Apolitik Alandan Politik Alana Yolculuk
Alanı genişlemiş apolitik gerçeklik ise toplumda yönetme işlevini üstlenen kişilere politik eleştirinin dışında korunaklı bir alan yaratır. Siyasetçilerin genellikle politik gerçekliğin parçası olan olayları apolitikleştirme çabası, bu korunaklı alanı koruma çabası olarak da algılanabilir.
Sevgili dostlar, çok önem atfettiğimiz seçimin üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. İnsanlar ister muhalefet ister iktidar olsun, her şeyin kısa sürede değişeceği düşüncesiyle sandığa gitti. Oysa siyaset ahlakı, toplumun ahlakı kadardı. Yani ister iktidar ister muhalefet olsun, siyasetçiler sadece seçmenlerin oylarını alana kadar dürüsttü. Belki de bu aşamada siyasi değerlendirme yapmak anlamsız bir çabadan ibaretti. Ya da Türk siyaset sahnesinde olanlar, seyirciyi (seçmeni) oyalamak üzerine kurgulanmış büyük bir tiyatrodan ibaretti. Toplumsal olan sorunların politik gerçekliğinin gözlerden kaçırılması için bireylere apolitik bir gerçeklik sunuluyordu belki de.
Medyada bütün değerlendirmeler siyaset üzerinden yapılırken, siyasetin temel belirleyicisi olan toplum, genellikle siyasi tartışmaların dışında kalıyor. Toplumsal gerçeklik, farklı boyutları ele alınarak çarpıtılıyor ve siyasetin toplum üzerindeki hegemonyası meşrulaştırılıyor. Burada politik alanın nerede başlayıp nerede bittiği gibi akademik tartışmalara girmeden, toplumu oluşturan bireylerin yaşananlardaki sorumluluğuna değinmek istiyorum. Aslında bu sorumluluk, apolitik bir alanda başlayıp, toplumsal düzeye çıktıkça politikleşir. O halde apolitik gerçekliğin sınırları nerede biter? Bu yazıda bireyler üzerinden bir toplumsal eleştiri çabası göstermeye çalışacağım. Açıkçası iç sesimi yazacağım.
İnsan genellikle yaşadığı her türlü sorunda bir başka sorumlu bulup, onu suçlama eğilimindedir. Bu, insanın kendi savunma mekanizmaları üzerinden gerçekleştirdiği bir tutumdur. Kendini eleştirebilmek ise farkındalık gerektirir. Kişinin kendisini eleştirebilmesi, insanın kendi sınırlarını keşfetmeye başlamasının ilk adımıdır. Bu eleştirinin sınırları, kişinin başka insanlarla ya da çevreyle olan ilişkisine ait eleştiriler düzeyine çıkabilirse, kişi toplumda yaşananların da, ilişkilerde olan bitenin de farkına varabilir. Sağlıklı düşünebilen ve sorgulayabilen bireylerin oluşturduğu bir toplumda, bireyle toplum arasındaki ilişkiler de daha tutarlıdır. Ama bireylerin farkındalığı sadece bireyin sorumluluğu mudur? Yoksa toplumsal gerçeklik, bu farkındalığı yönetme eğiliminde olabilir mi?
Burada toplumun kişiyi nerede konumlandırdığı önemli bir sorundur ve (Gramsci’nin ifadesiyle) hegemonyanın konusudur. Bireyin kendisini gördüğü konum ile toplumun biçimlendirmesi arasındaki uyumsuzluk, kişinin kendi içerisinde ve kişiyle toplum arasında bir çatışma halini doğurur. Çatışmayı diyalektik sürecin bir boyutu olarak algılayıp onu anlamaya çalışmak, kişinin kendi konumunu doğru görebilmesi için önemli bir adımdır. Çatışmadan kaçınma davranışı ise toplumla birey arasında aşılması güç duvarlar örer. Sonrasında insan, bu duvarların içerisinde kendi apolitik konumunu pekiştiren bir mahkûma dönüşür. Çoğunlukla da insan neye dönüştüğünün farkında değildir.
Toplumsal olan, doğası gereği aynı zamanda politiktir. Toplumları yönetenler, bir ölçüde politik tutumu kontrol edebilmek, kontrol edemediğini de tahmin edebilmek isterler. Her bireyi tek tek kontrol edebilmenin zorluğu, yönetenleri daha elverişli aygıtlar kullanmaya yöneltmektedir. Bu aygıtların hepsinin ortak özelliği, bireyleri (dolayısıyla toplumu) inançlara sahip kılmaktan geçmektedir. Çünkü inanan birey sorgulamaz. İdeolojilerin de, dinlerin de ortak yönü, kişileri alternatifi olmayan tek taraflı bir öğrenme sürecinden geçirmeleridir. Sürekli aynı şeyi, farklı şekillerde okuyan bireyler zihinsel olarak körleşir. Terör örgütlerinin bir insanı canlı bombaya dönüştürebildiği süreç de benzer şekilde işler. Alternatif bütün bilgilere kapalı bir düşünce sistemi, kişinin kendi gönüllü mahkûmiyetinin prangalarına dönüşür.
