Türkiye’de Sosyal Yardımlar Sürdürülebilir mi?
Sosyal devlet bütün vatandaşlarına asgari yaşam standartlarını temin etmekten kendini sorumlu görür. Ancak sosyal devlet kavramı, ülkeye hayatı boyunca hiçbir katkısı olmayan insanlara devletin sürekli verdiği yardımlar anlamına gelmez.
Ülkemizde 22 yıldan bu yana aynı siyasi partinin bir şekilde iktidarda kaldığını görüyoruz. “İstatistik rakamlarla yalan söyleme sanatıdır” sözü, siyasetin retorik düzeyinde nasıl yapıldığını açıklaması bakımından önemlidir. Bu gerek iktidar gerekse muhalefet açısından geçerlidir. Ancak siyasetçinin söylediği yalanın derecesi ile hitap ettiği kitlenin algı düzeyi arasında ters orantılı bir ilişki olduğunu da belirtmek gerekir. Mesela kişi başına düşen milli gelir tek başına hiçbir anlam ifade etmezken, evine et alamayan bir kişinin açıklanan yüksek rakama sevinmesi böyle bir aldanışın türevidir. Bu yazıda sosyal yardımlarla siyaset arasındaki ilişkiye değinip sürdürülebilirliği sorgulamaya çalışacağım. Bu yazıda yazının konusu olan sosyal yardımlar, sadece yaşamak için devletin verdiği desteğe ihtiyaç duyanlara yapılan yardımlar anlamında kullanılmıştır. Sosyal yardımların kavramsal olarak içeriği çok daha geniştir.
Sosyal devlet kavramı, ikinci dünya savaşından sonra bütün dünyada kabul gören bir yaklaşımı ifade eder. Bu anlayışa göre devlet bütün vatandaşlarına asgari yaşam standartlarını temin etmekten kendini sorumlu görür. Bunun iyi anlaşılması gerekir. Aksi durumda sosyal devlet kavramı, ülkeye hiçbir katkısı olmayan insanlara devletin sürekli verdiği yardımlar şeklinde anlaşılabilir. Anayasamızın ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasında yer alan “sosyal bir hukuk devletidir” ifadesi, Dördüncü Kısım, İkinci Bölüm’de yer alan “Ekonomik Hükümler” olmadan anlamlı olmaz. Çünkü kalkınmayı ve refahı artırmak, istihdamı geliştirmek, devletin en önemli işlevlerinden kabul edilmektedir. Dolayısıyla Anayasa sadece bu konuda değil, her konuda bütüncül olarak ele alınmalıdır. Örneğin laiklik sadece ikinci maddede yer almaz, 24’üncü maddede yer alan hususlarla anlam kazanır.
Sosyal devlet anlayışının uygulanabilmesi için de kamu politikalarına bütüncül bakılması gerekir. Konunun maliye, sağlık, eğitim, istihdam politikalarıyla yakın ilgisi vardır. Seçimlerde yapılan sosyal yardımların bir seçim propagandası olarak kullanılmasının aslında insanları rahatsız ve huzursuz etmesi gereken bir boyutu vardır. Demek ki, iktidarlar ülkenin gelirini ve refahını artırma görevini iyi yapamadığı gibi vatandaşlarını yardıma muhtaç duruma düşürmüştür. Bunun kelime karşılığı tam anlamıyla başarısızlıktır. Bir ülke düşünün ki, emekliler maaş aldığı halde geçim sıkıntısı yaşamaktadır. Alım gücünün bütün paritelere göre düşmüş olması, iktidarın politika tercihlerinde uzun dönemli büyük yanılgıları işaret eder.
Ekonomide kaynakların sınırlı olması, kaçınılmaz olarak tercihlerin önceliklerinin sıralamasını zorunlu kılar. İşte bu sıralamadaki politika tercihleri, siyasi iktidarın başarı ya da başarısızlık arasındaki konumunu belirler. Bir ülkede refahın artması için eğitime, bilime, sağlığa ayrılan kaynakların diğer alanlardan daha fazla olması gerekir. İbadet yerleri inşa ederek buralara din görevlileri atamak, politik bir tercih olsa da doğruluğu tartışılabilir bir konudur. Konuyu daha da somutlaştırmak adına örneği geliştirelim. Sosyal yardımlara muhtaç insanları sayısı artarken, bu tercih, “ben ilerde sizin refahınızı artırma konusunda herhangi bir umut görmüyorum, iyisi mi siz Tanrıya dua edin” demekten farksızdır.
Sosyal yardımların seçimlerde propaganda amaçlı kullanımı retorik bazında bile rahatsız edici bir hususken iktidar gücünün bu amaçla kullanılması, “bana oy verirseniz size bunları veririm” gibi tehdit edici bir üsluba dönüşebilir. Günümüzde teknolojik imkânlar devletlere kimlerin yardıma muhtaç olduğunu tartışmasız şekilde tespit edebilme olanağı sağlarken yapılan yardımların ihtiyaç sahiplerine değil de siyasi partinin yandaşlarına verilmesi, izahı mümkün olmayacak derecede büyük bir ihanettir. Çünkü siyasi partilerin yandaşlarını korumak gibi bir görevi ve sorumluluğu yoktur. Bütün bir ülkeye ve onun vatandaşlarına hizmet için iktidara gelip belirli kesimleri gözeten bir siyasi anlayış, ahlaktan ve vatanseverlikten uzaktır.
