İktidar ve Muhalefet Partileri; 100. Yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin Geleceğini Elele Karalamaya, Karartmaya Nasıl Devam Edebiliyorlar?
Cumhuriyet'in özü demokrasidir. Demokrasiden yoksun bir cumhuriyet, Cumhuriyet değildir. Cumhuriyet fazilettir. Eşitliğini ve Özgürlüğünü Arayan, Talep Eden Yurttaşlara Dayanır.
Cumhuriyet ve Demokrasi İlişkisi Nasıl Doğdu?
Batı uygarlığı içinde doğan ‘Cumhuriyet’ bir devlet biçimidir. Kökeni eski Yunan ve Roma dönemlerine kadar uzanıyor. Belli zamanlarda ortaya çıkıp sonra kaybolan Cumhuriyet yönetimi sistemi, modern anlamda ABD’nin kurulmasıyla dünya siyaset ve hukukuna yerleşti. Amerikan tarzı Cumhuriyet anlayışı, gerçek anlamıyla halkın egemenliğini somutlaştıran ilk modern Cumhuriyet olarak tarih sahnesindeki yerini aldı. Bu Cumhuriyet anlayışında devletin başına geçecek kişinin de halk tarafından ve belli bir süre için seçilmesi, yetkilerinin halkın seçtiği diğer bir organla, yani parlamento ile paylaşılması öngörüldü. Bu cumhuriyet anlayışının kökeninde ise tüm yurttaşlar için geçerli olan eşitlik ve özgürlük düşüncesi yatıyordu.
Batı’da ‘aydınlanma çağı’ başlarken düşünürlerin ana amaçları özgürlük sorununu çözmekti. Kişi özgürlüğü için de eşitliğin sağlanması ve kralın yetkilerinin sınırlandırılması gerekiyordu. 1215 tarihli Magna Carta’dan itibaren, sonradan demokrasinin beşiği olarak görülen İngiltere’de Kral karşısında özgürlük arayışlarına başlandı, Cumhuriyet ile bir anlamda bu arayışlara bir nokta kondu.
Çok haklı bir biçimde Immanuel Kant, ‘cumhuriyet’ kavramı altında ‘eşitlik ve özgürlük’ yattığını özellikle vurguladı. Batı dünyasının, Kıta Avrupa’sının en önde gelen kamu hukukçuları cumhuriyeti bu anlamıyla tanımladılar. Bu kapsamda temel mücadele Cumhuriyet için değil, Demokrasi için yapıldı. Başlangıçta bir kralın bütün yurttaşlarına eşitlik ve siyasal katılma hakkını tanımasını, özgürlüklerin kazanılmasını sağlamak, öncelikli amaç oldu. Çoğulculuğu ve özgürlüğü içselleştiren yönetim modellerine yönelindi.
Sözcük anlamıyla halk yönetimi demek olan demokrasinin iki temel ilkesi vardır. Birincisi, bir devlet yapısı içinde yaşayan bütün insanların eşitliği, temel haklardan yararlanmaları ve her türlü hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasıdır. İkincisi ise, katılımdır. Bütün yurttaşların aynı koşullar altında yönetime katılmaları, oy kullanma hakkıyla, yönetimin, iktidar yapısının bir parçası olmalarıdır. Bu iki temel ilke, bir devlette ne kadar köklü ve içten bir biçimde benimsenip uygulanırsa, toplumsal gelişme ve ilerleme de o oranda evrensel ilkeler doğrultusunda gerçekleşebiliyor. Bu iki ilkeyi gerçekleştiren bir toplum, "çoğulcu toplum" modeline de başarıyla, olması gerektiği gibi devlet yönetiminde geçiş yapabiliyor. Öte yandan, Cumhuriyet ile Demokrasi kavramları arasında bir fark bulmak oldukça güçtür. Cumhuriyet doğrudan doğruya halka dayanan ve başta devlet başkanı olmak üzere bütün siyasal makamların özgür vatandaşların iradelerini yansıtan bir seçimle belirlenen bir devlet biçimidir. Özü demokrasidir. Demokrasiden yoksun bir cumhuriyet, Cumhuriyet değildir.
