Site İçi Arama

siyaset

Weberyan Devlet ve Türkiye

Uzun süredir bizi çok kıskanan Almanları taktım kafaya. Ama ilk önce kendimizin ve dolayısı ile ülkemizin durum ve ahvaline bakmakta fayda görüyorum. Biz ülkemizi iyi yönetebiliyor muyuz?

Bütün Sorunlarımız Sistemsizliğimiz İle Başlıyor:

Uzun süredir bizi çok kıskanan Almanları taktım kafaya. Ama ilk önce kendimizin ve dolayısı ile ülkemizin durum ve ahvaline bakmakta fayda görüyorum. Biz ülkemizi iyi yönetebiliyor muyuz?

Aslına bakarsanız sadece ülkeyi değil, hiçbir şeyi olması gerektiği gibi, bir başka deyişle, bizim insanımızın da gelişmiş ülkelerin insanları ayarında bir yaşam kalitesini ulaştırabilecek kadar iyi yönetemiyoruz, yönetilmiyoruz. Bu, sadece mevcut iktidarla ilgili bir konu değil şüphesiz. Eskiden beri sorunumuz. Sadece şu sıralar dünyaya daha fazla açıldık, daha fazla diğer ülkelerin vatandaşları ile kendi yaşam seviyemizi kıyaslayacak referanslarımız oluştu. En basiti, sosyal medyaya yansıyan görüntülere bakmak yetiyor. Nasıl ki Somali bizden geri ise, örneğin biz de Almanya’dan geri kalmışız. Bunun tersini iddia etmek mümkün değil, edersek de gülünç duruma düşeriz.

Bizim toplumuzda iş insanları da devlet bürokrasisindeki en üst basamaklarda yer alan kurum ve kuruluşlarımızın yöneticileri de “güce fazlasıyla aşıktır”. Güç sahibi olmak, zulüm derecesinde insanları ezmek, iyi yönetici olmakla eşdeğer görülür. Hepsinin en sık kullandığı ve tek etkili araç olarak bildikleri, maalesef “güç” denen şeydir. Sadece sahip olduğu paranın ya da devlet gücünün arkasına sığınarak, emir ve talimatla insanları yönetmek üzerine kurgulanmış bir iş dünyamız ve devlet hayatımız var. Şüphesiz istisnaları oluyor, betimlediğim bu durumun tersine çağdaş yöneticilik ilkelerini benimseyen, yönetimi altındaki insanlara ‘insan gibi’ davranan yöneticilerimiz oluyor. Örneğin örnek alınabilecek vasıfları olan, kural esaslı yönetim sergileyen valilerimiz, belediye başkanlarımız, fabrika müdürlerimiz vb. var. Ancak, hakikaten bu iyi örnekler çok istisna kalıyorlar, genel ‘bozukluk’ içinde pek de fark edilmiyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti Merkeziyetçi Bir Sisteme Sahiptir:

Bizim yönetim anlayışımızın temelinde merkeziyetçilik var. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babaları, üniter bir devlet temelinde, merkezi kontrol ve yönetimi esas almış. Merkez hep güçlü olsun istenmiş. Bütün memleketin kalbi ve beyni Ankara olacak şekilde yapılandırılmış koskoca Türkiye’miz. Memleketin ücra köşelerindeki gariban vatandaşlarımız için merkeze bağlı çalışan jandarma ve polis, adeta devlet olmuş yaşadığı köyünde veya kasabasında. İşler iyi giderken elbet sorun olmamış bu durum ancak çözülmesi gereken problemler ortaya çıktıkça, çözüm için adres hep Ankara gösterilir olmuş. Ankara’ya nasıl ulaşsın gariban halk çocukları? Yolu olmayan ve okulu bulunmayan köylerde yaşayan, işi çobanlık aşı ırgatlık olan köylü için, evet, milletin efendisi köylü için, bu derece kolay olabilir?

Ankara’da hükümetin başı, her şeyin başı olmuş zamanla. Merkeziyetçi gelenek Türk devletinin karakteri haline geldiğinden, sorunların çözümü hep merkezden beklenmiş, bu nedenle de çözümler ya hiç gelmemiş ya da hep gecikmiş. Ankara görmezse, memleketin aksayan hiçbir şeyi görülmez ve bu nedenle de çözülmez olmuş. Ankara’yı uyaracak, harekete geçirecek tek çare olarak siyasi kanallar, particilik mekanizması kalmış.

