Site İçi Arama

siyaset

Muhalefetin Muhalefetsizliği Sorunu

Nasıl ki, iktidarın iktidar gücünden yoksun olması siyaset biliminde bir olguysa, muhalefetin muhalefet güç ve anlayışından uzak olduğu bir yapı da aynı ölçüde olgusal olarak mümkündür. Ben bu durumu, muhalefetin muhalefetsizliği olarak adlandırmayı uygun buluyorum. Anayasa ülkedeki bütün özel ve tüzel kişileri kapsar. İktidar da muhalefet de bundan azade değildir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de ciddi bir muhalefet eksikliği göze çarpmaktadır.

Sevgili dostlar, Türkiye ekonomik krize eşlik eden ciddi bir yönetim krizinin içinden geçiyor. Herkesin bu yönetsel krizde sorun olarak gördüğü “tek adamın her şeye karar vermesi” olgusundan daha vahim olanı, devlet örgütlenmesinde denetimin ortadan kalkmış olmasıdır. Bana göre yönetsel krizin asıl kaynağını da burada aramak gerekir. Yönetim fonksiyonlarından biri olan denetimin olmadığı ve/veya etkin işlemediği yerde yönetim süreçlerinin de eksik kalacağını öngörmek gerekir. 

Denetimin sadece devlet örgütlenmesi için geçerli bir kavram olduğunu düşünmek doğru değildir. Devlet adını verdiğimiz siyasal örgütlenmenin içerisinde olmasa da, devletin işleyişi üzerinde etkisi olan çok farklı yapılar vardır. Bu etkilerin boyutları, örgütsel yapının kuruluş amacına, işlevlerine, etkileme gücüne bağlı olarak değişir. 

Şüphesiz insanları ve onların yönettikleri kurumsal yapıları hukuka bağlı kalmaya zorlayan denetim yargısal denetimdir. Çünkü yargısal denetimin belirgin bir yaptırımla desteklenen sonuçları olmaktadır. Bu sonuçlar, hukuka uygun hareket etmesi gereken bütün özel ve tüzel kişiler üzerinde caydırıcı bir unsurdur. Bunun etkin bir şekilde çalışması için de yargının siyasetten bağımsız ve hukuka uygun çalışması gerekmektedir. Bağımsız olamayan, talimatla harekete geçen, siyasi değerlendirmelere göre karar veren, bir yargının denetim görevini yapabilmesi beklenemez.

Demokrasilerde, devletin kendi yapısı içerisindeki denetimden bağımsız, yerine göre o mekanizmaları da harekete geçiren çok etkili denetim usulleri bulunmaktadır. Bu denetim, demokrasilerde halkın kendi kendisini yönetme ilkesinden kaynaklanan, halkın denetimidir. Oy verme işlemi tek başına bu denetimi oluşturmaz. Örgütlü sivil toplumun, politika süreçlerini etkileme gücü ve toplumda örgütlülük oranı, bir ülkede demokrasinin gelişmişlik düzeyi ile doğru orantılıdır. Aksi durumda halkın oy verme dışında yönetimin uygulamalarına karşı hiçbir şekilde eleştiri ve protesto hakkı bulunmadığını kabul etmek gerekir ki, bu durumu demokrasi olarak adlandırmak imkânsızdır.  

Bir de bunun dışında, siyasal partilerin iktidar üzerindeki denetimi söz konusudur. Bu denetim sadece yasama denetimi ile sınırlı olmadığından, siyasal partiler yasama organının bir parçası olsun ya da olmasın, iktidar üzerindeki siyasal denetim gücünü mutlaka kullanmalıdır. İktidarlar çeşitli alanlarda kendi ideolojileri doğrultusunda oluşan kamu politikalarının oluşum sürecini yönetirler. Nihai noktada yasama fonksiyonu, bu politikaların uygulama esaslarını belirleyen yasal düzenlemeyi ortaya koyar. Siyasal partiler de, belirli bir ideolojinin şekillendirdiği bu politikaların kendi ideolojileri doğrultusunda yol açabileceği olumsuzlukları topluma göstermeye çalışır. Diğer bir ifadeyle toplumsal muhalefeti harekete geçirmeye çalışır. 

Bundan dolayı, siyasi partilerin kendi tabanı dışında, bütün sivil toplum örgütleriyle irtibat halinde olması beklenir. Ayrıca hem kendi tabanından, hem de toplumun farklı kesimlerinden gelen bilgi akışına karşı çok duyarlı olmaları gerekir ve beklenir. Bu farklı işlevleri dinamik bir şekilde uygulayabilecek bir örgütsel yapıya sahip olmak ise her siyasi partinin hedefi olmalıdır. Ancak siyasi partiler büyüdükçe ve güç kazandıkça başka riskler ortaya çıkar. Farklı lobiler siyasi partiyi kendi çıkarlarını korumak için bir araç olarak görebilirler. Aslında bu durum toplumsal dinamiklerin bir sonucudur ve siyasi partiyi olumsuz bir örgüt yapmaz. Bunun yanında illegal yapılanmaların siyasi partide etkili olma çabaları, hem siyasi partiye hem de ülkenin siyasal yaşamına karşı çok ciddi tehditler barındırır. 