Cumhuriyet Fazilettir. Eşitliğini ve Özgürlüğünü Arayan, Talep Eden Yurttaşlara Dayanır
Ulus egemenliği, eşitliğe, eşitlik ise özgürlüğe dayanır. Bu matematiksel bir zincirdir. Bu zincirin bir halkası koparsa cumhuriyetin demokrasiye uygunluğu, bu niteliği yok olur. Her demokraside bütün yurttaşlar bu zincirin kopmaması için özen göstermek zorundadırlar. Böyle bir özen ise sağduyuları ileri, eğitim, kültür ve ahlak düzeyleri yüksek bireylerin oluşturduğu toplumlarda daha ciddi bir biçimde kendini gösterir.
Bu nedenledir ki Atatürk, özünü demokrasi olarak gördüğü Cumhuriyetimizi şöyle tanımlar: “Cumhuriyet erdem ve ahlaka dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir.” Cumhuriyet idaresi, kendi geleceğine, kendi haklarına ve hukukuna sahip çıkma iradesine sahip, faziletli, ahlaklı, erdemli yurttaşlar yetiştiremiyorsa, bir yerlerde mutlak bir şekilde sorun vardır. Ya Cumhuriyet yozlaşmıştır ya da orada Cumhuriyet’i hak eden yurttaş bilinci artık kaybolmuştur.
Gerçekten ulus egemenliğinin eşitliğe, eşitliğin ise özgürlüğe dayanabilmesi için, faziletli, erdemli, ahlaklı yurttaşların bu zincire, Cumhuriyete sahip çıkması zorunluluğu vardır. Bunun birinci yolu, yurttaşları temsil eden meclisin üstünlüğü, parlamentonun yüceliği için mücadele verilmesidir.
Egemenlik Neden Kayıtsız, Şartsız Milletindir?
Türkiye’nin kurucu babaları, ‘egemenliğin Büyük Millet Meclisi eliyle kayıtsız şartsız ulusa ait olması’ ilkesine hep önem verdiler, 100 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Devlet yönetiminde kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsediler. Yürütmenin yasamayı tek başına belirlemesine, yürütme ve yasamanın el ele verip yargı ve parlamento dışı bir kurumsal yapı inşa etme olasılığına karşı fren ve denge mekanizmasına hayat vermek istediler. Lider sultası yaratan siyasal particilik sisteminden bilhassa uzak durdular.
Cumhuriyet kelimesinin ete, kemiğe bürünmesini; Türkiye ile, Anadolu ile özdeşlemesini sağladılar. 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, Anadolu istiklal hareketinin tek dayanak noktası yaptılar. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, İstiklal Harbinde Yunan ve emperyalist destekçileri Anadolu’dan çıkarılabildiği için Türklük tarih sahnesindeki yerini korumaya devam edebildi. Bugün 100. Yılını kutladığımız Cumhuriyet’i bu nedenle her birimiz çok kıymetli ve aziz bir kurumsal yapı olarak görüyoruz. Göremeyenlerimiz de görmek durumundadır. Mustafa Kemal Atatürk’ün büyüklüğü işte İstiklal Harbine öncülük etmesi, Cumhuriyet’i kurması, Türk halkına hakkını teslim etmesi gibi bir dizi kıymetin içinde saklıdır. Kuvay-ı Milliye hareketi onun ismi etrafında şekillendi. Anadolu’nun bağımsızlığı ve ardından 29 Ekim’de, 100 yıl önce saat 20.30’da Yüce Meclis’imiz tarafından ilan edilen Cumhuriyet onun ismiyle bütünleşti. En nihayetinde Türklük dünyasının yeniden yükselişi, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuyla birlikte başladı.
