Seçim Sonuçlarının Düşündürdükleri
Kendini “aydın” olarak tanımlayan herkesin, Atatürkçü kimliği ile gurur duyan bütün vatandaşların, devletin üniter yapısını korumaya and içen bütün kurumların ve yöneticilerinin başlarını ellerinin arasına alıp düşünmesi gerekiyor. “Biz nerede yanlış yaptık?” sorusunun enine boyuna tartışılması gerekiyor.
Sevgili dostlar, toplumda büyük bir gerginliğin kaynağı olan bir seçim sürecini daha geride bıraktık. 2007 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi kararı sonrası ilk seçimi 2014 yılında yaşadık. Ancak ilk kez bir ikinci tur deneyimi, Türk siyasi hayatının tarihinde yerini almış oldu. Siyasi tarafların son derece keskinleştiği ve siyasi söylemlerin zaman zaman bütün ahlaki değerleri ve hukuku yok saydığı bir seçim süreci yaşadık. İktidar, devlet gücünü bütün olanakları seferber ederek kullanmaktan en küçük bir çekince duymadı ki, bu durum seçimin son derece adaletsiz bir siyasi yarış şeklinde geçmesine neden oldu. Seçim sonrası toplumsal karışıklık bekleyen değerlendirmeler, neyse ki gerçekleşmedi. Ancak seçim sonrası yapılan değerlendirmeler, başka bir siyasi tabloyu tanımlıyordu. Siyasi görüşlerden bağımsız olarak yapılan yorumların azlığı, adeta toplumda yaratılmış olan kutuplaşmanın kolay kolay sona ermeyeceğini gösteriyordu. Bu yazımda, seçim sonrası oluşan tablonun düşündürdüklerini yorumlamaya çalışacağım. Seçim süreci boyunca yazdığım yazılarda Millet İttifakı’nı desteklemiş bir insan olarak burada yapacağım yorumların da tarafsız olabileceğini iddia edemem ama mümkün olduğunca görüşlerimi sosyolojik değerlendirmeye dayandıracağımı söyleyebilirim.
Cumhur İttifakı’nın seçim süreci boyunca kullandığı algıya dayalı stratejinin temellerinin seçimden çok daha öncesine dayandığının görülmesi gerekmektedir. “Siyasette Sanal Gerçeklik İnşası” (1) başlıklı yazımda yaklaşık bir yıl önce Erdoğan’ın kendi kitlesi için bir sanal gerçeklik dünyası yarattığını ve bunu destekleyebilecek medya gücüne de sahip olduğunu belirtmiştim. Seçim sürecine kadar asıl amacının kitlesindeki dağılmayı ve savrulmayı önlemek olduğunu, seçim sürecinde ise, güvenlikçi politikalarla, toplumda siyasi tercihi etkileyebilecek hamleler yapabileceğini değerlendirmiştim. Yönetim dizgesinde patriarkal temeli çok başarılı bir şekilde kullanan Erdoğan, seçimi rakibinin önünde bitirmeyi de başardı. Aslında gerçekliğin hiçbir önemi yoktu. Ekonomi, sığınmacı sorunu, deprem sonrası yaşananlar ve bölgedeki durum, toplumun her kesimi için büyük sorundu. Ama mesele, bu sorunlara yönelik olarak seçmen kitlesinde “Çözerse Erdoğan çözer” algısının ne kadar güçlü olduğunun muhalefet tarafından anlaşılamamasıydı. Kendini sorunlar karşısında çaresiz ve güçsüz gören kitleler, tercihlerini “baba”larından yana kullandılar.