Siyasi partileri bekleyen bir diğer tehdit, parti yönetimlerinin zamanla oligarşik eğilimler göstermeye başlamasıdır. Robert Michels, yüz yıldan fazla bir süre önce, demokratik toplumlarda neden siyasi partiler, kooperatifler ve sendikalar gibi sivil toplum örgütlenmesinin farklı yapılarında demokratik yönetimin zamanla azınlık ya da tek adam yönetimine dönüştüğünü açıklamaya çalışmıştı. Aslında Michels, yönetimsel bir soruna dikkat çekiyordu. Yönetmek için verilen gücün zamanla lideri demokratik tutumdan kopardığı gerçeğine vurgu yapıyordu. Bu durum, demokratik olması gereken siyasi partiler gibi yapılarda adeta bir kanun gibiydi.

“Oligarşinin Tunç Kanunu” olarak adlandırılan bu teorinin istisnası, sadece kurumsallaşması ileri düzeyde olan toplumlarda görülebilmektedir. İnsan doğası gereği güç kazandıkça daha fazla otoriterleşme arzusu duyabilir. Her insandan demokratik olgunluk beklenemeyeceğine göre, sistemin bu tür davranışları sınırlayabilecek şekilde tasarlanması esas olmalıdır. Örneğin Almanya’da siyasi partilerde bu eğilim, güç kazanamazken neden Türkiye’de tersi olmaktadır? Bürokratikleşme, örgütlerin karmaşıklık düzeyi arttıkça kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun sonucunda da, örgütün kurumsallaşma düzeyinin artması, her şeyin sıkı sıkıya kurallarla bağlı olması gerekir. 

Türkiye’de siyasi partilerin örgütlenmesinde demokratik ilkeler, partinin söylemlerine yansısa da eylemlerine yansımamaktadır. Hatta bazı partiler söylemde bile demokratik bir tavrı lüks olarak görebilmektedir. Ancak demokratik bir geleneği temsil eden ve kendini sosyal demokrat olarak tanımlayan partiler konusunda durum kolay izah edilebilir olmaktan çıkmaktadır. Sonuç olarak bütün partiler, lider ve onun gözettiği bir grup tarafından tabanın hassasiyetleri dikkate alınmadan yönetilmektedir. İşin ilginç tarafı, demokrat kimliği ile tanınan liderlerin bile son derece baskıcı, antidemokratik bir tutumla parti yönetiminde söz sahibi olmasıdır. Bunu yukarıda açıkladığımız, siyasi partilerin oligarşik eğilimler göstermeye başlaması olgusuyla açıklamak bir dereceye kadar mümkündür. 

Siyasal yaşamda muhalefette kalan partilerin temel yaklaşımı, kendi ideolojilerinin toplumsal sorunları çözmede daha etkili olacağı varsayımı üzerine kuruludur. Bu amaçla muhalefet partileri, toplumsal muhalefeti organize etmek, yönlendirmek ve harekete geçirmek gibi işlevleri yerine getirmek zorundadır. Türkiye örneğinde bunun bir aşama daha ilerisinin konuşulması gerekir. Siyasal iktidar ülkenin temel toplumsal mutabakat metni olan Anayasayı ve yasaları tanımadığında muhalefet, “aman bir tatsızlık çıkmasın” düşüncesiyle hareket edemez. Çıkması gereken tatsızlık, toplumdaki diyalektik süreçlerin, adaletin ve hukukun gereği olarak çıkmalıdır. Anayasaya açıkça aykırı tutum ve davranışlar ülkenin her tarafında siyasi iktidar tarafından himaye edilir duruma geldiyse bu durumda denetim nasıl sağlanacaktır? Kendisini Anayasaya değil de Anayasanın yetki verdiği yöneticiye bağlı hisseden yöneticilere karşı yaptırım ne olmalıdır? Muhalefet anayasasızlığın savunucusu olabilir mi? İktidarın uyarılması için başka uyarı mekanizması olmayan bir ortamda halkın protestolarıyla uyarılması da “terör” olarak adlandırılırsa tamamen bir yasasızlık durumuyla karşı karşıya olduğumuz yadsınabilir mi? Böyle bir ortamda muhalefetin adaletten bahsetmesi neyi değiştirir? Muhalefetin adalet söylemi onu adaletli yapar mı?

