Türkiye’de Sivil Toplumun Yeniden İnşası Mümkün müdür?
Sivil toplum kavramı, siyaset biliminin temel kavramları arasında sayılır. Siyasal düşünce akımlarının gelişimine paralel bir şekilde, sivil toplum anlayışı da özellikle sanayi devrimleriyle birlikte ortaya çıkan yeni toplumsal ve siyasal arayışların sonucunda günümüzdeki çağdaş anlamına kavuşmuştur.
Sivil toplum kavramı, siyaset biliminin temel kavramları arasında sayılır. Siyasal düşünce akımlarının gelişimine paralel bir şekilde, sivil toplum anlayışı da özellikle sanayi devrimleriyle birlikte ortaya çıkan yeni toplumsal ve siyasal arayışların sonucunda günümüzdeki çağdaş anlamına kavuşmuştur.
Toplum-devlet ilişkisiyle bağlantılı temel argümanları geliştiren Batılı düşünürlerden T.Hobbes, J.Locke ve J.J.Rousseau; devletin iskeletini oluşturan toplumsal sözleşmenin imzalanmasından sonra ortaya çıkan toplum yapısı içinde, hukuksal normlara dayalı bir düzenin kurulmasını öngörmüşlerdir. Bu çerçevede, toplumdaki ilişkilerin doğal bağlardan (akrabalık, hemşericilik, din kardeşliği vb.) ziyade, medeni toplum kurallarına ve değerlerine göre oluşması gerektiği yaklaşımına odaklanmışlardır. Böylece, geleneksel toplumdaki kabile veya aile merkezli özel alana karşıt olarak ortaya çıkmış olan kamusal alan merkezli bir yapının; genel toplum dinamiklerine hâkim olması, toplumun doğal kargaşa ve güç merkezli eski yapısının hukukun üstünlüğü temelinde gelişerek değişmesi, toplumsal sözleşmeye uyması beklenen devlet koruması altında insan haklarının toplumda her bir bireye yansıtılması ve toplumun her yönüyle medenileşmesi düşüncesini ortaya koymuşlardır.
Adam Ferguson kavramı daha özel kılan “Sivil Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme” adlı eseriyle, modern sivil toplumun kendi varlığını sürdürebilmek için anayasal (sözleşme) bir devlete ihtiyaç duyduğunu ancak devletin; kendisine hayat veren yurttaşların sivil özgürlüklerinin ve bağımsız örgütlenme yönelimlerinin önünde bir “duvar” gibi durma kapasitesiyle, kendi yurttaşlarını tehdit edebileceğini belirtmiştir. Bu ikilemi aşmak için Ferguson önerisi, yurttaşların yılmadan bağımsız örgütlenmeye devam etmesidir. Bu örgütlenmeler modern sivil toplumun varlığı ve gelişmesi için elzemdir.
Hegel bu anlayışı bir adım daha öteye taşımış ve sivil toplumu devletten ayrı bir yapı olarak ele almıştır. Böylece devletin ve kamunun baskısına karşı bir duruş geliştirme, devletin toplumsal sözleşmenin gereklerine uygun bir düzen içinde hizmet üretmesi için devletten bağımsız bir kontrol ve denetleme mekanizması olarak düşündüğü sivil toplum kavramını Hegel burjuva toplumuna özgü devlet-sivil toplum ayrımıyla belirginleştirmiştir. Marx da Hegel gibi sivil toplumu devletten ayrı düşünmekle beraber, neticede ekonomik ilişkileri üreten ve sınıf ilişkilerini doğuran bir alan olarak tanımlamaktan öteye geçememiştir. Bununla birlikte Marx’ın sivil toplumu bireyler arasındaki ekonomik ilişkilerin tümüne indirgeyen bakış açısı önemlidir.
Cohen ve Arato ise sivil toplumu, devletle karşıt bir kavram olmak yerine ekonomi ile devlet arasında yer alan, özellikle gönüllü örgütleri, toplumsal hareketleri ve kamusal iletişim formlarını kapsayan, sınıf temelli olmayan kolektif bir eylem alanı olarak tanımlamışlardır.