“Baba” algısı o kadar güçlüydü ki, söylemlerindeki tutarsızlık ve sorunların çözümünden uzak siyasi görüşleri bile kitlenin ona olan bağlılığında büyük kopmalara yol açmıyordu. Bunun desteklenmesi için sanal gerçekliğe uygun yayın yapan kontrol altındaki medya önemli bir belirleyen olarak işlev görüyordu. Çünkü demokrasinin en önemli varlık koşullarından biri olan “alternatif enformasyon” olmadıkça, toplumun tercihlerinin rasyonel temellere dayanma ihtimali azalıyordu. Rasyonel tercihlerin oluşabilmesi için, halkın çok farklı kaynaklardan bilgi alabilmesi gerekiyordu. Oysa bu iktidarın hiç istemediği bir şeydi ve kitlesi büyük çoğunlukla sadece TRT ve ATV seyrediyordu.
Muhalefet kanadına baktığımızda, var olan tablonun fotoğrafını iyi çekemeyen bir muhalefetten söz edebiliriz. Seçimin ilk turu için tamamen olgulara ve çözüm önerilerine odaklı bir propaganda stratejisi izleyen muhalefet, tabloyu iyi okuyamadığı için başarısız oldu. Aslında bu strateji, fanatizmden uzak, daha rasyonel tercihler yapabilen bir toplumda çok başarılı olabilirdi. Ama medyanın ve AKP stratejisinin dayandığı temeller bilinmesine rağmen, yanlış bir strateji belirlendi. Muhalefet bu yanlıştan ikinci tur için döndü ve AKP’nin uzun iktidarı boyunca yarattığı sorunlara ve bu sorunların AKP iktidarının devamı halinde daha kötüye gideceğine ilişkin mesajlar içeren doğru stratejiye döndü. Kılıçdaroğlu’nun ilk tura göre yaklaşık yüzde 3 artan oy oranını bu açıdan da okumak mümkündür. Ancak ne yazık ki, iki haftalık süreçte çok büyük değişiklikler olmasını beklemek de fazla iyimserlik olarak değerlendirilebilir. Belki şu sorunun muhalefetin karar vericilerinin zihninde durmasında fayda olabilir; “Aynı strateji seçim sürecinin başından itibaren uygulansaydı neler olurdu?”.
Seçimin bir diğer önemli sonucu, büyük kentlerde tercihlerin açıkça muhalefetten yana olmasıydı. Kır-kent geriliminin artırılması ve seçim süreçlerinde bu karşıtlık üzerinden kır oylarının alınması, uzun yıllar Türkiye’de sağ siyasetin temel argümanı olmuştu. Kentleşme oranlarının yüzde seksenler üzerine çıkmasıyla birlikte, aynı karşıtlığın metropollerle küçük kentler arasında sürdürülmeye devam edildiği gözlemleniyordu. Bir taraftan da plansız kentleşmenin sonucu olarak kent mekânında yaşamaya başlayan insanların kentlileşme süreçlerini tamamlamasını önleyecek bir gettolaşma olgusu gelişiyordu.
Diğer bir ifadeyle kır, varlığını artık kentlerde sürdürüyordu. AKP, liyakatli ve eğitimli kadrolara karşı yürüttüğü ötekileştirme siyasetinin sonucunu, kırda her şeye rağmen siyasi üstünlüğünü koruyarak alıyordu. Ama konunun diğer tarafında, liyakatli kadroların eksikliğinden kaynaklı bir bozulma, toplumun bütün kurumlarına sirayet ediyordu. Akademisi, yargısı, sanatı, sporu, sağlığı aynı hızla bozulan bir ülkeye dönüşme tehlikesi, siyaset alanında çözüm aranan öncelikli sorunlardan biri olarak görülmüyordu.
