Meşruiyet Krizi Nedir? Türkiye’de Meşruiyet Krizi Var mı?
Tanımlardan yola çıkıldığında meşruiyetin sağlanması için; yürürlükteki yasalara uygunluk; hukukun temelini oluşturan ilkelere uygunluk; mantıklı ve sağlam bir muhakemeye uygunluk; bunlarla bağlantılı olarak sağlam bir gerekçelendirilebilirlik özelliklerinin yerine getirilmiş olmasını beklemek gerekmektedir.
Siyaset biliminde en çok tartışılan kavramlardan biri “meşruiyet” (legitimacy) olarak bilinir. TDK Sözlüğünde “geçerli olma durumu” (1) olarak açıklansa da bu geçerliliğin koşulları dikkate alındığında kavramın derinliği ortaya çıkar. Çünkü meşruiyet kelimesinin ifade ettiği geçerlilik durumu, yasal geçerliliği aşan bir geçerliliktir. Tarih boyunca halkın hükümdara direnme ve başkaldırı hakkı, tartışma zeminini meşruiyetten alır. Buna göre “zulmeden ve kötü yöneten hükümdar meşruiyetini yitirir ve halka hükümdara karşı direnme hakkı doğar” görüşü bu hakkı savunan filozof ve düşünürlerin temel argümanı olmuştur. Kelimenin Latinceden gelen İngilizce karşılığı, Oxford Sözlüğünde “hukuka, kurallara veya tanınmış bazı ilkelere uygunluk; yasalara uygunluk. Ayrıca sağlam muhakemeye uygunluk; mantıklılık; gerekçelendirilebilirlik” olarak verilmiştir.
Tanımlardan yola çıkıldığında meşruiyetin sağlanması için; yürürlükteki yasalara uygunluk; hukukun temelini oluşturan ilkelere uygunluk; mantıklı ve sağlam bir muhakemeye uygunluk; bunlarla bağlantılı olarak sağlam bir gerekçelendirilebilirlik özelliklerinin yerine getirilmiş olmasını beklemek gerekmektedir. Bu bağlamda yasama gücünün sürece uygun yasa yapması, meşruiyeti sağlamak için zorunlu fakat yetersiz bir faaliyettir. Yürütmenin ve yargının sadece yasaya uyması da aynı şekilde meşruiyet için yeterli değildir. Yargı sadece yazılı hukuka göre karar vermez. Bundan dolayı hâkimler vicdanlarıyla karar vermelidir.
Hukuk açısından kuramsal tartışmaya girildiğinde sorun daha karmaşık bir hal almaktadır. Yasama faaliyeti için her yasanın gerekçelendirilerek çıkarılması da yeterli değildir. Tanınmış bazı ilkeler dediğimizde aklımıza ne gelmelidir? Soruları artırmak mümkündür. Neticede bir ülkede yöneticinin kendi meşruiyetini sağlamasının yolu; akıl, vicdan, mantık, yasa ve toplumsal iyi adına doğru olanları yapmasından geçer. Aksi tutum, meşruiyeti ortadan kaldırır. Seçimle ve hukuka uygun olarak göreve gelmiş olmak, hiç kimseye sınırsız bir yetki alanı yaratamaz.
Demokrasi bir kişinin, bir zümrenin ya da belirli bir topluluğun değil toplumun tercihidir. Demokrasi sadece seçim değildir, değerler sistemidir. Bugün dünyada bütün totaliter rejimler seçim yapmaktadır. Ancak bu yönetimler, değerlerden uzak bir yönetim sergilemekten çekinmemekte, halktan gerekli onayı aldığına inanmaktadır. Devlet gücünün baskı aygıtına dönüştüğü totaliter rejimler, kendi çıkardıkları yasalara uymakta sorun görmemektedir. Kuvvetler ayrılığı ya yoktur, ya da göstermeliktir. Yürütme gücünü elinde tutan ya yasama gücüne de sahiptir, ya da yasamayı yönlendirme gücüne sahiptir. Genellikle de yargı hukuksal değil siyasal davranma eğilimindedir. Çünkü sahip olunan her şey siyasetin varlığına endekslenmiştir ve bu statünün korunması için hukuktan gönüllü olarak taviz verilir.
Demokratik gelenekle meşruiyetin sağlanması arasında yakın bir ilişki vardır. Gelişmiş demokrasilerde her hangi bir seçimde halkın güveninin azaldığını hisseden iktidarın önünde iki yol vardır; ya daha rasyonel politikalara yönelir ve halkın desteğini kazanmaya çalışır, ya da uygun bir zamanda görev süresinin sonunu beklemeden seçime gider ve halk desteğini arkasına almış yeni bir iktidar kurulmasını destekler. Eğer iktidar, her şeye rağmen görev süresinin sonuna kadar devam etme isteğini yineleyip bunun karşılığında rasyonel ve sorgulanabilir politikalara yönelmezse bu, (kelime anlamından da yola çıkarak) meşruiyet krizine yol açar.