Tanımlar perspektifinden kopmadan özetle şunu söyleyebiliriz: Sivil toplum kavramı; içinde bulunulan toplumun siyasal yapısına, normlarına, ilişkilerine ve kurumlarına ilişkin tartışmaların ve mücadelelerin sonucunda ortaya çıkmakta, gelişmekte ve en nihayetinde içinden çıktığı toplumun geleceğini şekillendirmektedir. Bir toplum, kendisinin kurduğu “devletin doğasında bulunan olası baskısına karşı direnç göstermek” isterse, devletin etkinlik alanını sınırlamak isteğiyle eyleme geçip devleti ‘sınırlayabiliyorsa’, orada bir “sivil toplum” kapasitesinin varlığından söz edilebilir.
Bir toplumda eğer siyasal yapı yeterince gelişmiş ise, bu durumda sivil toplum hareketleri, ağırlıklı olarak grup eksenli seyretme eğilimine sahiptir. Zaman zaman küçük politik hareketlenmelerin bir parçası olarak da görülebilen sivil toplumlar, ağırlıklı olarak sistemin topyekûn değiştirilmesini talep etmek yerine mevcut sistem içinde yeni açılımlarla daha fazla katılım, daha fazla hak ve daha fazla özgürlük gibi taleplerini çeşitli platformları kullanarak iletmeye, sisteme hâkim olan siyasal partileri, siyasal örgütlere, hükümete, parlamentoya vb. devleti ayakta tutan kurum ve kuruluşlara seslerini duyurmaya gayret gösterirler. Bu bağlamda, toplumun içindeki sosyal grupların taleplerini duyurma konusundaki istekliliği, sivil toplum anlayışına ulaşılmasını, daha gelişmiş bir toplum maksadına uygun olarak durağan yapıdan hareketli bir yapıya geçilmesini, toplumun canlı kalmasını ve çağdaş medeniyet seviyesini yakalama arzusunun sürekli kılınmasını sağlayan ana faktördür.
Bu çerçevede, toplum içindeki çeşitli grupların seslerini örgütlü bir şekilde duyurma, kendilerini ifade etmek için bir araya gelme, toplumun genelinin huzurunu ve güvenliğini riske atmadan beklenti ve taleplerini iletme anlayışıyla hareket etmesi, toplum dinamiklerinde bu tür bir isteklilik olması, gelişmiş bir sivil toplum yapısına sahip olabilmek için temel şart ve gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sivil toplum; gerek baskıcı hükümetlere, gerekse serbest piyasada tekel oluşturan sektörlere karşı bireylerin haklarını koruma gibi önemli işlevlere ve fonksiyonlara sahiptir. Bu manada, toplumdaki demokrasi kültürünün varlığı ve gelişmişliği belirleyici olmaktadır. Hakikaten demokrasiyi içselleştirmiş toplum yapılarında, toplumsal değerler ve bu değerleri ayakta tutan dinamizm ancak canlı ve katılımcı bir sivil toplum ile sağlanabilir. Demokrasinin; devletin tüm dinamiklerini ve mekanizmasını elinde tutan hâkim gruplar tarafından bir ‘lütuf’ olarak verilmediğini, aksine siyasi bir çaba sonucu toplum tarafından kazanılan bir hak olduğunu düşündüğümüzde, olası demokratik hakların kısıtlanmasını kendi özgürlük alanına tehdit olarak görecek sivil toplumu kendiliğinden baskıyı kaldırma yönünde harekete geçirecektir.
Demokrasinin tabandan tavana doğru yaygınlaşması, politik kadroların yetişmesi, siyasal partilere sosyal bir taban teşkil edilmesi ve devlet üzerinde sınırlayıcı bir mekanizma rolünün oynanması benzeri konularda, sivil toplumların; “hareketlilik ve canlılık” kaynağı olarak varlığını sürdürebilmesi, demokratik toplumları durağanlıktan kurtaran ve demokrasi tabanlı toplumu inşa eden temel fonksiyondur.
Sivil toplumların bir baskı grubu fonksiyonuna ulaşabilmesi, toplumun genelinin gelecek beklentileri ve hakları için mücadele verebilmesi, birtakım faaliyetleri yürütebilmesi için siyasal sistemin buna izin vermesi ve tolerans göstermesi gerekir. Siyasal sistemlerdeki (demokratik, otoriter ve totoliter) sivil toplumun varlığı veya yokluğu, o sistem ve toplumun gelişmişlik seviyesi hakkında net bir fikir verir.