Atatürk’ün “Egemenlik Milletindir!” ifadesi, aynı zamanda kendisinin demokrasiye, halkın kendi kendini idare etmesine bir geçiş yapma isteğinin tezahüründen başka bir şey değildi. Bu nedenle Atatürk; en iyi devlet biçimini cumhuriyet, bu biçimde en mükemmel yönetimi de demokrasi olarak niteledi. 1933 yılında yaptığı bir konuşmasında, “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir!” ifadesiyle, demokrasiden yoksun bir cumhuriyet anlayışının, Türk insanının çağdaşlaşma ülküsüyle bağdaşamayacağının altını çizdi. Zira, devleti bir insan gibi düşünecek olursak, demokrasi ruh, cumhuriyet ise beden demekti. Demokrasiden yoksun bir Türkiye Cumhuriyeti, ruhsuz bir bedenden farksız bir hüviyete sahip olacaktı.
Güce tapan, sadece güçlünün yanında olan kapıkulu bürokratlık sistemine dayanan bir Cumhuriyet anlayışı, egemenlik milletindir yaklaşımına karşı örülmüş bir duvar gibidir. Yani eşit ve özgür yurttaşların ruhunu iktidara yansıtan demokrasi önündeki en büyük engeldir. İktidarı, devlet iradesini geçici olarak ‘ele geçiren’ bir yönetim erki; halka rağmen, kapıkulu bürokratlarının desteğini yanına alması halinde, o ülkede “Egemenlik Milletindir” sözü duvarda asılı bir sözden öteye gidemez. Artık çıkar-rant bölüşümüne dayalı inşa edilen bir politik-bürokratik yapının hakim olduğu herhangi bir ülkede, medeni bir kamu yönetimine millet hasret kalır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Mevcut Siyaset Kurumu, 100. Yıl Türkiye’sini Geleceğe Taşıyamıyor
Daha çok kavga, karalama, popülizm ve rant bölüşümüne dayalı politika anlayışımız, feodalleşen parti yapılarımız, siyasi partilerin ve bilhassa parti liderlerinin kısır çıkarlarına hizmet eden bir seçim sistemimiz var. Bu bozuk sistem; ‘egemenlik milletindir’ görüntüsünün varlığına rağmen, milletin gerçek iradesini ve geleceğine ilişkin beklentilerini karşılamaktan uzak bir hükümet ve devlet sistemiyle idare ediliyor olmamıza neden oluyor. Siyaset, bu yönüyle ayaklarımıza prangadan başka bir şeye yaramıyor. Siyasi sistemimiz, yapısal ve bünyesel değişimler yapamıyor. Biçimsel ve gösterişe dayalı bir değişim anlayışımız var.
Mevcut durumda, sorunlara çözüm değil, bunalım üreten siyaset ve kamu yapısına sahibiz. Zor ve sorunlu bir çıkmazın kısır döngüsünde debeleniyoruz. Yasa dışı çeteler, siyasi kirlenmeler ve yolsuzluklar yaygınlaştı. Ülkemizdeki sorunlar çok yönlü ve katmanlıdır. Kamu ekonomisi rayından çıkmış bir görüntü veriyor. Ekonomimiz büyüyemiyor. Sosyal sarsıntılar yaşanıyor. Göç ve işsizlik bir ülke sorunu olmaktan daha büyük bir noktaya ulaştı. Halihazırda yaşanmakta olan İsrail-Hamas çatışmasıyla birlikte belki de bir fenomen haline gelmek üzeredir.
"1982 Anayasası, Millet iradesinin güçlü ve istikrarlı iktidar oluşturulmasına, siyasi iradenin devleti yönetim bütünlüğü içinde idaresine imkân vermiyor" savları doğrultusunda anayasa değişiklikleri yapıldı. Yıllara sari olarak küçük küçük yapılan anayasa değişiklikleri, neticede milletin sorunlarını bir ahenk içinde çözmesi gereken Devlet erkleri olan Yasama, Yürütme ve Yargı erklerini de sorunlu yapılar durumuna düşürdü.