Halk ve Siyaset Üzerine:

Böylece, halkımız siyasi partileri halk futbol takımı tutar gibi tutmuş, öyle benimsemiş. Herkes kendi partisinin iktidar olduğu yıllarda, taşradaki parti teşkilatlarını kullanarak Ankara’ya ulaşmayı, bir yolunu bulup, işini halletmeyi öğrenmiş. Partisi iktidar olamayan da hep ezilmiş, sırasını beklemiş. Hükümet olan partinin kendi yandaşlarına sağladığı ‘nimetlerden’ yararlanamadığından, yaşam kalitesini yükseltme imkânı bulamaz olmuş. Neticede, iktidar partisi demek, memleketimiz için ‘zenginlik, adam yerine konma, itibar sahibi olma’ benzeri birtakım kazanımları kendisine oy verenlere sağlayan merkezi bir mekanizma haline gelmiş.

Oysa iktidarda hangi parti olursa olsun, tüm vatandaşlara eşit bir şekilde davranma, zenginlikleri eşit bir şekilde sunma, vergiyi herkesten kanuna uygun toplama, kimseyi kayırmama, hükümet yetkisini kendisine oy vermeyenlere karşı bir zulüm aracı olarak kullanmama gibi çağdaş bir siyasi anlayışla hareket etmesi gerekmez mi?

Hakikaten eğer bu ülke insanının gelişmiş ülke vatandaşlarının yaşadığı ölçekte bir hayat sürmesini istiyorsak, tüm partiler bir araya gelip, bu ülkeye esaslı bir format atmak, her şeyi çağdaş kriterlere uygun olarak yeniden tasarlamak durumundadır. Bizim; Türk halkı olarak 100 yıllık cumhuriyet birikimlerimizi göz ardı etmeden, içinde bulunduğumuz şartları analiz edip, yeni bir sentez ortaya koyabilmemiz gerekir.

Ülkemiz, yönettiğini sanan ancak aslında yönetemeyen bir siyasi anlayışa mahkûm olmuş durumdadır. Bu yüzden, iktidar ve muhalefet olarak, tüm siyasi partilerimizin ortalama bakış açısı yönetmek adına aynı olduğundan, halkın gözünde bir ‘farklılık’ siyasi partiler yönüyle pek gözükmemektedir. Sadece liderler üzerinden particilik yapılmakta, her şey liderlerden beklenmektedir. Oysa, her şey Türk Devleti dediğimiz şeyin bir parçasıdır. Devlet bütünlüğü içinde partilerin, bürokrasinin, sivil toplum kuruluşlarının, halkın genelinin ayrı ayrı ödevleri ve sorumlulukları vardır. Bunun temeli de hukuk düzenidir. Türk anayasası, sosyal bir hukuk devleti olmayı emreder. Particilik değil, tüm vatandaşlara eşitlik, kardeşlik, özgürlük ilkeleri doğrultusunda fırsat eşitliği sunmak, mülkiyet edinme hakkını herkese eşit tanımak, devletin ve devletin kuruluş ilkeleri üzerine halkı yönetmek, seçilmiş iktidarların, yani Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin asli ve değişmez görevidir. İktidar partileri değişir ancak bu ilkeler değişmez, değişmemelidir. Değişiyorsa, orada keyfilik vardır, modern manada bir devlet ve sistemi yok demektir.

Max Weber Tarzı Devlet Sistemi:

Devlet denince akla en önde gelen isimlerin başında Alman sosyolog Max Weber gelir. Weber, çağdaş bürokrasi fikrinin babası olarak bilinir. Kanaatimce, günümüzde Almanya’nın devlet yapısında Weber’in düşüncelerinin ve ortaya koyduğu ilkelerin güçlü etkileri vardır. Bizim de ulus olarak Weber'den alacağımız çok dersler olduğunu düşünüyorum. Aslında şu Almanları kıskanmıyor değilim hani. Nereden bulup çıkardılar bu Weber gibi bürokrasiye (siyasîler dahil) düzen getiren birini.