Demokratik siyasal sistemlerde, özgür, çoğulcu ve rekabetçi bir ortamda sivil toplum kuruluşları gerekli gördükleri her alanda faaliyette bulunabilir, seslerini duyurabilir ve hükümetin dikkatini çekmek için demokratik eylemlere hukuk içinde kalarak yönelebilir.
Otoriter siyasal rejimlerde sivil toplum gruplarının, siyasal sistemin uygun görmediği alanlarda faaliyette bulunmaması ya da arzulanan biçimde faaliyette bulunması istenir.
Totaliter sistemlerde sivil toplum kuruluşlarından beklenen şey, siyasal sistemin öngördüğü ideolojiye uygun biçimde davranmaları, kendilerine biçilen rolün dışına çıkmamaları ve bu rolü kabullenmeleri beklenir.
Burada dipnot olarak şunu da belirtmek gerekir ki, siyasal sistemin ya da siyasal iktidarın zayıflığı sivil toplum gruplarının etkinliğini artırırken, güçlü siyasal sistemlerde ya da iktidarlarda sivil toplum kuruluşları daha az etkili olabilir, faaliyetleri çok sınırlı kalabilir.
Genel bir bakış açısına göre Batı demokrasileri, sivil toplumun gelişmesini garanti altına alarak yeni bireysel özgürlükler ve fırsat eşitliği için alanlar açmışlardır. Oysa Doğu toplumlarında bireyler ve devlet arasındaki ilişkiyi düzenleyen arabulucu kurumlar ağı yani sivil toplum bulunmamaktadır. Bu nedenle sivil toplum, Batı toplumlarındaki siyasal yaşamı tanımlayan temel kavramdır. Doğu toplumlarında devlet-sivil toplum ayrışmasının olmaması, hatta devletin toplum tarafından kutsanıyor olması, bu toplumların genelinde görülen siyasal despotizmi açıklamaktadır. Burada Doğu-Batı farklılığını coğrafi temele indirgemeden, devletin feodal ya da modern karakterde olmasıyla ilişkili düşünmek gerekir.
Batı toplumunda, özellikle Avrupa’da görülen 1968 öğrenci hareketlerinin rüzgarları, klasik toplumlardaki çoğu anlayışta köklü değişikliklere neden olmuştur. Mevcut siyasal kurumları, değerleri, normları ve siyasal süreci genişçe bir eleştiriye tabi tutan bu hareketin sonrasında, günümüz dünyasında herkesin kabullendiği feminizm, çevrecilik, alternatif yaşamcılık, anti-nükleer hareket gibi birtakım o dönem için yeni sayılabilecek oluşumlar ortaya çıkmıştır. Bu oluşumlar ise kendi alanlarına yönelik farklı ve duyulmamış taleplerle devlet aygıtlarını sorgulamaya başlamışlardır. Böylece, sınırlı da olsa bu oluşumlardan bazıları grup eksenli hareketler haline bile gelmişlerdir. Sözgelimi, çevrecilik olarak başlayan “yeşiller” oluşumu, günümüzde başarılı bir hareket olarak kabul görmüş, hatta çoğu gelişmiş ülkenin parlamentolarında kendilerini bir siyasi parti çatısı altında temsil etme hakkı kazanmışlardır.
Eğer bir ülkede sivil toplum hareketlerine izin vermeyen bir siyasal anlayış ve/veya iktidar varsa, bu dönemlerde hak arayan ve kendisine aidiyet duygusu veren gruba girme düşüncesiyle hareket eden bireyler, ‘zarar görmemek’ için yer altına inme eğilimine sahip olabilir. İktidar baskısı nedeniyle, sivil toplum hareketleri, yeraltında örgütlenmeyi tercih edebilir. Soğuk Savaş dönemi otoriter rejimlerinin hüküm sürdüğü sosyalist ülkelerde, sivil toplum grupları, yeraltında örgütlenerek kendilerine yaşam ve hareket alanı açmaya çalışmışlardır. Örneğin, Polonya, Macaristan veya Romanya gibi ülkelerde otoriter rejimlerin baskısına rağmen, kilise veya işçi sendikaları yeraltında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri olarak ayakta kalabilmeyi başarmışlardır. Bu örgütler, kendi toplumlarına birer umut ışığı olmuşlar ve aydınlık yarınlara toplumlarını taşıyabilmişlerdir. Böylece hem toplum çıkarına hizmet etmişler hem de bu otoriter rejimlerin yıkılmasında önemli bir rol oynamışlardır.
