Bu Toplum Neden Böyle Oldu?
Toplumsal değişimin mekanizması, insan hayatına göre zaman açısından daha ağır işler. Bir insan belki altı aylık kursa gidip meslek sahibi olabilir ama bir toplumu altı ayda değiştiremezsiniz. Köklü değişiklikler yaratmak için eğitime ağırlık vermek gerekir.
Son zamanlarda medyaya yansıyan haberler, birçok insanda “nasıl olur?” tedirginliği yaratmaktadır. Üst üste birçok olumsuz haber geldiğinde ise evde, işte, sokakta, kahvede, okulda her yerde insanlar birbirine şu soruyu sormaktadırlar; “bu toplum neden böyle oldu?”. Soru haklı bir sorudur. Dönemsel olarak toplumda yozlaşma ve ahlaki çürümenin artış emareleri göstermesi, böyle bir soruyu gündeme taşıyan olguların temelini oluşturur. Elbette konunun sosyologlar tarafından bütün boyutlarıyla ele alınıp değerlendirilmesi gerekmektedir. Ancak burada konuya vatandaş gözüyle baktığımızda sosyolojik çözümlemelerden daha kestirme ve toplum tarafından daha anlaşılır cevaplar bulmamız mümkündür.
Toplumların organik ve karmaşık yapılar olduğunu birçok bilim insanı ortaya koymuştur. Buradan yola çıkarak, eğer bir toplumda tarihsel olarak belirli tipte olayların görülme sıklığı dramatik bir artış gösteriyorsa, bunun sebeplerini o tarihsel kesitte değil, çok daha öncede aramak gerektiği sonucuna varabiliriz. Yani, toplumsal yaşamı belirleyen kurallar, gelenekler, normlar ve o toplumun işleyişine yön veren iktidarların uyguladıkları politikalar, varlıklarından uzun süre sonra çok olumsuz sonuçlar doğurma potansiyeli taşır.
Toplumsal değişimin mekanizması, insan hayatına göre zaman açısından daha ağır işler. Bir insan belki altı aylık kursa gidip meslek sahibi olabilir ama bir toplumu altı ayda değiştiremezsiniz. Köklü değişiklikler yaratmak için eğitime ağırlık vermek gerekir. Eğitime ağırlık verdiğinizde bunun sonuçlarının toplumda karşılığını görmek ise en az 20-30 yıl gerektirir. Genellikle iktidarlar bu kadar uzun süreler iktidarda kalamadığı için, genellikle ulusların kolay değişmeyen eğitim politikaları vardır. İktidarlar bu alanda değişiklik için çok daha temkinli ve daha kontrollü hareket eder. Çünkü böylesi toplumun uzun dönemli çıkarları açısından gereklidir.
Toplum gibi dinamik sistemler açısından değişim süreklidir. Bütün mesele değişimin yönünü kontrol edebilmek ve gerektiğinde müdahale ederek istendik yönde değiştirmektir. İzlenen politikaların sonuçları ortaya çıkmaya başladığında bunların istenmeyen sonuçlar olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Belki birkaç değişken yeteri kadar kontrol edilememiş olabilir ama genel durumun istenmeyen sonuç olarak görülmesi doğru değildir.
Bir toplumda şiddet güçlünün kendini ifade tarzı haline dönüşmüşse, bunun sebebi şiddetin toplumsal bir sorun olarak görülmemesidir. Kadın cinayetleri sayıca dönemsel olarak patlamışsa, siyaset bunu sorun olarak görmediği ve devlet mekanizmaları da etkin önlem almadığı içindir. Hayvana, çocuğa ve doğaya şiddet de benzer şekilde etkin önlem alınmadığı için vardır. Devlet mekanizması, onu yöneten iktidardan bağımsız olamayacağına göre, bir ülkede toplumsal düzeyde var olan her sorunun sorumlusu iktidardır.
