Her Şey Üst Üste mi Geliyor?
Siyasetin işleyişinin hukuk devleti ilkesi ile net olarak sınırlandırılamadığı toplumlarda iktidarlar, yasaların kendilerine verdiği yetkilerin ötesinde bir güce sahip olurlar. Böyle sistemler kâğıt üzerinde demokrasi gibi görünse de aslında kesinlikle totaliter yapılardır.
Çinlilerin bir bedduası vardır; “Tuhaf zamanlarda yaşayasın” dedikleri söylenir. Sanki birileri böyle bir beddua etmiş gibi hisseden çok kişi olabilir. Sanırım bugünlerde Türkiye’de yaşayanlar açısından siyasi durum, bunu düşündürecek kadar karmaşık durumdadır. Karmaşıklığın bütün kurumlara olması gerektiği gibi değil de iktidarın çıkarlarının gerektirdiği gibi işlemesini dikte ettiği durumda, karmaşıklığın sorumlusu da iktidardır.
Siyasetin işleyişinin hukuk devleti ilkesi ile net olarak sınırlandırılamadığı toplumlarda iktidarlar, yasaların kendilerine verdiği yetkilerin ötesinde bir güce sahip olurlar. Böyle sistemler kâğıt üzerinde demokrasi gibi görünse de aslında kesinlikle totaliter yapılardır. Çünkü iktidarı sınırlandıran Anayasa ve yasal metinler, söz konusu iktidarın çıkarları olduğunda rahatlıkla yok sayılabilmektedir. İktidarların kendilerini yasaya uymak zorunda hissetmediği yapılar da hukuk devleti değil, “polis devleti” olarak adlandırılır.
Polis devletinin bir adım sonrasında bütün kurumlar, kendi varlığından kaynaklanan işlevlerini uygulamak yerine iktidarın memnuniyetini önceleyen yozlaşmış araçlara dönüşür. Kurumların yozlaşması öyle bir noktaya varır ki, devlet temel işlevlerini yerine getiremez hale gelir. Egemenlik sınırları içerisinde güç kullanma tekeline sahip olan devlet, bir aşamada yolsuzlukların yaygınlaşması ve gücün kullanımının yasa dışı yapılara kaymasıyla birlikte, görünürde devlet olsa da “başarısız devlet” olarak adlandırılır. Ancak başarısız devletlerin net bir tanımını yapmak oldukça güçtür. Ortak düşünce; devletin halkının iç ve dış güvenliğini, sağlığını ve beslenmesini sağlayamayan devleti başarısız devlet olarak nitelendirme yönündedir.
Yasa nerede başlar? Egemenlik yasa yapma gücüyse, bu egemenlik nasıl kullanılmalıdır? Egemenliğin halka ait olduğu yapılarda adil temsil nasıl sağlanmalıdır? Halka rağmen ve halka karşı yapılan yasaları kim engelleyebilir? Bu temel soruların cevabı verilmeden devlet gücünü orantısız bir şiddet aygıtına dönüştüren iktidarlar için ne söylenebilir? Sorular orta yerde dururken bir iktidarın adaletli bir yönetim sergilemesi imkânsızdır. Devletin bütün işlevlerini yerine getiremeyecek bir çöküş ise sadece zaman meselesidir.
Tarihin gördüğü en kanlı terör örgütlerinden birini kuran ve yöneten bir kişinin mahkûmiyetinin ortadan kaldırılması için, yıllarca varlık sebebini milliyetçi söylemelere dayandırmış bir siyasi partinin önayak olacağı söylense kimse kolayca böyle bir gerçeküstü tabloyu gözünde canlandıramaz. Barışı sağlamak için şiddetin kaynağından umutlu olmak ne kadar doğrudur, bunun cevabını zaman verecektir. Ancak Türkiye açısından girilen yolun sonucunda muhtemel çıktılara bakıldığında birincil amacın barışın sağlanması olduğunu varsaymak, oldukça saf bir bakış açısı gibi duruyor.