Konumuz açısından Türk toplumuna baktığımızda, günümüze kadar modern anlamda bir sivil toplum geleneğinin tam manasıyla geliştirilemediği söylenebilirse de şüphesiz bu yargı eksik kalır, geçmişteki çabaları göz ardı etmemize neden olur.
Osmanlı toplumunun son zamanlarındaki modernleşme arayışlarının ve reform hareketleri mesleki ve ekonomik açıdan toplumda farklılaşmayı sağlayarak, sivil toplumun ortaya çıkması için zemini oluşturmuştur. Ancak sivil toplumun oluşumuna öncülük eden aydınlar, toplumsal yaşamın tümüne hükmedici elit politikalar üretmişler ve bu politikaları yaşatacak “aydın” tipolojisi ile devlete hâkim olarak diğer sivil toplum unsurlarının ortaya çıkmasına engel teşkil eden bir yapıyı yaşatmaya başlamışlardır. Örneğin Genç Osmanlılar ve Jön Türkler akımları içinde yer alan aydınların topluma tepeden inmeci, kurucu ve düzenleyici yaklaşımları sivil toplum dinamizmini köreltmiş, “ötekilere” hayat hakkı tanımamıştır. Batı normlarını ve kurumlarını benimseyen aydınlar, Batı toplumundan farklı bir yol izleyerek, bir sivil toplum hareketi olarak ortaya çıkıp iktidara el koymuşlar ve sonrasında iktidar erkini tekelleri altına tutmayı, halka rağmen, “gerekli” görmüşlerdir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında da medeni ve çağdaş bir toplum kurmak adına, yine bir halk hareketinin sonunda iktidara gelen aydınlar, devletçi elitler olarak toplumu inşa etme işlevini toplum adına üstlenmişlerdir. Bu dönemdeki parti-devlet bütünleşmesi neticesinde, alternatif veya öteki denebilecek hiçbir sivil toplum oluşumun devam etmesi söz konusu olamamıştır. Böylece devlet bürokrasisine hâkim olan elit zihniyet (asker, bürokrat ve aydın kesim), gerek ekonomik politikalar gerekse siyasal ve sosyal politikalar itibariyle Kıta Avrupa’sının değerlerine daha aşina olan bir geleneksel yapıya bağlı kalmaya öncelik vermişlerdir.
Türkiye’de sivil toplum arayışları 1950’li yıllardan itibaren çok partili hayata geçişle birlikte kendini bir ölçüde göstermeye başlamıştır. O dönemde gün yüzüne çıkan sivil toplum unsurların başında dini gruplar, işverenler, işçi sendikaları, esnaf odaları, köylü grupları sayılabilir. Böylece Türk toplumu; 1950-1980 arasındaki dönemde bir anlamda “homojen” yapısını kaybederken aynı zamanda siyasal ve sosyal alanda farklılaşmalara kucak açmaya başlamıştır. Devletin omurgasını oluşturan bürokratik elit kesim karşısında siyasi elit, aradaki kesintili dönemlere rağmen, kendi yaşam alanını kurma gayretini sürdürmüştür. Türk siyasî eliti; devlet elitinin daha yakın durduğu Kıta Avrupası yerine Anglosakson dünya değerlerini Türkiye’ye taşıma yönünde bir arayış içerisinde olmuşlardır. Bu çerçevede, serbest piyasa ekonomisi, ılımlı laiklik politikası, özgürlükçü bir siyasal model ve demokratik dünya ile bütünleşme arayışında olmuşlardır. 1960’tan sonra devlet bürokrasisinin öncülüğünde gerçekleşen askeri darbelere rağmen, demokrasi kültürü siyasi elitin elinde, inişli çıkışlı da olsa Türk toplumuna aşılanmaya çalışılmış ve bunda da belirli ölçüde başarıya ulaşılmıştır.