Bazı sorunlar günübirlik yaklaşımlarla çözülemeyecek kadar karmaşık ve büyüktür. Birçok bileşeniyle birlikte ele alınması gerekmektedir. Bu nedenle bir dönem hükümet kurma görevi almış siyasi iktidar, belki bütün sorunlardan sorumlu tutulamaz ama mutlaka sorunu çözmek için attığı adımların hesabını topluma vermek zorundadır. Bununla birlikte 20 yıldan fazla iktidarda kalmış hiç kimse, yaşanan sorunlardan sorumlu olmadığını iddia edemez. Bir tek açıklama mümkündür; gelinen durum, siyasi iktidar tarafından enine boyuna, her yönüyle planlanmış ve tasarlanmıştır.
Eğer öyle değilse, liyakat açısından büyük bir sorun vardır ve durum daha da vahimdir. Bunu fiktif bir kurgu yaparak, organize bir suç örgütünün siyasi parti kurup devleti ele geçirmesine benzetebiliriz. Devlet aygıtı bu suç örgütü açısından hedefe giden araçtan başka bir şey değildir ve zarar görmesi çok da önemli değildir. Böyle bir iktidar döneminde ülkenin çıkarlarının neyi gerektirdiği değil, suç örgütünün çıkarlarının neyi gerektirdiği önemlidir. Bütün kadrolara atamada liyakat değil örgüte sadakat aranır. Yurt dışı temsilciliklere bile liyakatli memurlar yerine suç ortakları atanır. Devletin ihaleleri bir hizmet sunumu için değil, kamu kaynaklarının örgüt tarafından hortumlanması için yapılır. Mesela uçak inmeyen bir havalimanı yapılıp anlaşmalı yandaş şirketler ve bağlantılı olarak da suç örgütü zengin edilebilir. Kurguyu hayal gücünüzü kullanarak genişletmek mümkündür.
Yukarıda verdiğimiz hayal mahsulü örnekteki durumla karşılaşmamak için, devletlerin hukuk düzeni olur. Siyasi iktidar her şeye muktedir değildir. Net sınırları vardır. Anayasaya ve yasalara iktidarın uyması için hukuk devleti ilkesi (Bizim Anayasamızın ikinci maddesinde olduğu gibi) geçerlidir. Şimdi örneği biraz daha farklı bir yönde geliştirelim. Eğer bir suç örgütü iktidarı ele geçirir ve hukuk devleti ilkesini askıya alarak kendini hukuka uymaktan azade ilan ederse ne olur? Bunun kontrolü farklı boyutlarıyla birçok kurumun görev ve sorumluluk alanına girer. Ancak bütün bunlardan daha önemli bir kavram vardır ki, demokrasilerin iyi işlemesi için mutlaka gereklidir. Bu kavram, vatandaşlık bilinci ve sorumluluğu ile çerçevesi çizilen aktif vatandaşlıktır.
Aktif vatandaş, siyasal iktidarın bütün işlem ve eylemleri üzerinde izleme yapar. Sivil toplum örgütlerine üyedir ve bu üyelik yoluyla görüşlerinin siyasi iktidarın işleyişi üzerinde etkili olacağını bilir. Gördüğü hiçbir aksaklığa arkasını dönüp gitmez ve bu aksaklıktan devlet mekanizmalarının haberdar olmasını sağlar. Sosyal hayatın içerisindedir. Toplumun kılcal damarlarında her zaman vardır. Sürekli olarak devletten taleplerde bulunur. Bunu bilen siyasi iktidar, resmi denetim mekanizmaları dışında vatandaşın da denetimine tabi olduğunu bilir ve kendisini sınırlayan hukuksal çerçevenin dışına çıkmaya cesaret edemez. Bununla birlikte aktif vatandaşlık, ülkenin bütün vatandaşlarının kul değil, birey olduğunun farkında olmasını gerektirir. Bunu sağlamanın da yolu, eğitim politikalarından geçer.
Gelelim başlıktaki sorumuza; bu toplum neden böyle oldu? Elbette bunun cevabını sadece bugünkü iktidarla sınırlandırmak haksızlık olur. Bu toplumda her zaman siyasetçi ve makam sahipleri halka tepeden bakmıştır. Bütün vatandaşlar, adeta “devletin kulu” olarak görülmüştür. Birey-devlet ilişkisi bir türlü inşa edilememiştir. Zaten vatandaş da kendini hiçbir zaman birey olarak hissetmemiştir ve bundan rahatsızlık duymamıştır. Kimse işin ucu kendisine dokunana kadar kimsenin sorunuyla ilgilenmemiştir. Genellikle kendisine dokunduğunda da çok geç olmuştur.