Aslında yukarıdaki sorulara verilecek cevaplar, siyaset bilimi açısından çok açık olmakla birlikte gerçekte uygulanmayan yasalara karşı iktidarın pervasızlığını meşru görüp, kendini iktidarın meşruiyet aracı haline getiren muhalefet açısından parti yönetimlerinin tutumlarını sorgulatacak niteliktedir. Bu durum açıkça muhalefetin muhalefetsizliği durumudur. Nasıl ki, iktidarın iktidar gücünden yoksun olması siyaset biliminde bir olguysa, muhalefetin muhalefet güç ve anlayışından uzak olduğu bir yapı da aynı ölçüde olgusal olarak mümkündür. Ben bu durumu, muhalefetin muhalefetsizliği olarak adlandırmayı uygun buluyorum. Anayasa ülkedeki bütün özel ve tüzel kişileri kapsar. İktidar da muhalefet de bundan azade değildir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de ciddi bir muhalefet eksikliği göze çarpmaktadır.

Muhalefetin muhalefetsizliği sadece dış güçlerin etki gücü ile açıklanamaz. Parti içerisinde tabanın tutumu, medyanın muhalefeti tasarlama çabası, çıkar gruplarının buradaki baskıları gibi birçok etken belirleyici olabilmektedir. Elbette konunun sınıfsal boyutu da göz ardı edilemez. Burada sadece söylem bazında değil eylem bazında vatansever bir muhalefetin varlığı öncel olmalıdır. Zaten muhalefetin muhalefetsizliğini mümkün kılan, söylemle eylem arasındaki temel tutarsızlıktır.  

Bütün bu söylediklerimin ışığında Kemal Kılıçdaroğlu’nu, Türkiye’nin ana muhalefet partisini “muhalefetin muhalefetsizliği” olgusuna hapsetmekle eleştiriyorum. Şimdi bunların gerekçelerini sıralamak istiyorum;

1. Parti tabanını kendi verdiği kararları uygulama mekanizması olarak görmüş, CHP tabanına “tıpış tıpış oy verecekler” deme despotluğunu göstermiştir. 

2. Kişisel değerlendirmelerini partinin politikası olarak kabul ettirmeye çalışmış, genel bir tutum sergilemek yerine kişilerin isimlerine sıkışmış bir muhalif söylem benimsemiştir. 

3. 2015 seçimlerinde Erdoğan’ın açık tuzağına göz göre göre düşmüş ve toplumsal muhalefeti yerle bir etmiştir. 

4. Her seçim yenilgisi sonrasında suçlayacak yeni isimler bulmuş, asla kişisel olarak sorumluluğu üstlenmemiştir. 

5. Özellikle toplumsal muhalefeti adeta iğdiş etmiş, Anayasaya karşı darbe diye nitelendirilebilecek bir hukuksuzluk olan 2017 referandumunu içine sindirebilmiştir. 

6. CHP tabanını, asla yan yana gelmeyeceği ideolojik yapılarla yan yana getirmeye çalışmış, hatta seçimde bu yapılara oy vermeye zorlamıştır. (Altı partinin mutabakat metnini değerli bir metin olarak görsem de, bu mutabakatın sadece parlamenter sisteme dönüş amacı taşıyan sınırlı bir birliktelik olması gerektiğini savunanlardanım.)

7. Parti tabanına “hepiniz kirlisiniz” olarak algılanabilecek bir üslupla “doğru adam olsa koltuğu bırakırım” diyerek bütün CHP kitlesine açıkça hakaret etmiştir. (Dürüstlüğünden başka bir özelliği olmayan bir kişiye bir CHP üyesi olarak bu sözü iade ediyorum.)

8. İktidarın bütün yıpranmışlığına rağmen yaşanan seçim yenilgisini, büyük bir umutsuzluk sarmalına düşmüş aydın ve muhalif kitleye “başarı” olarak yutturma çabasına girmiştir. 

Daha söylenecek çok söz olmakla birlikte, önemli gördüklerimi sıraladım. Çokça dillendirilen bir yaklaşıma göre, ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme çabası olarak bilinen BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında, Kılıçdaroğlu’nun, emperyalist güçler tarafından iktidarla beraber kendisine çizilen rolü başarıyla oynadığını düşünenlerdenim. Bir insanın dürüstlüğünün yegâne özellik olarak takdir edilmesi ise, toplumumuzun ayıbı olarak görülmelidir. Bir CHP üyesi olarak hiçbir beklentim olmadığı için gönül rahatlığı ile bu eleştirileri yapmış bulunuyorum. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyetine Erdoğan’ın ne büyük zarar verdiğine inanıyorsam, Kılıçdaroğlu’nun da aynı oranda zarar verdiğine inanıyorum. Güzel ülkemi bu duruma getirenler kadar, muhalefetin muhalefetsizliğine mahkûm edenleri de asla affetmeyeceğim. Saygılarımla…

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 19.08.2023
  • Süre : 6 dk
  • 1255 kez okundu

Google Ads