Bu arada, Batı toplumunda görülen 1968 sivil toplum hareketleri; Türkiye’de aynı dönemlerde ortaya çıkan sağ-sol kavgası arasında toplumun gelişmesine, refahına, aydınlanmasına yönelik çeşitli arayışları motive eden ve cesaretlendiren bir fayda sağlamıştır. Bu arada Milliyetçi Hareket Partisi ile Milli Selamet Partisinin siyasi arenada boy göstermesi, 1970’lerde siyasal alanda farklı seslerin partileşme çabalarının önünü açmıştır. Bununla birlikte, bu yıllarda Batı toplumunda 68 kuşağıyla canlanan demokratik sivil toplum hareketlerine benzer bir durum Türk toplumunda tam manasıyla kendine yer bulamamıştır.
Bunun birinci nedeni, siyasal yaşamın aktörleri arasında sivil toplum gerçek anlamda kendine yer bulamamıştır. Böylece, devletçi elitle siyasi elit arasındaki mücadele, Türk siyasal yaşamının temel dinamiklerine yön vermeye devam etmiştir. Bu nedenle, sosyal gruplar, siyasal alanın dışında farklı bir ses olmak yerine siyasal partilerin yörüngesine girmek durumunda kalmışlardır.
İkinci nedeni ise, Türkiye’de 1980 öncesinde ortaya çıkan çatışma ortamında, demokratik hak ve bireysel özgürlük taleplerinin sesi olan sivil toplum hareketleri, silahların gölgesinde çoğunlukla “sessiz” kalmayı tercih etmişler veya seslerini duyuramamışlardır. Bu arada çatışmalardan yorulan Türk toplumu da iç güvenliğe öncelik vermiş ve devletin anayasal ve doğal sorumluluğu olarak iç güvenliği tesis etmesini bekler olmuştur.
1980 yılında devlet elitinin devreye girmesiyle birlikte sağlanan sükûnet ortamı, beraberinde birtakım değişimlerin Türk toplum hayatına girebilmesinin önünü açmıştır. Serbest piyasa temelindeki neo-liberal yapı, küresel politikalarının zorlamasıyla “Özal politikalarıyla” Türkiye’ye giriş yapmıştır. Ekonomi alanında kaydedilen değişim; Türk toplumunun Batı dünyası ile daha entegre bir yapıya kavuşmasının ve serbest piyasa şartlarına göre tüm çarkların dönmesinin ana katalizörü olmuştur. Türkiye’yi zorunlu olarak dışa açan yeni sistem; “kutsal ve metafiziksel” bir kurum olan Türk devlet aygıtının da sosyal ve siyasal yaşamın gereklerine göre evrilmesinde ve daha esnek bir yapıya kavuşmasında belirleyici bir rol oynamaya başlamıştır.
Böylece, devlete hâkim olan iktidar yapısı; az da olsa, içerde ortaya çıkan yeni sosyal gruplardan gelen tazyikler gerekse dış dünyadan gelen baskılar sonucu bazı sivil toplum arayışlarına ve hareketlerine kısmen tolerans göstermeyi gerekli görmüştür. Bu çerçevede, dini haklar, kadın hakları, çevre, eğitim politikaları, kültürel ve ekonomik haklar konusunda devletin teorik kurgusunu aşacak şekilde, toplumu değiştiren adımların atılması söz konusu olabilmiştir.
Ekonomik hayatın “serbestleşmesi”, Türk toplumunu her zaman olduğundan daha fazla oranda dış dünyaya açmıştır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, Türkiye’de sivil toplum arayışları kendine daha fazla alan açmaya çalışmıştır. Böylece, Türk devlet aygıtının klasik işleyişi ve geleneksel politikaları sorgulama ve bu konuları televizyon kanallarında tartışma fırsatı yakalanmıştır. Bu değişimin özünde, çeşitlenen yazılı ve görsel medyanın etkisi, özellikle çok kanallı televizyonların devreye girmesi, yabancı turistlerle etkileşimin artması ve sonrasında internetle birlikte her bireyin cebine giren sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte, Türk toplumu da kendisine benzeyen diğer toplumların geliştirdikleri çağdaş çözümlerin farkına varmaya ve Batı toplumunun sunduğu medeni toplum yapısını yakından görmeye başlamıştır.