Konusu beli de yargının alanına giren, halkın refahı için (kamu yararı için) kullanılması gereken kaynakların yanlış ve aşırı kullanımı konusuna girmesek de kamu politikasının sorumluluğu hükümetlerin üzerindedir. Çünkü hükümetin görevi, halkın refahını artırmak için doğru politika tercihleri yapmak, kaynakları kamu yararına kullanmak ve bunun için gerekli her türlü tedbiri almaktır. Birisinin bir sabah uyanıp, “hay Allah biz yanlış tercihler yapmışız, kaynağa ihtiyacımız var. Ücret dengesini boş verelim, emeklilerin maaşlarından bir miktar keselim” dediği noktada kamu yararı ortadan katlığı gibi, yapılan bütün yanlış tercihler de yargılamanın konusu haline gelmektedir. Aksi bir durumun, kurumsallaşmasını tamamlamış ve gelişmiş bir ülkede olabileceğini düşünmek akıl ve mantıkla mümkün değildir.
Ülkede sosyal yardımlara olan ihtiyaç arttıkça sosyal yardımlar seçimleri de etkileyen bir popülizm yarışına dönüşür. Genellikle hiçbir siyasetçiden “amacımız ileride refahı artırıp sosyal yardımları azaltmaktır” sözünü duyamazsınız. Sosyal yardımlara ayrılan kaynaklar arttıkça bilime, eğitime ve sağlığa ayrılan kaynaklarda göreli bir azalma yaşanır. Politikada doğru tercihler yapmadan içinden çıkılması imkânsız bir kısır döngüye girilir. Devlet gücünü kullanmaya alışmış kesimler, halkın ödediği vergilerden oluşan kaynakları bireysel tercihleri için kullanmayı kendilerinde vazgeçilmez bir hak olarak görmeye başlarlar. Varlığı bile sorgulanması gereken bir kurumun başındaki üst düzey bürokrat, kendisine tahsis edilen makam aracının markasını bile seçebilir duruma gelir.
Hatalı politika tercihleri kaynakların hatalı ve verimsiz kullanımına yol açar. Kamudaki bu sorun, ücret politikalarındaki sorunlarla birlikte zamanla bütün ülkedeki işletmelere yönetim zihniyeti olarak sirayet eder. Ekonomide ciddi bir verimsizlik krizi doğar. Ekonomi kendi dinamikleri ile büyüyemez duruma gelir. Bir taraftan yanlış tercihler nedeniyle yeni kaynak yaratmak zorunda kalan hükümet, vergileri ve ücretlerden yapılan kesintileri artırır. Sorunun kaynağı doğru tespit edilmediği için yeni kaynak yaratma çabalarının hepsi, halkın refahından çalınır. Oysa hatalı politika tercihlerinden dönmek bütün sorunları çözecekken, retorik bazında üretilen çözümler siyasilere daha kolay gelir. Böylece halk bir taraftan yoksullaşırken diğer taraftan güzel günlerin geleceğine olan inançla siyasilere daha sıkı sarılır. Siyasetçiler de ortada sorun olmadığını düşünüp hatalı politika tercihlerinde ısrar etme hakkını kendisinde görmeye başlar.
Sonuçta sosyal yardım aldığı için mutlu olan insanlar, çocuklarının kendileri kadar bile sosyal yardım alamayacağı bir bozuk düzenin meşruiyetini sağlamak için hayatlarını heba ederler. Alçaklara yağan karlar, işin sonunu düşünmeyen siyasetçileri üşütmese de uzun dönemde refah kaybına uğrayan halkı süründürmeye yeter. Sözün özü, sosyal yardımlar sosyal devlet ilkesinin bir gereğidir ama sürdürülebilir bir çözüm aracı değildir. Sosyal yardıma ayrılan kaynak büyüdükçe bu kaynak, mutlaka gelecekteki refahı sağlamaya ayrılması gereken kaynaklardan sağlanır. Sosyal yardımların yüksekliği ile ülke siyasetinin başarısı birbiriyle ters orantılıdır. Eğer bir siyasi iktidar refahı artırmak istiyorsa yapması gereken politika tercihleri ülkenin koşullarına göre bellidir. Hatalı tercihlerde bulunup başarı beklemek ve halkı bu başarının geleceğine inandırmak iyi niyetle açıklanamaz. Halk açısından söylenmesi gereken ise şudur; Kendi kaderini siyasetçilerin ikbaline bağlayan hiçbir halk yoktur ki, refah içerisinde yaşayabilsin.
Saygı ve sevgiyle…