Hayvan Hakları Sorunsalı
TBMM tarafından Ekim 2019 tarihinde yayımlanan “Hayvanların Haklarının Korunması ile Hayvanlara Eziyet ve Kötü Muamelelerin Önlenmesi İçin Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu”, 5199 Sayılı Kanun Kapsamında sorunu bütün boyutlarıyla ele alan ve kapsamlı çözüm önerileri sunan bir rapordur.
Sevgili dostlar, Türkiye gündemine bir anda pimi çekilmiş el bombası gibi düşen 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi gerek siyaset sahnesinde gerekse toplumda büyük bir tepkiyle beraber sertlik düzeyi yüksek bir bölünme yarattı. Ne yazık ki, cehaletin toplumdaki kılcal damarlara sirayet etmesinin bir sonucu olarak, bu konudaki tartışmalar da akıl, bilgi, vicdan, terbiye ve nezaketten uzak bir seyir izledi. Kimse birbirini anlamak istemedi, sadece suçlamayı tercih etti. Yasayı savunanların argümanı sokaklardaki sahipsiz köpeklerin insanlar için tehdit ve tehlike yarattığı ve bu nedenle toplanıp “uyutulması” gerektiğiydi. Yasaya karşı olanların argümanı ise bir canlının yaşamına son verme iradesinin insan toplumlarının bir seçimi olmaması gerektiği, sahipsiz köpek sorunu konusunda insani çözümün “kısırlaştır, aşıla, yerinde yaşat” kelimeleriyle özetlenebilecek bir süreçte uygulanmasıydı.
Tartışmanın tarafları o kadar katı bir tutum içerisindeydi ki, birbirlerine hakaretten uzak durmadılar. Hakaretin daha çok yasayı savunanlar tarafından tercih edilen bir üslup olduğunu söylemek mümkün. Bu kişiler, sosyal medyada sahipsiz köpek saldırısına uğramış insanların gerçekten üzüntü verici fotoğraflarını paylaşarak, yasaya karşı olanlara “ite tapar”, “köpek sevici” gibi ahlak ve nezaketle bağdaşmayan ifadeler kullanmakta hiçbir sakınca görmediler. Yasayı savunanların büyük bölümü ise, neyi savunduğunu bilmeyecek kadar belirli bir fikre kitlenmiş insanlardan oluşuyordu. Bu da siyasi kamplaşmayı beraberinde getirdi. Hükümete yakın (ya da bu yasa teklifi nedeniyle kendini yakın hisseden) birçok kişi, muhalefetin bu yasa teklifine ilişkin tutumuna ağır hakaretler ve küfürlerle saldırmayı büyük bir coşkuyla yerine getirdiler. Bu arada yasaya karşı olanların içinde sayıları az da olsa ölçüyü kaçıranlar bulunuyordu.
Sağlıklı işleyen bir kamu politikası süreci yürütülseydi, tartışmaların toplumu kamplaştıracak kadar bölünme yaratması mümkün olmazdı. Sağlıklı bir kamu politika sürecinde politika yapıcı, konunun taraflarının görüş ve önerilerini alır, bilimsel ilkeler ve kaynaklar çerçevesinde bir müzakere ortamı sonucunda bir teklif ortaya koyar. Yasa teklifi ortaya çıktığında kamu politikası sürecinin büyük bölümü geride bırakılmıştır. Söz konusu teklif özelinde ise uzun sürmesi gereken bu süreç, “ben yaptım oldu” mantığıyla 12.07.2024 tarihinde 72 milletvekili imzasıyla TBMM Başkanlığına sunuldu. Konunun uzmanı olan meslek kuruluşlarının görüş ve önerileri yasa teklifinin hazırlanması öncesinde alınmadığı gibi, Komisyon görüşmelerinde de uzmanlar susturulmaya çalışıldı. Benzer tutumu iktidarın birçok yasal düzenlemesinde görüyor olmamız, iktidarın sivil toplumu dışlayan otokrat bir tutum içerisinde olduğunu göstermektedir.
Kanunlar, kamu politikasının son halkasında uygulamaya dönük yazılı kuralların ifadesidir. Bu nedenle halk egemenliğinin yansıması olan kanun yapma gücünün toplum nezdinde meşruiyeti, bu yetkinin yasama organındaki kullanımının hukuki ve ahlaki süreçlerinin uygunluğuna bağlıdır. Eğer egemenlik Anayasanın 6. Maddesinde yazdığı gibi “kayıtsız şartsız millete ait” ise o zaman, ortaya çıkacak yasal düzenlemelerin ortak iyiye hizmet etmesi ve kamu yararı amacına yönelik olması gerekmektedir. Yasama gücünü meclisteki sayısal üstünlüğüne dayanarak farklı kaygı ve beklentilerle kullanmak, toplum açısından ortak iyiye ve kamu yararına hizmet etmekten uzak bir tutumdur.