İnançların yanında bir diğer kullanışlı araç, insanları sahiplikler üzerinden tanımlanan bir toplumsal dizgenin parçaları haline getirmektir. Böyle bir yapıda her şey ikame edilebilir bir değerle (parayla) tanımlanır. Her şey tüketilebilirlik boyutunda anlamlandırılır. İşte bireyin kendisini sorgulayabilmesinin önemi buradadır. Meta veya sahiplikler üzerinden tanımlanmış bir toplumsal yapıda kişinin farkındalığı onu, yapının apolitik dayatmasını sarsacak kadar radikal bir gerçeklik tanımına götürebilir. Bu farkındalığa sahip olan insan; bencilce tanımlanmış ilişkilerden bağımsızdır. Sadece biyolojik bir canlı olarak sonlu bir süreci yaşadığının farkındadır. Her gördüğü güzellik karşısında “bu/burası benim olmalı” gibi çok tehlikeli düşüncelerden uzak durur. Yaşadığı gerçekliği bütün boyutlarıyla anlama çabasındadır. Böyle bir insanın toplumsal gerçekliğe koşulsuz biat etmesi, onu kabullenmesi beklenmez. Çünkü o, kendisini bir yarış atına çevirme çabasındaki toplumsal baskılardan da uzaktır. Hayatı anlamlandırmaktan çok anlamaya çalışır. Kendi sübjektifliğinin de farkındadır.
Burada günlük dilde çok yanlış kullanılan bir tanıma değinmekte fayda vardır. Genellikle sübjektif olan değer yargılarını kültürle birleştirme çabası ve toplumun zaman zaman hastalıklı davranış kalıplarını meşrulaştırma gayretleri, toplumda çoğunlukla popülist bir karşılık bulur. Aslında önemli olan, doğrudan ahlakla ilgili değerlerin öne çıkarılmasıdır. Formal eğitim değerler üzerine kurgulanması gereken bir kamu politikasının parçası olmalıdır. Oysa yönetme gücünü ele geçirenler açısından, eğitim politikaları hegemonyanın sürekliliğinin en etkili aracı olarak görülmektedir. Diğer bir ifadeyle hegemonya, kendi varlığıyla uyumlu bireyleri yetiştirme işlevini eğitim politikalarının temel amacı olarak görmektedir.
Genellikle politik olanı tanımlamada yapılan temel yanlış ise, politik gerçekliğin sadece ve doğrudan devlet adını verdiğimiz yapının kurgusu ve işleyişi ile ilişkilendirilmesidir. Bu sorunlu bakış açısı, kişisel olan apolitik gerçekliğin sınırlarını politik alanın sınırlarını daraltma pahasına genişletir. Alanı genişlemiş apolitik gerçeklik ise toplumda yönetme işlevini üstlenen kişilere politik eleştirinin dışında korunaklı bir alan yaratır. Siyasetçilerin genellikle politik gerçekliğin parçası olan olayları apolitikleştirme çabası, bu korunaklı alanı koruma çabası olarak da algılanabilir.
Görüldüğü gibi dinamik bir yapı olarak toplumlarda her şeyin az ya da çok birbiriyle bağlantılı olduğunu kabul edebiliriz. Bu aşamada şöyle bir saptama yapmak çok yanlış olmayabilir; bireyleri değerler sistemi içerisinde var edemediği sürece, bütün toplumlar çürümeye ve yozlaşmaya mahkûmdur. Siz istediğiniz kadar, yasal düzenlemelerle toplumsal kuralları düzenleyin, eğer toplumdaki bireyler değerlerden yoksunsa; ne ilişkiler, ne seçimler, ne de yaşam akılcı ve ahlaki bir temelde var olabilir.
Bencilliğin değer yargıları üzerinden meşrulaştırıldığı bir toplumun sevgi toplumu olması mümkün değildir. Sevginin değerli olmadığı, sevgi toplumu olamayan bir toplumun nefret ve ayrışma ile tam da hegemonyanın hedeflerine hizmet ettiğini düşünebiliriz. Kolay yönlendirilebilir, taraftarlaşmış, ayrışmış bir toplumda değerleri konuşma ve onların üzerinde uzlaşma imkânı gittikçe azalır. Bireylerin bencilliği, politik gerçekliği apolitik gerçeklikle yer değiştirmeye zorlar. Apolitik gerçeklik, toplumda bütün değerleri, ait olduğu politik alandan çıkarır. Değersizleşme insanları ve ilişkileri daha çok bozar. Değerlerin yerini değer yargıları alır. Diğer bir ifadeyle, aslında toplumda siyasetin düzeltilmesinin, normalleşmesinin yolu, kendi varlığını değerler üzerinden tanımlayabilen, sorgulayabilen ve farkında olan bireylerden geçmektedir. Değerleri olan bireylerin duyguları da vardır. Belki çok iddialı olarak algılanabilecek bir cümleyle bitirmek istiyorum. Zülfü Livaneli’nin dizelerinde ifade ettiği gibi; “Dünyayı güzellik kurtaracak/Bir insanı sevmekle başlayacak her şey”.