Seçimin en önemli sonuçlarından biri ve belki en önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temeli olan ulus-devlet olma niteliğinin, seçimin gizli tercihi olarak reddedilmesiydi. Bunu biraz açmamız gerekiyor. Ulus-devletler, feodal yapıların ortadan kalkmasıyla birlikte 17. Yüzyıl Avrupası ile tarih sahnesine çıkmıştır. Bu sürecin en önemli etkisi, egemenlik kavramının kaynağının monarşilerden halka kaymasıdır. Böyle bir sonucun oluşabilmesi, kaçınılmaz olarak feodal yapıların varlığının sonlanmasına bağlıdır. Atatürk, Türk ulusunun bu süreci geç de olsa yakalaması gerektiğini çok iyi bilen bir liderdi. Dolayısıyla egemenliğin kaynağının halk olduğu ulus-devletleşme sürecini bilinçli bir tercihle ve isabetli bir kararla başlatmıştı. Ancak Türkiye’de kırsal kalkınmanın bir türlü istenilen hızda ve seviyede gerçekleşememesi, feodal yapıları ortadan kaldırmak şöyle dursun, onları dönüştürerek varlıklarını sürdürmelerini sağlamıştır.
Cumhuriyet kadroları, zaman zaman bu konuda çok önemli adımlar atsa da, bu adımların daima siyasi bir karşılığı olmuştur. Tarihimizde bunun en somut örneklerinden birinin “Köy Enstitüleri” olduğunu söyleyebiliriz. Daha sonraki süreçte de, toprak reformu konusunda atılan adımların başarısızlığa uğrama nedenleri ile köy enstitülerinin ortadan kaldırılma nedenleri çok da farklı değildir. Belki konuyu şu açıdan değerlendirmek de mümkündür; Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ten sonra, en önemli özelliği olan bağımsızlığını koruyamamıştır. Bunun sonucunda feodal yapılar, dinsel kalıplarla tanımlanan ve mekânsal mevcudiyetlerini de dönüştürerek kontrol eden yapılar olarak varlıklarını sürdürdüler. Sadece varlıklarını sürdürmekle de kalmadılar, geleceklerini garanti altına almak için ulus-devlete karşı daima bir mücadele içerisinde oldular.
Seçim sonuçları ile birlikte değerlendirildiğinde, dönüşmüş feodal yapıların güçlerini korumalarını garanti altına alan bir siyasi tercih ortaya çıkmıştır. Bu siyasi tercih, belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi olan ulus-devlet düşüncesinin aldığı en büyük ve tarihsel yenilgidir. Gerek muhalefet gerekse iktidar kanadından yapılan farklı açıklamaların çok fazla önemi olmadığını düşünüyorum. Belki bu noktada, kendini “aydın” olarak tanımlayan herkesin, Atatürkçü kimliği ile gurur duyan bütün vatandaşların, devletin üniter yapısını korumaya and içen bütün kurumların ve yöneticilerinin başlarını ellerinin arasına alıp düşünmesi gerekiyor. “Biz nerede yanlış yaptık?” sorusunun enine boyuna tartışılması gerekiyor. Ama bir ipucu verebilirim. Egemenliğin kayıtsız şartsız millette olması, bu egemenliğin sonucu ortaya çıkan yasaların kayıtsız şartsız uygulanmasını gerektirir. Siyasi tarihimiz, yasaları kendine engel olarak gören, Anayasayı bir defa ihlal etmekte sakınca görmeyen, işine geldiği zaman ya da yeterli gücü elde ettiğinde yasaları yok sayabilen siyasi liderlerle doludur. Bizler ne yazık ki, Millet olamadık, ulus-devletleşme sürecine sahip çıkamadık. Bizler, Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurduğu felsefeye bağlı olanlar, aslında yeni kaybetmedik. Hukuksuzlukları sineye çekmeye, onları meşrulaştıran söylemlere razı olmaya, egemenliğimizi temsil eden yasaları tanımayanlara sınırlarını bildirmekten uzak durmaya başladığımızda kaybettik. Sizler eğer halen yaşanan süreci basit bir siyasi tercih olarak görüyorsanız, hepinize gelecek hayatınızda başarılar ve mutluluklar diliyorum. Meğer “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletin” değilmiş, meğer devrim öyle beş on yılda olmuyormuş….
(1) https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/siyasette-sanal-gercekligin-insasi-756