Bu dönemde, sol kesimler ve bazı dini gruplar, daha çok gerçekleşemeyen sosyalizm projeleri veya altın nesil oluşturma gibi söylemlerle geniş kitlelere “gelecek” satmaya çalışan bir sivil toplum yaklaşımını benimsemişlerdir. Böylece, sivil toplum kavramı Türkiye’de “olmayanı tahayyül etme, hayali toplumu yaratma” ekseninde işleyen bir anlayışa da hizmet eden bir yapıya evrilmiştir.
Gerçek yaşamda ise, halkın devletten beklentileri değişmiş, bireysel hak ve özgürlüklere yönelik Anadolu coğrafyasından, bilhassa büyük şehirlerin kenar mahallelerinden de farklı sesler duyulmaya ve bu manada Türk sivil toplum hareketlerinde canlılık görülmeye başlanmıştır. Küresel sistemin dayatması sonucu ekonomi alanında serbestliğe izin vermek durumunda kalan elitist devlet yapısı, ulus-devlet yapısına zarar getireceği düşüncesiyle, toplumu ayrıştıran hareketlere karşı sorgulayıcı bir anlayışla yaklaşmış ve özellikle 1980 öncesindeki çatışma ortamının ülkeye tekrar geri gelme olasılığını çağrıştıran hareketlere şüpheyle yaklaşmıştır. Bu bağlamda, “sorunlu” görülen sivil toplum hareketlerinden bazılarına iç güvenlik gerekçesiyle izin verilmeme yoluna gidilmiştir.
Bu arada güvenlik temelli politikaları esas almakta olan devlet mekanizması, bunun bir sonucu olarak demokratik değerler, bireysel hak ve özgürlükler bağlamında bir açıdan sivil toplumun hak ve özgürlük taleplerinin gerisine düşmüş ve bazı kesimlerin eleştirisine uğramaktan kendini kurtaramamıştır. Öte yandan, devlet elitinin almaya çalıştığı tedbirlere rağmen, Türk toplumu giderek siyasal, ekonomik, kültürel ve ideolojik bazda farklılaşmaya devam etmiştir. Gün yüzüne çıkan ve eskiden “gizlenen” bazı farklılıklar bile değişmeye başlayan toplum yapısında hoşgörüyle karşılanır olmuştur. Böylece, bu farklılaşma eğilimi, bir yandan siyasi elitin de farklılaşmasını sağlarken, bir yandan da toplumsal alanın serbestleşmesini ve içeriğinin zenginleşmesini beraberinde getirmiştir.
Bu zenginleşmenin bir uzantısı olarak, sivil toplum kuruluşları önderliğindeki arayışlar, değişime direnen devlete rağmen, kendi hayat alanını kendisi şekillendirme gayreti içinde olmuşlardır. Örneğin, 1990’lı yılların ortasından itibaren, devlet eliti mevcut rejimi koruma içgüdüsüyle, kendi iradesinin bir çeşit tezahürü olan kamu hukuku araçlarını kullanarak, İslami kesimi sıkı kontrolü altında almak için yönünde bir tutum geliştirmiştir. Böylece, bu alandaki hak ve özgürlük arayışları bastırılmaya çalışılmış veya en azından devletin bu türden bir anlayışa sahip olduğuna dair bir algı Türk toplumunun geneline hâkim olmuştur. İronik bir şekilde, devletin bu kesimi bir bakıma “ötekileştiren” tutumu; toplumsal gerilimin artmasına ve üstelik İslami kesimin sesinin daha da duyulur hale gelmesine yol açmıştır. Bu arada, inançları adına hak arama iddiasında olan dini gruplar nüfuz alanlarını daha da artırmak için, birbirinden ayrı kodlara sahip iki koldan toplumla temaslarını geliştirmişlerdir: Birinci yol, siyasal İslam yelpazesinde siyasi partileşmeyi ve toplumun tüm kesimlerinin desteğini almayı hedeflemiştir. İkinci yol ise devlet bürokrasisinde kendine yer açmayı hedefleyen bir örgütlü bir yapılanmaya yönelmiştir.