Weber’in bürokrasi anlayışını dayandırdığı temel ilkeleri şöyle sıralanıyor: Hiyerarşik yapı, Emir-komuta zinciri, Açıkça tanımlanmış iş veya işler, İş bölümü, Kurallı yönetim, Uzmanlaşma ve liyakat, Teknik niteliklere bağlı meslekte yükselme, Kişisel olmayan (gayri-şahsi), kurallara dayalı denetim vb. İşte bugün çoğu ulusun kıskandığı Almanlar, İkinci Dünya Savaşı’nda yerle bir olan memleketlerinde, küllerin içinden yeni bir devlet kurmayı başarmışlar, Almanya’yı dünyanın en büyük ekonomisi haline getirmişlerdir. Almanlar, kuralcılıkları ve prensiplere bağlılıkları ile tanınmışlardır. Bu disiplinli, oto kontrolü yüksek ulus, bugünkü gelişmiş devlet yapısını ve ülkeyi yönetme şeklini, Weber’in ortaya koyduğu kriterlere uyarak başardı.

Türk Siyaseti ve Bürokrasisi Weberyan Tarzı Ne Kadar Benimsemiştir?

Peki biz ne yaptık? Weber'i anlamadık, anlamak için uğraş da vermedik, Weberyan ilkeleri uygulamaya bile tenezzül etmeyip, kolayına kaçtık. Kim bizim çıkarımıza hizmet ederse onu baş tacı yaptık, atladık, onun sahip olduğu güce taptık! Yeter ki bizi görsün, bize faydası dokunsun, ne isterse yapsın, ülkeyi nasıl yönetirse yönetsin anlayışında olduk. Bu arada yine de Weber’den aldığımız bazı ilkeleri hakkıyla uymakta olduğumuzu da belirtelim, tabii ki işimize gelenlere uyduğumuzu söylemeye gerek yok. Nedir bunlar: Hiyerarşik düzen ve emir-komuta zincirini. Diğerleri bize uymamış herhalde.

Oysa, biraz özeleştiri yapabilsek, biraz bilimsel bakıp, ülkemizin en azından çalışma hayatını bilimsel esaslara göre kurgulayabilsek, çoğu şeyi çözmüş olacağız, kalkınan, halkı refah içinde olan bir ülke haline gelebileceğiz.

Bizde görünen odur ki, işlerin sınırları bulanıklaşmıştır. İşler kişilere göre şekil alır hale gelmiştir. Kurallı yönetim yerine keyfi yönetim denen bir şey uydurmuşuz. Lafa gelince belki biz de kurallardan bahsediyoruz ama hepimiz biliyoruz ki, bu sadece laftadır.

Belirli alanlarda uzmanlaşmak, ehliyet sahibi olmak için uğraş vermeyi bile gerekli görmüyoruz. Niye? Çünkü memlekette istihdam, iş bulma bir işin uzmanı olmaktan ziyade adamını bulmaktan geçer olmuş, liyakat denen şeyin manası bile unutulmuş. İnsanlar gülüyor çok iyi bildiğimiz üniversitelerde okuyan çalışkan ve zeki çocuklara. Vasat bir okulu bitiren, okul hayatı vasat geçen bir delikanlı, adamını bulursa, en iyi okullarda okuyanlardan daha iyi yaşayacak imkanlara, refah seviyesine erişebilir hale gelmiş. Doktor olmak değil belediyeden adamını bulup ucuz arsa kapmak, ucuz malzemeden pahalı ev yapmak, yüksek fiyatlarla yaptığı evleri satmak, halkı kandırmak vb. daha makbul hale gelmiş. Devlet katındaki işlere alım esnasında adamcılık, particilik, hemşericilik, kayırmacılık, akrabalık vb. kriterler esas alınırsa, ve bu toplumun geneli tarafından ‘işleyen sistem’ olarak görülüyor ve kabul görüyorsa, gerisini siz düşünün. Bu tür toplumlarda, ayaklar baş, başlar ayak olmaya mahkûm olmaz mı?

Artık bizim parti, bizim cemaat, bizim tarikat, bizim memleket ve hatta bizim aile anlayışı hâkim memleketimizde. Çalışmak, çalışkan olmak makbul bir özellik olmaktan çıkmıştır.

Weberyan Alman Devlet Sistemi ve Toplum Yapısı:

Herhangi bir meslek erbabı için mesleğinin itibarlı pozisyonlarına yükselebilmek ise çalışmak, uzmanlaşmak ve liyakat sahibi olmaktan ziyade iltimas, koruma, kayırmayla mümkün hale gelmiş. Sistemde, sadece cezalandırmak ve bazı durumlarda devlet bütçesinde yer alan ceza gelirlerini toplayabilmek için denetim yapar olmuşuz. Weber’in gösterdiği sistemi benimseyen, onun gereklerine uyan Alman toplumu gibi olmak yerine, kendime özgün bir çarpık sistem içerisinde debelenip durmayı marifet sayan bir toplum haline gelmişiz. Weber’in ünlü klişesi “rasyonel bürokrasiyi” öğrenmenin bir yolunu bulamazsak, ‘gelişmekte olan ama gelişemeyen’ bir ülke olmaktan memleketçe kurtulamayacağız kanaatindeyim.