Günümüzde, özellikle yurttaşların, Cumhuriyet’in istediği faziletli, erdemli, ahlaklı yurttaşlar olabilmelerinin temeli olan adaletin güvencesi, Yargı erkinin olması gerektiği gibi çalıştığını kimse iddia edemiyor. Yargının gerçek anlamda bağımsız ve tarafsız olmadığı bir ülkede yurttaşların eşitliğinden ve özgürlüğünden kim söz edebilir? Yargının siyasallaştığı bir Cumhuriyet’te, kişi hak ve özgürlükleri ister istemez kısıtlanır. Bu doğal bir süreçtir. Bu ortamda yurttaş temsilcilerinin bulunduğu Meclis, içinde Millet'in vekillerinin ‘memurluk’ yaptığı bir kurumdan öteye bir görüntü veremez. Böyle bir ülkede, Medya da tarafsız yansıtıcı rolünü büyük ölçüde terk ederek, kendisine ekonomik kaynak olarak gördüğü büyük sermayenin, daha ziyade de bu sermayenin dayandığı iktidar sahiplerinin reklamcısı, borazanı olur. Bu haliyle tekelleşen bir yapıya sahip olan medyamız, demokrasilerdeki halkın sesi olma vazifesinden uzaklaşıyor. Ya da halk; sesini duyurması gereken medya ortamına erişemiyor. Üstelik güdümlü medyanın kendisine sunduğu kadarıyla, dar bir çerçeveden Türkiye’yi ve dünyayı görebildiği kadarıyla evrensel gelişmelerden Türk insanı hasbelkader haberdar olabiliyor.
Sonuç
Genel başkanların sultası altındaki siyaset kurumumuz; güçlü iş çevreleri, medya, bürokrasi ve sivil toplum kuruluşları ile etkileşim halinde Türkiye’nin geleceğini karartmaya devam ediyor inancındayım. Üçüncü Dünya Savaşının kapıda olduğunun çokça dillendirildiği dünyamızın gidişatını iyi okuyan ve buna göre ülkemize özgü siyasi, askeri, iktisadi, sosyal vb. çözümler üreterek ülke yönetimine talip olması beklenen genç ve dinamik kadroların iktidara gelmesinin önüne adeta bir duvar, bir set çeken mevcut iktidar ve muhalefet partilerinin başındaki ‘ihtiyarlar’; Cumhuriyet ve Demokrasi’nin faziletinden ve erdeminden kopuk bir vaziyette, ‘kavgacı, bölücü, rantçı, çapsız’ siyasi kavgalarını Türk halkına çözüm diye dayatmaya, ellerindeki fırçalarla Türkiye’nin gelecek resmini karalamaya, daha doğrusu karartmaya devam ediyorlar.
Eğer bizler ‘egemenlik milletindir’ diyorsak, yurttaşlar olarak bu bilince ve anlayışa sahipsek, 100. Yılını kutladığımız Cumhuriyet’e, erdemli ve faziletli Cumhuriyet neferleri olarak sahip çıkabilmemiz gerekiyor. Hep birlikte, Türk Milletinin, devlet yönetimine hakiki manada hâkim olduğu, Cumhuriyetin demokratik bir karaktere sahip olduğu devlet anlayışını inşa etmek durumundayız. Türk insanı olarak, demokratik bir ortamda, barış, toplumsal uzlaşma, hoşgörü, karşılıklı sevgi ve saygı ile bir arada yaşamayı gerçekleştirebilmeliyiz. ‘Daha çok hukuk, daha az devlet’ anlayışıyla siyaset kurumunu yeniden dönüştürebilmeliyiz. Bunun için ülkenin yetiştirdiği, kendini genç ve dinamik hisseden herkesin; siyaset kurumlarında vazife alması, rantçı, kavgacı siyasetçilerin oyuncağı bir araç olmaktan siyaseti kurtarmak için gayret göstermesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin medeni alemde hak ettiği yeri alabilmesi için bir tuğla koyması gerekiyor.
7’den 70’e tüm gençleri hakiki siyasetin bir parçası olmaya davet ediyorum. 100 yıllık Cumhuriyet’in aydınlık yarınlara, parlak bir geleceğe sahip olabilmesinin yolununu, siyaset kurumumuzda yaşanacak hakiki bir değişimle mümkün olabileceğine yürekten inanıyorum. 100 yıl önce ecdadımız bunu yaptı. Şimdi biz de yapabiliriz. Muhtaç olduğumuz kudret, dün olduğu gibi, bugün de asil damarlarımızda mevcuttur.