Eğer bir iktidar bütün yıpranmasına, yozlaşmasına ve adaletsizliğine rağmen 22 yıl iktidarda kalmayı başarabiliyorsa bunu gerçeklerle açıklamanın imkânı olmadığını bilmek gerekir. Özellikle bu iktidarın son 10 yılında ekonomik, kültürel ve kurumsal anlamda ülkeyi geriye götürdüğü gerçeği sayılarla ortadayken nasıl olur da halen %30 üzerinde tutunmayı başarabildiği sorgulanmalıdır. Maddi geçeklikle alakası olmayan böyle bir olgunun inanç üzerinden kurgulanmış olması mümkündür. Burada inanç ifadesinden kastımın sadece dini inanç olmadığının bilinmesini isterim. Dini inanç burada büyük ölçüde katalizör işlevi görmektedir.
Cumhurbaşkanı’nın hem bir siyasi partinin hem de bir devletin başkanı olması, adeta siyasetin girmemesi gereken her yere siyasetin girmesi için döşenen kırmızı halı etkisi yapar. Bir süre sonra kaçınılmaz olarak roller karışır ve bir kamu görevlisi olan Cumhurbaşkanı, parti şapkasıyla devlet yönetimine, devlet başkanı şapkasıyla partiye müdahale etmeye başlar. İdare hukuku açısından oldukça sorunlu bir durum ortaya çıkar. Çünkü bir siyasi partinin başkanının siyasi partiyle ilgili işlerinin kamu görevi sayılması oldukça zorlayıcı bir yorum olacaktır. Bir Cumhurbaşkanının idari faaliyetlerine karşı idari yargıya dava açılabilirken, siyasi partilerle ilgili uyuşmazlıklar idari yargıda görüşülmez. Bu çerçevede aynı kişinin her iki görevi üstlenmesi, hukuken oldukça sorunlu bir konudur.
Mevcut Cumhurbaşkanı’nın bunun dışında Anayasal bir sorunun da parçası olduğu açıktır. Bu konu Cumhurbaşkanının seçimini düzenleyen 101 ve 116. Maddeler oldukça açıktır. 2017 referandumu ile 101. Maddede “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” ifadesi değiştirilmemiştir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın 2023 seçimlerine girmesi hukuksuzdur. Anayasa yürürlükte olduğuna göre “Anayasanın değiştirilen maddeleri ile yeni bir sistem getirilmiş olduğu ve sürecin buradan başlayacağını” iddia etmek, hukuk bilmemektir. Kaldı ki, bu konuda geçici bir madde dahi eklenmemiştir. 116. Maddede ise, ikinci döneminde bulunan cumhurbaşkanının yeniden seçime girebilmesinin koşulu, Meclis üye tam sayısının beşte üçü (360) ile alınacak seçimlerin yenilenmesi kararına bağlanmıştır. Bu düzenleme, her durumda mevcut Cumhurbaşkanı’nın aday olabilmesi için gereken Meclis kararına işaret etmektedir.
Diğer bir Anayasal sorun, Cumhurbaşkanının tarafsızlığı sorunudur. 101 ve 103. Maddelerde tarafsızlık güvence altına alınmasına rağmen, bir siyasi parti genel başkanının nasıl tarafsız olabileceği sorusunun cevabı yoktur. Bu koşullar altında, 2023 seçimlerindeki AKP tezini doğru kabul etsek bile, Cumhurbaşkanı’nın yeniden aday olabilmek için 360 milletvekilinin alacağı karara ya da bir Anayasa değişikliğine ihtiyacı bulunmaktadır. Bu sayıya sadece Cumhurbaşkanı’nın yeniden seçilmesi maksadıyla ulaşılması zor görünmekle birlikte Cumhur İttifakı açısından, farklı siyasi çıkarları bir potada buluşturmak tek çözüm gibi görünmektedir.
Cumhurbaşkanı açısından bir siyasi kişiliği ilgilendiren iki büyük sorun vardır. Bu sorunlardan biri, olası bir erken seçimde aday olabilmek; diğeri de aday olunan seçimde halkın oyunu alabilmektir. Bu nedenle Cumhurbaşkanı, sadece ip üzerinde yürümek zorunda kalmayacak, aynı zamanda elleri üzerinde amuda kalkıp elleriyle yürümeyi de başarmak zorunda kalacaktır. Tarafsızlığı güvence altına alan Anayasal düzenlemeye rağmen bu konuda açıkça taraf tuttuğunu gizlemeyen Cumhurbaşkanı, devletin kurumsal kapasitesi ve medya iletişimini de bu hedef doğrultusunda harekete geçirme imkân ve kabiliyetine sahiptir.