Temel Beklentilerim:

  • Aklıma gelen bazı temel ilkeleri sizlerin dikkatine sunmak isterim:
  • Kararlar veriye dayalı olarak verilmelidir. Bilim rehber olmalıdır. Hayatta en hakiki mürşit bilimdir.
  • Yöneticilerimizin en önemli görevlerinden birisi iyi yöneticiler yetiştirmektir.
  • Örgüt aynı zamanda bir okuldur, insana yatırım yapılmalı, insanlar eğitilmelidir.
  • İnsanlar; bilgi ve becerileri daha yüksek olanlar tarafından denetlenmelidir.
  • İnsanlar yükselmenin liyakat ve çalışkanlıktan geçtiğine ikna olmalıdırlar, başka yollara tevessül etmek ayıp sayılmalı, bu yola sapanlar ise hukuk tarafından gerektiğinde cezalandırılmalıdırlar.
  • Anahtar konumdaki makamlara hukuk kuralları çerçevesinde sorunları süratle çözmeye yönelik tanımlı, geçici yetkiler verilebilmeli, otonomi sağlanmalı ancak yetkiler görevle sınırlı ve bir vakte gelince mutlaka yetkiler sonlanacak şekilde verilmelidir.
  • Bütün memleket işleri şeffaflık ve hesap verebilirlik çerçevesinde olmalıdır.
  • Eğitim sistemi gelenek ve göreneklerimize, toplumsal zenginliklerimize göre dizayn edilirken, bilim temelli bir yapı esas alınmalıdır. Çeşitli din, mezhep, ırk ayrımı, ideoloji saplantısına dayalı bir eğitim sistemi daha doğrusu sistemsizliği olmamalı, bu yönde arayış içinde olacaklara engel olacak bir sistematik yapı kurulmalıdır.
  • Kayırmacılığı, iltiması, rüşveti, yolsuzluğu mutlaka kaldıralım,
  • Liyakati artık mutlaka getirelim,
  • Makamları, devlet işlerini hak edenlere verelim,
  • Gerçek başları, baş yapalım, ayak takımını yüksek makam ve mevkilerden uzak tutalım,
  • Yetki verelim ama hesabını sorabilecek yetkiyi de millete bırakalım,
  • Yapamayanları kenara koymayı, en iyi yapanların önünü açmayı bilelim.
  • Kadını yüceltelim, iş yaşamında kadınlara karşı ayrımcılık yapmayalım, kadınları değer gören bir toplum düzeni kuralım.
  • Yalakalığı değil, mertliği dürüstlüğü yüceltip ve ödüllendirelim,

 

Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi yapalım:

Dostlarım, Kardeşlerim, Canlarım…

 

Kaldırın başlarınızı,

Suçlular gibi, yüzümüz yerde,

Özümüz darda durup dururuz.

Kaldırın başlarınızı yukarı,

Bize göz verildi, gözleyin diye!

Dil verildi söyleyin diye!

 

El gövdede kaşınan yeri bilir,

Dert bizde, derman ellerimizdedir.

Ararsan bulursun, verirsen alırsın.

İnanmazsan gelir görürsün…

 

Sonuç:

Max Weber Alman düşünür ve sosyologdur. Atatürk’ün içinden çıktığı Türk ulusunun her bir ferdine gösterdiği hedef olan “muasır medeniyet” seviyesine biz henüz çıkamadık, çıkmaktan da biraz uzağız. Oysa Almanlar, kendi içlerinden çıkan Weber’i dinlemişler ve dünyanın en ileri ve refah seviyesi yüksek ulusları arasında en önlerde yerlerini almışlardır. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne yüzyıl kadar geçmesine rağmen, memleketimizde Weberyan tarzı bir yönetim felsefesini bir türlü oturtamayan ve oturtmamak için direnen biz Türkler, ulus ve toplum olarak hiç olmazsa Almanları kendimize örnek alabilirsek, Atatürk’ün gösterdiği hedefe, geç de olsa ulaşma şansımızın hâlâ olabileceğini düşünüyorum. Düşünmek istiyorum.

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 04.06.2022
  • Süre : 6 dk
  • 2168 kez okundu

Google Ads