Haksızlığa uğrayıp hakkını arayan suçlu gibi görülmüştür. Siyasetin ihmali nedeniyle oluşan kötü sonuçlar, büyük bir tevekkülle kader olarak kabul edilmiştir. Ölenlerin ardından ağıtlar yakılırken kimsenin aklına siyasetçilerden hesap sormak gelmemiştir. İki yaşında bebeğe tecavüz edilirken, çocuklar, kadınlar, hayvanlar şiddete uğrarken, tarikat yurtlarında tacizler yaşanırken herkes bunu bir haber olarak dinlemiştir. Demokratik bir ülkede kötülükler karşısında oluşması gereken kamuoyu, çok az olayda etkili olabilmiştir. Genellikle halkın bir kesimi kötülüğün yanında yer almıştır.
Kumpas davalarıyla ülkenin vatansever askerleri saçma sapan üretilmiş delillerle hapislere tıkılırken, çoğu insan olayları araştırma zahmetine bile girmeden iktidarı alkışlamayı tercih etmiş ve kendi askerine lanet okumuştur. Ülkede sağlık hizmeti veren eğitimli insanlar, öğretmenler, işçiler saldırıya uğrarken herkesin kafasında bir parça “ama” olmuştur. Kimse hukukun uygulanması gerektiğini sorgulamamıştır. Siyasetçilerin yarattığı siyasi davalara konu olan kişiler haksız yere hapiste tutulurken, toplumun büyük bir kesimi hukukla değil kendi istekleriyle uyumlu olan mahkeme kararlarını alkışlamaktan geri durmamıştır. Diğer taraftan kendi istediği şekilde değil, hukuk çerçevesinde karar veren mahkemeleri “olmaz olsun böyle hukuk” diye eleştirmiştir.
Kimsenin kendi işini yapmadığı bir ortamda iktidar kendini her şeye muktedir görmüş, yargılamaları başlatmış, sonlandırmış ve yargıya açıkça müdahale etmeyi kendine hak görmüştür. İşin ilginç tarafı yargı bundan rahatsız değildir. Sadece yargı değil, bilime aykırı yapılan işlere karşı üniversiteler sessiz kalmış, usulüne uygun olmayan ihalelerle kamu kaynakları heba edilirken kamu görevlileri sessiz kalmış, toprağını ve doğasını savunan insanlara karşı devletin kolluk güçlerinin bir şirketin yanında yer almasına toplum sessiz kalmıştır.
Her anlamda ahlaki bir çürüme bütün toplumu sarmışken, “bu toplum neden böyle oldu?” sorusu anlamsız ve gereksizdir. Oysaki her olayda hukukun üstünlüğünü kişisel düşüncelerden bağımsız olarak savunuyor olmamız gerekirken, 13 yaşında tecavüze uğrayan çocuğun rızasını, gece evine dönerken saldırıya uğrayan kadının neden o saatte dışarıda olduğunu, sokak ortasında silahla öldürülen kadının kocasının neden öldürdüğünü tartışan bir toplum olduk. Eğer bizim görüşümüzde değilse insanlara her türlü hukuksuzluğu hak gördük. İnsani değerlerimiz, bir köpeğin kafasına vurulan kürek darbeleriyle yerle bir oldu. Yaşam hakkının bile insanların görüşlerine göre tartışıldığı bir ortamda halen “bu toplum neden böyle oldu?” diyen varsa ona İngilizce bir deyimle cevap vermek istiyorum: Good morning after supper (Akşam yemeğinden sonra günaydın).
Hiçbir şey aniden olmadı. Kötülük bağıra bağıra geldi, sokaklarımıza, caddelerimize yerleşti. Sadece siz çok kendinize odaklı yaşadığınız için kötülükle adı konulmamış bir işbirliği içerisindeydiniz. Şimdi sıra geldi vicdanınızın kaldıramadığı noktada günah çıkarmaya. Her şey temizlenir de, zihninize bulaşan kanı nasıl temizleyeceksiniz bilmiyorum…
“Bir toplumda ahlaklılar, ahlaksızlar kadar cesur olmazsa kurtuluş yoktur…”