadece kendi düşüncesine göre verilen kararlardan ibaret görür. 

Suç ve suçlu kavramları birbirine girmiştir. Suçluluğuna inandıkları herkesin ceza alması gerektiğini ve hukukun bunun aracı olduğunu düşünürler. Basit çıkarlar için toplumun iyiliğini kolaylıkla göz ardı edebilirler. Toplumsal çıkar kavramından habersizdirler. Bir yerde sırasını ihlal edene sert tepki gösterirken, ödediği vergileri verimsiz politikalarla heba eden, sofrasındaki yiyeceğini eksilten, çocuklarının okuma ve iş bulma haklarını elinden alan hükümetlere saygıda kusur etmezler. Kendisi gibi düşünüyor ve inanıyor olsa bile hakkı yenen kimsenin yanında olmazlar, çünkü bunun hakkı yeneninin sorunu olduğuna inanırlar. Kendi huzuru için sadece başka canlıların değil, başka insanların bile hayatını kaybetmesi onun için sorun teşkil etmez. Elbette aktif vatandaş olmak, toplumsal bir iyileşme sağlasa da burada sıralanan sorunların hepsini çözmeye yetmez. Hükümet bir ideolojiyi bir kitleye dayatıyor olabilir. Bunun kabulü ise başlı başına ahlaki bir sorundur. 

İyi Vatandaş Olmak İçin Neler Gerekir?

İyilik ve kötülük kavramları insanlık tarihi kadar eski kavramlardır. Toplumsal değer yargılarından bağımsız bir tanım yapmanın oldukça zor olduğu bu iki kavram, topluma, zamana, koşullara göre de değişiklik gösterebilmektedir. Ancak bizim konumuz “iyi vatandaş” olduğuna göre, konuyu bireyden alıp toplumsal olana doğru bir yolculuğa çıkmamız gerekir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğin, bir felsefeye sahip olması olduğunu düşünürüm. Felsefe bana göre her düşüncenin, inancın, bilginin bir çarpanıdır. Eğer felsefe yoksa çarpan sıfır olur. Dini inancınız var fakat felsefeniz yoksa inancınız sıfırdır. İdeolojiniz var fakat felsefeniz yoksa ideolojiniz sıfırdır. Aslında bu yaklaşım bize inanç ve ideoloji uğruna öldürebilenleri çok net bir şekilde açıklamaktadır. 

Atatürk’ün vefatından sonra Aralık 1938’de Milli Eğitim Bakanı olan ve Ağustos 1946 yılına kadar bu görevde kalan Hasan Âli Yücel, bu yedi yıllık süreye devrim niteliğinde birçok uygulama sığdırmıştır. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi ve Tıp Fakültelerinin, Köy Enstitülerinin ve Devlet Konservatuarının kuruluşu bunlardan bir kaçıdır. Ama burada bahsetmek istediğim, bu aydın insanın “İyi Vatandaş İyi İnsan” adlı kitabıdır. Kitap ahlak öğretisi ile başlıyor. Bu bölümde Buda, Konfüçyüs ve Sokrates’e yer verildiğini görüyoruz. İkinci bölümde üç büyük din ve üç peygamber, inançların felsefeleriyle anlatılıyor. Üçüncü bölümde toplumsal kurumlar olan aile, okul ve meslek konularına yer veriliyor. Son bölümde ise millet, devlet, insanlık ve tek dünya kavramları anlatılıyor. Kitabın dizini bile iyi vatandaş olmanın nasıl bir felsefi olgunluk gerektirdiğini vurgulamaya yetiyor. Cumhuriyetin en kritik yıllarında böyle bir görevde uzun süre kalan Yücel’in kitabı, sonraki yıllarda büyük saldırılarla karşılaşan Türk aydınlanmasının temellerinin ne kadar sağlam olduğunu göstermektedir. 