Birinci yolda ilerleyen siyasal İslam hareketi, 28 Şubat sonrasında doğru bir hamleyle kendisini “dönüşüme tabi tutmuş” ve 2001 ekonomik krizinin tetiklemesiyle birlikte, Özal döneminin sembolü dört eğilimin de yöneldiği adres haline gelmiştir. Başka bir deyişle, bir sivil toplum hareketi; peşinde koştuğu hak ve talepleri geniş halk kitleleri ile buluşturmayı başarmış ve Türk toplumunun genelinde görülmeye başlanan konjonktürel değişim talebini kucaklamıştır. Bir bakıma “küçülen devlet” mekanizmasını zorunlu gören serbest piyasa ekonomisinde, zenginleşme umuduyla köyden kente göçenlerin, kenar mahallerde kendilerine yaşam alanı açmaya çalışanların ve aynı zamanda dini değerlerini de korumak isteyenlerin tek adresi haline gelen yeni oluşum; adalet ve kalkınma özlemiyle hareket eden liberal ve sol kesimlerden de oy kotarmak suretiyle, siyasal iktidara kendini taşıma başarısını göstermiştir.
İkinci koldan ilerleyen dini anlayışa dayalı sivil toplum hareketinin devlet bürokrasisinde kendi mensuplarına yer açmaya başlaması ve aynı dönemde siyasal yönetime etkin bir destek verme kapasitesine ulaşması, her iki kolun birbiriyle entegre hale gelmesini sağlamıştır. Böylece eski devlet düzenindeki devlet eliti ve siyasi elit mekanizmaları 5-10 yıl içerisinde bu entegre yapının tekeline geçmiş, el değiştirmiştir. 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında, iktidarın sahibi siyasi elit; devlet elitini yeniden inşa etmiş ve kendine tabi kılmıştır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki yeknesak elitist yapının bir benzeri, farklı dinamik ve saiklerle günümüzde yeniden tesis edilmiştir.
Osmanlının son dönemlerinde ortaya çıkan sivil toplum hareketleri, kısa süre içerisinde devlette ve siyasete yön veren bir elit zümre haline gelmişlerdir. İttihat ve Terakki ekolü, Osmanlının son dönemlerinden itibaren meşrutiyet ve sonrasında demokrasiye geçilmesine rağmen, esasen devlet sistemindeki ağırlığını çoğunlukla korumaya devam etmiştir. Bu devlet merkezli siyasi kültür, devletçi elit ve/veya siyasi elit şeklinde iktidarın gerçek sahipleri olarak kendilerini konumlamayı ve oligarşik bir düzeni korumayı başarmışlardır. Seçimlerin varlığına rağmen, “demokratik” biçimler ve görüntüler arkasına ustaca saklanmak bu oligarşik yapı, hemen hemen her dönemde, Türk toplumunun bugününe ve geleceğine hükmeden asıl egemen güç olma motivasyonuyla hareket etmiştir. Böylece Türkiye’de iktidarı ele geçiren her grup, zamanla “elitist” olmuş, şu veya bu nedenle kendisiyle işbirliği halindeki sermaye gruplarının ve bunlarla entegre medya uzantılarının “pragmatist” desteğiyle, “ötekilere” karşı iktidarını uzun yıllar koruyacak araçlara sahip olmaya devam etmiştir.
Özünde hak ve özgürlük bağlamındaki hareketlerin çıkış noktası olması beklenen Türk sivil toplum kuruluşları; yüzyılı aşkın bir süredir hakiki manada gelişememiş, toplumun devlet karşısındaki yükselen sesi olamamıştır. Sadece devletin “sahibi” erk mekanizmalarının kendisine tanıdığı haklar ve özgürlükler manzumesiyle yetinmeyi ve dünyayı bu dar pencereden seyretmeyi (istisnai küçük hareketler hariç) Türk sivil toplum kuruluşları yeterli görmüş ve bu bağlamda mücadeleci bir kültürü tesis edememişlerdir. Bu nedenle olsa gerek, Türkiye’de “baba” rolü biçilen devlet ve ona bağlı işleyen hükümet erki; yurttaş hak ve özgürlüklerini gereği kadar tanıma veya kısıtlama tekelini her zaman elinde tutmaya devam etmiştir.