Totaliter rejimlerde meşruiyetin kaynağı zora dayalı olduğundan bunun sorgulanması mümkün olmaz. Ancak demokrasilerde meşruiyetin kaynağı halkın desteğidir. Bu destek, “biz yetkiyi Milletten alıyoruz” demekle de sağlanabilecek bir meşruiyet değildir. Hukuk devleti ilkesinin genel gereklerinden biri, yürütmenin hukuka uygun hareket etmesidir. Halk seçimle yetkiyi verdiği iktidara koşulsuz ve sınırsız bir hareket alanı vermez. Sınırları belirleyen, halk egemenliğinin ete-kemiğe dönüşmüş hali olan anayasa ve yasalardır. Anayasaya uymayan bir iktidar, doğal olarak meşruiyet krizini yaratmış olur. Eğer bu kriz görmezden gelinirse, rejim totaliterleşir ve meşruiyet tartışması yapmanın bir anlamı kalmaz.
Gelelim 31 Mart 2024 Yerel Yönetimler seçimine. Bu seçimde ilk defa 22 yıldır ülkeyi yöneten iktidar partisi, birinci olma konumunu kaybetmiştir. Seçim sonrası yaptığım değerlendirmede erken seçimin kaçınılmaz olduğunu düşündüğümü belirttim. Seçimden 1. Parti olarak çıkan CHP’nin hemen seçimin ardından erken seçim tartışmasına girmemesi son derece tutarlı ve doğru bir tutumdu. Ancak yukarıda belirttiğim gibi, iktidar kendisine verilen bu krediyi algılamaktan çok uzak bir tutum sergilemeye devam etmekte herhangi bir sakınca görmedi. Göstermesi gereken iki tutumdan birini değil, üçüncü yolu tercih etti. Ne yazık ki, bu yol meşruiyet krizine çıkıyor.
Türkiye geldiğimiz durum itibariyle kritik bir eşiktedir. Halk desteğini kaybeden ve kaybettiğinin de farkında olan bir iktidar, rasyonel politikalara yönelmek yerine totaliter rejimlerde görülebilecek bir baskı ve adaletsizlikle kaybettiği yerel yönetimleri sıkıştırmaya çalışmaktadır. İktidar, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamakta, yasama gücünü mantık ve gerekçelendirilebilirlik ilkelerinden uzaklaştırmakta, en son seçimde kendisinden daha çok halk desteği almış bir muhalefete karşı saygısız bir dil kullanmaktan kaçınmamaktadır. Emeklilerin meşru haklarını keyfi olarak budamakta, halk arasında sınıfsal çatışmayı körükleyen söylemlerde bulunmaktadır. Ekonomik bir krizin ortasında kamuda ciddi tasarruf tedbirleri uygulanmasını kabul etmeyen bir iktidar, artık rasyonellikten açıkça uzaklaşmaktadır. İşin daha kötüsü, uyarılara da kulak asmamaktadır.
Bütün belirtiler Türkiye’nin bir meşruiyet krizine girdiğini göstermektedir. Eğer bunun farkında olunmazsa, krizin sonu “artık adı da konulmuş” bir totaliter rejimdir. Muhalefet, verdiği demokratik açıdan olgun desteğin değerini bilemeyen iktidara karşı meşruiyet tartışmasını başlatması için gerekli koşulların oluştuğunun farkında olmalıdır. Bu konuda “geçim olmazsa seçim olur” sloganı etkili olsa da tehlikenin büyüklüğünü anlatmaya yetmemektedir. Meşruiyetin sorgulanabilir hale geldiği yerde demokratik seçimler çözüm olmalıdır. Aksi halde kâğıt üzerindeki demokratik seçimler, totaliter rejimlerin “adet yerini bulsun” kabilinden yapılan seçimlerine dönüşmek üzeredir. Yapılacak seçim, devletin bütün güçlerinin iktidar için ve iktidar tarafından kullanıldığı bir seçim olduğunda, çıkacak sonuçların da anlamı kalmamış olacaktır. Eğer bundan önce bunların olduğunu düşünen varsa, henüz her şeyin bitmediğini bilmelidir. Totaliter bir seçime girildiğinde bunun farkını anlamamak mümkün değildir.
Yaşanan meşruiyet krizinde olabilecek en kötü ortam, halkın iktidara karşı tepkisini dile getirme yollarının kapalı olmasıdır. Sivil toplumun örgütlü bir güce dönüştürülmesi başarılamazsa, Türkiye çok uzun yıllar içinden çıkmayacağı bir totaliter rejim bataklığına düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu konuda toplumun uyarılmasında muhalefet kadar, entelektüel birikime sahip aydınların ve akademisyenlerin de sorumluluğu olduğunu bilmek gerekir. Kısa bir süre sonra bu konuşmaların yapılabileceği ortam tamamen değişebilme ihtimali taşımaktadır. Çevresel risklerle birlikte değerlendirildiğinde Türkiye’nin meşruiyet krizi, içinde bulunduğu ekonomik krizden çok daha yaşamsaldır. Bir soruna karşı yokmuş gibi davranmak o sorunu ortadan kaldırmaz.
Saygılarımla…
(2) https://www.oed.com/search/dictionary/?scope=Entries&q=legitimacy