Ahlak anlayışını din inancına sığdırmaya çalışan sığ düşüncenin toplumlara verdiği zararı insanlık çok ağır bedeller ödeyerek görmüştür. Din inancının felsefeden bağımsız kalması durumunda ahlak anlayışını yozlaştırdığını düşünüyorum. Bu nedenle de çocuklarımıza eğitim sisteminin vermesi gereken ilk değer, insanlık tarihinin bütün birikimi içerisinden süzülerek çıkarılmış ahlak felsefesinin ilkokuldan itibaren müfredata alınmasıdır. Ancak ne yazık ki, Türk aydınlanmasına saldıran gerici zihniyet, bu kadar önemli bir dersi, felsefeden uzak bir din anlayışının içine hapsedip bir hap olarak çocuklarımıza uzun yıllardır yutturmaya çalışmaktadır. Bu durumu ideoloji ya da hegemonya kavramları ile açıklamak mümkündür ama bu açıklamanın toplumsal sorunlara kısa sürede çözüm üretme ihtimali görünmemektedir. Ancak iyi vatandaş olmak için öncelikle felsefi temellere dayanan bir ahlak anlayışının topluma öğretilebilmesi elzemdir. Elbette bu çabaların yarını değil ancak 20 yıl sonrasını kurtarabileceğinin bilincinde olunmalıdır. Bu anlayış olmazsa, aktif vatandaşlığın gerektirdiği toplumsal bakış açısı kolay kolay mümkün olmayacaktır.  

Sonuç 

İyi vatandaş olmak öncelikle iyi insan olabilmekten geçer. Eğer bugün toplumda her olayda “nereye gidiyor bu toplum?” sorusunu soruyorsak, bunların dünden kaynaklı sorunlar olmadığını, kökenlerinin derinlerde olduğunu tespit etmemiz gerekmektedir. Yani doğru teşhis ve doğru tedavi için cesaret gösterilmesi gerekmektedir. Bu cesareti göstermek de yetmez, hak savunmanın toplumun bir parçası olduğunun bilincinde olmakla mümkün olabileceği bilinmelidir. En temel hakları savunan insanları bile hukuk dışında bir perspektiften görmek, zamanla kendi haklarımızda da erozyona yol açacaktır. Ne yazık ki, insanların birçoğu haklarını kaybedip yeniden o haklar için mücadele etmek zorunda kalana kadar bunun farkına varamamaktadır. 

Yakından bir örnekle açıklayacak olursak, Resmi Gazete’de yayımlanan “Torba Kanun” kapsamında kamu sendikalarının üyelerinin “Toplu Sözleşeme İkramiyesi” adı altındaki “rüşveti” alabilmesi, sendikaların %2 örgütlülük barajını geçmesi şartına bağlanmıştır. Çok açıktır ki, bu net olarak Anayasal bir hak olan örgütlenme hakkının ihlalidir. Şimdi burada feryat eden sendikalara dikkat çekmek istiyorum. Siz (baraja takılacak sendikalar) birçok konuda hukuk perspektifinden ayrılıp sanal ayrımları desteklerken nereye götürüldüğünüzü umarım anlamışsınızdır. Yani bugün kapınızı çalan hak ihlali, dün inançlarınız ve ideolojileriniz nedeniyle sesinizi çıkarmadığınız/çıkaramadığınız bir haksızlığın bedelidir. İdeolojik ya da inanç temel sendikacılık, iğdiş edilmiş bir sendikacılıktır, ideoloji ve inanç her ne olursa olsun. Umarım bana kimin iğdiş ettiğini sormazsınız. 

Yunus Emre’nin şu sözü aslında buraya kadar yazdıklarımızı özetliyor; “Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen”. Sorunlarla dolu bir yılı geride bırakıyoruz. Yeni yılda her şeyin çok güzel olmasına inanmak için umudumuz var. İçinizden sevgi eksik olmasın. Herkese, ülkemize ve dünyaya huzurlu ve mutlu bir yıl diliyorum.

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 31.12.2022
  • Süre : 6 dk
  • 1411 kez okundu

Google Ads