Bir kanun teklifi TBMM Başkanlığına sunulduğunda, teklifi sunan tarafından söz konusu teklifin her bir maddesini içerecek şekilde ayrıntılı bir gerekçe metni ortaya koyulur. Bahse konu Kanun Teklifi için de ortaya konan gerekçelere yönelik olarak Türkiye Barolar Birliği, hukuki değerlendirmelerini kendi sitesinde yayınlamıştır (1). Gerekçeleri hukuki olarak sorunlu olan bir teklifin ortak iyiye ve kamu yararına hizmet etmesi beklenmez, beklenemez. Sunulan gerekçelerde temel argümanın 5199 Sayılı Kanunun sorunu çözmede yetersiz kaldığı yönündeki inançtan kaynaklandığı görülmektedir. Yetersiz kalan kanun mudur, yoksa görevini yapmayıp kanunun uygulanmasını sağlayamayan kamu görevlileri midir? Türkiye Barolar Birliği’nin gerekçeler hakkında yaptığı hukuki değerlendirmeler, açıkça yasanın uygulanmasından sorumlu olan yerel yönetimlerin ve süreci takip etmesi gereken hükümetin görevlerini yerine getirmediklerini ortaya koymaktadır.
TBMM tarafından Ekim 2019 tarihinde yayımlanan “Hayvanların Haklarının Korunması ile Hayvanlara Eziyet ve Kötü Muamelelerin Önlenmesi İçin Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu”, 5199 Sayılı Kanun Kapsamında sorunu bütün boyutlarıyla ele alan ve kapsamlı çözüm önerileri sunan bir rapordur (2). Aradan 4-5 yıl geçtikten sonra, bu raporda imzası bulunan bütün siyasi partilerin raporda belirtilen hususlar konusunda yapılacak düzenlemelerin arkasında olması beklenir. Ancak tamamen raporun hilafına bir tutum takınarak, sadece toplumda belirli bir kesimde oluşan hassasiyeti istismar etmek amacıyla söz konusu değişiklik teklifini meclis gündemine getirmek, iyi niyet, vicdan ve ahlakla bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla ne amaçla yapıldığı konusu, kamusal sorunlara ilişkin tartışmalardan ziyade siyasetin alanına girmektedir.
Ortada bir gerçek vardır. Başıboş sokak köpekleri bazı bölgelerde insan sağlığını ve güvenliğini tehdit etmektedir. Ancak bu bütün köpekler için genellenemeyecek bir durumdur. Sorunun ana eksenini, daha önce raporlarla da ortaya konmuş olan, köpek popülasyonunun kontrolsüz artışı oluşturmaktadır. Veteriner hekimler açıkça sorunun insani bir çözümünün mümkün olduğunu vurgulamaktadır. Elbette bu çözüm, bu güne kadar aksatılan ve kaynak ayrılmayan uygulamaların yarattığı boşluktan dolayı maliyetli ve zahmetlidir. Ama şimdiye kadar ödediği vergilerin hesabını sormamış, bundan sonra da soracağı şüpheli olan insanların, bu maliyete katlanmak yerine hayvanların katledilmesini savunması, hayata dair hiçbir ahlaki duruş ve tutumlarının olmadığını göstermektedir. Kendi bencil yaşamları sorunsuz (!) sürsün diye, hiçbir suçu olmayan canlıların öldürülmesini modernlik olarak tanımlayacak kadar bilgisiz bu insanlar, karşıt görüşteki herkese karşı saldırganlıkta sınır tanımamaktadırlar.
Oysa insan sadece zekâsıyla diğer canlılardan ayrılan ve kendine farklı bir hayat tarzı yaratabilen bir canlıdır. Ama bu özelliği, diğer canlılardan üstün bir yaşam hakkına sahip olduğu anlamına gelmez. Doğada her şey birbirine dönüşür. Moleküler düzeyde bütün dünya sürekli devinim içerisindedir. Bir insanın vücudunda bir dönem hayvanlara ve bitkilere ait olmuş moleküller olduğu gibi, hayvanların ve bitkilerin vücudunda da doğal olarak bir dönem insana ait moleküllerin bulunması çok doğaldır. Aslında doğada var olan gerçeklik, yaşamın kendisidir. Bunun kime ait olduğu sorusu sadece tercihleri belirler, gerçeği değiştirmez. Birileri çıkıp doğadaki tek yaşamı, çeşitli biçimlerde ve çeşitli boyutlarda ortadan kaldırmaya çalıştıktan sonra kimseye ahlak ve insanlık dersi veremez.
Eğer insan binlerce yıllık tarihi boyunca sahip olduğu aklıyla yaşama dair bir felsefe sahibi olamadıysa, kendisine verildiğini düşündüğü üstün yaşam hakkı koskoca bir yanılsamadan ibarettir. Benim açımdan hayatını sürdürme zorunluluğu olmadan herhangi bir canlıyı öldüren, öldürülmesini savunan her canlı katildir. Umarım son nefesinizi verirken bu dünyanın ve yaşamın sadece sizlere sunulmuş bir ayrıcalık olmadığını anlamış olarak huzur içerisinde ayrılırsınız bu dünyadan. Ya da sahip olduklarınızdan ayrılmanın hüznü ağır basar ve gözünüz açık gidersiniz. Tercih sizin…
(2) https://www5.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem27/yil01/ss132.pdf