Teğmenlerin TSK’dan ihracı uzun süre gündemi meşgul eden konulardan biri oldu. Bu konunun devletin çıkarları açısından değerlendirilmesi ile siyasetin çıkarı açısından değerlendirilmesindeki farklılık, topluma bir şeyler söylüyor. Hemen her boyutuyla tartışılan bu konuyu yeniden değerlendirmeyeceğim. Ancak artık devletin çıkarı ile siyasetin çıkarı arasında uçurumların oluşmaya başladığı bir dönemi yaşıyoruz. Dolaysıyla toplumsal sorunların politik çözümlerini siyasetin denge sınırlarında tutmak mümkün olmamaktadır. Siyasetin çıkarına olan devletin çıkarına olmasa da, buna engel olabilecek mekanizmalar ortadan kaldırılmıştır. Böyle bir durumda siyasetin kendi kısa dönemli (5-10 yıl) varlığı için devletin uzun dönemli (20-30 yıl) çıkarlarını yerle bir etmesinin sonuçlarını, oy veren seçmenlerin birçoğunun görmeyeceği varsayımı haklı olabilir ama ahlaki değildir.
Kurumların varlık sebeplerini siyasi otoritenin memnuniyetine bağlayan bir siyasal sitemin uzun süre ayakta kalması mümkün değildir. Tartışılması gereken, sistemin demokratik olup olmadığından önce, amaçlarının ve hedeflerinin halk tarafından anlaşılıp anlaşılmadığıdır. Aksi halde yargı, iktidarın toplum üzerinde kurduğu baskı politikalarının bir aracı haline gelir. Gelinen aşamada Cumhurbaşkanının yeniden adaylığının önündeki engelleri aşmak için muhalefetin muhtemel adayları üzerinde bir yargı sopası sallanmaktadır. Kürt kökenli vatandaşların oylarının belirleyiciliği özellikle önem kazanmış görünmektedir. Bunun için araçsallaştırılan bir “çözüm süreci” (!) için toplumsal muhalefeti susturmak amacıyla bir muhalefet partisi liderinin tutuklanması, yaşanan şaşırtıcı siyasi gelişmelerden biridir.
Dış politikadaki sıkışmışlık, içeride ekonomik sorunlar ve siyasi dengelerin zaman kısıtının etkisi, iktidarı bugüne kadar çok da umursamadığı hukuku tamamen göz ardı ettiği bir sürece yöneltmiş görünmektedir. Bir taraftan emekli maaşları ve asgari ücretin sefalet ücretine dönüşmüş olması, diğer taraftan iktidarın garanti ödemeli projeler üzerinden kurduğu ve sürekli kamu zararı üreten sistem, vatandaş açısından taşınamaz bir yüke dönüşmektedir. Bu ortamda siyasetin tercihlerinin ani değişimini beklemek gerçeküstü bir beklentidir. Bunun bilincinde olan siyaset, elinde var olan olanakları (haklı ya da haksız) değerlendirerek, yaşanan gerçekliğin olduğu gibi algılanmasını engellemek istemektedir. Yaşanan yoğun siyasi gündemin en önemli işlevinin bu olduğunu düşünenlerdenim. Bu düşüncem, uygulanan politikaların ikincil ve üçüncül hedefleri de olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Çizmeye çalıştığım bu çerçeve kapsamında, ülke gündemindeki siyasi gelişmelerin ivmelendiğini görmemek mümkün değildir. Aslında böyle bir durumda olayların iki boyutu vardır. Birinci boyut, olayın gerçekliği, ikinci boyut olayın algılanan gerçekliğidir. Hakikat değişmez ama onun nasıl algılandığı değişebilir; zamana, duruma, kültüre, çıkara, anlatana, anlayana, eğitime, ihtiyaca göre hakikat şaşırtıcı biçimde değişir. Siyasetin başarısı, bu etkenleri yerli yerine oturtmaktadır. Tuhaf zamanlarda yaşadığımız doğru olabilir ama bu tuhaf zamanlarda gerçekleri algılama konusundaki düşünsel becerimizi kaybedip etmemek, büyük ölçüde elimizde olan bir seçenektir.
Unutmayın; paranoyak olmanız kimsenin sizi takip etmediği anlamına gelmez.