Site İçi Arama

siyaset

Hakiki Siyaset, Demokrasi ve Barış İçin Yapılmalı

Siyaset kurumu söz konusu olduğunda, üç temel işlevinden söz edilebilir. Bunlar, "üretimi artırmak, bölüşümü adil yapmak ve bunları barış ortamında gerçekleştirmektir."

Yapılan araştırmalarda halkımızın siyasetçilere (iktidar ve muhalefet) güveninin çok az olduğu ortaya çıkıyor. Kanımca bunun nedeni, insanımız devleti devlet yapan tüm kurumsal yapının, siyasi partilerin kuşatması ve vesayeti altında görüyor olmasıdır. 

Siyasete güven için halkın kendisini gerçekten temsil eden bir sistemin varlığının olduğuna inanması, bu sisteme güvenmesi gerekir. Bu da ancak gerçek demokrasi ve demokrasiyi var eden kurumların işleyişi ile olabilir. 

İnsanlığın var olduğundan beri iki büyük mücadele içinde gelgitleri olmuştur. Bunlardan biri insanın insanla mücadelesi, diğeri ise insanın doğa ile mücadelesidir. 

İnsanın insanla mücadelesi silahları, silahlar savaşları ortaya çıkarmış, savaşlar da doğal olarak insanlık için büyük yıkımlara neden olmuştur. 

İnsanın doğa ile mücadelesi ise aletleri ortaya çıkarmış, o da en nihayetinde sanayileşmeyi yaratmış, düzensiz sanayileşme ve orantısız zenginleşme hırsı dünyayı kirleterek günümüzde neredeyse yaşanmaz hale getirmiştir. 

Sonuçta kapitalizm ve sömürü düzenleri el ele vererek büyük insan yığınlarını köleleştirmiş, yaşam alanlarını daraltmış, suyunu zehirlemiş, insanı bir meta’ya (araç) dönüştürmüştür. Yetmemiş, yeri geldiğinde baskı ve zulümle onu çıkarları doğrultusunda yok etmekten çekinmemiştir. İnsanı yok eden ve doğayı tahrip eden düzensizliğin böyle gidemeyeceğini gören insanlık, büyük bir “U Dönüşü” yapmak zorunda kalmış, düzeltme çabasını gütmüştür. 

Henüz tam olarak başarıya ulaşmamış bu dönüşün adı barıştır. Gelinen vahim noktada, bu girdaptan kurtulmanın yolu insanın insanla ve insanın doğa ile barışmasını gerektiriyor. İnsanın doğa ile barışma çabaları çevre bilincini, insanın insanla barışma girişimleri ise demokrasiyi bugüne değin bulunmuş en iyi yönetim biçimi olarak ortaya çıkarmıştır. 

Barış içinde yaşamanın güçlükleri vardır o nedenle onu sağlamak o kadar kolay bir iş değildir. Çünkü, dünya da savaş tekelleri var ve bunu kullanarak hüküm sürmek, istila etmek, sömürmek isteyen güçler çoktur. Burada iki önemli aktör söz konusudur; biri işin öznesi olan halktır, diğeri de onu gerçekleştirme imkanlarına sahip olan siyaset kurumudur. Halk desteği ile icra makamına gelmiş olan siyasetin üç temel işlevinden biri zaten toplumsal barışı tesis etmek, onu korumak ve sürdürmektir. Diğer ikisi ise üretimi artırmak ve üretilenin hakça paylaşılmasını sağlamaktır. Bunlar da barışın sacayağını ve siyasetin de temel işlevlerini oluşturur. 

Siyaset kurumu söz konusu olduğunda, üç temel işlevinden söz edilebilir. Bunlar, "üretimi artırmak, bölüşümü adil yapmak ve bunları barış ortamında gerçekleştirmektir." Üretim zenginliktir, yoksulluk ise paylaşılmadığı gibi birçok sorunun da anasıdır. Paylaşılabilir olan zenginlik, ancak insanı araç olarak değil amaç olarak gördüğünde işe yarar. Kıta Avrupa’sının en önemli siyaset ve toplum filozofu olan Emanuel Kant, "insan amaçtır, asla araç olarak görülmemeli" der. 

İşte onurlu bir yaşam sürdürmenin, her insanın insanlık onuruna yakışır düzeyde yaşamasının yolu buradan geçer. Bu noktada bence en önemli olgulardan biri olan üretim çok önemlidir, çünkü zenginlik üretmekten geçer, üretmeyen toplumlar ise yoksul düşer. O zaman da toplumsal adalet ve düzen bozulur. 

Yoksulluğun hüküm sürdüğü toplumlarda ise kitleler ekmek kavgası verirken, kötü niyetli olan siyaset erbabı kamu kaynaklarını çalıp çırparak zenginleşir. Bazı kesimler buna tepki göstermek istese de yapamazlar. Çünkü bunların karşı çıkmaya niyetleri olsa da gerekli donanıma sahip değillerdir. Diğer bir deyişle niyet vardır ama takat ve mecal yoktur. İktidar sahipleri tarafından korkutulup sindirildikleri için karşı çıkacak cesareti kendilerinde bulamazlar. Böylece açlık, yoksulluk, işsizlik ile lüks safahat, aşırı zenginleşme bir arada sürer gider. Ülkemizde içinden geçtiğimiz süreçte bir anlamda bunu yaşıyoruz. Bugüne baktığımızda orta sınıfın yok olduğunu, üst katmanlarda yer tutanların ise siyaset erkini kullanarak zenginleştiklerini görüyoruz. 

Bu türedi zenginler lüks ve safahat içinde yaşarken açlık sınırında yaşayanların sayısı her geçen gün biraz daha artmaktadır. Dolayısıyla bu sistemde zenginler daha zengin olurken, yoksullar daha yoksullaşmaktadır. Devleti ele geçirenler onu yönetilmesi gereken bir aygıt yerine paylaşılması gereken bir ganimet olarak görüp aç kurtlar gibi saldırıyor. Haksız ve hukuksuz biçimde zenginleşenler ultra lüks bir yaşam sürerken, yoksullar fakirlik içinde yaşamaya mahkûm ediliyor. Bunun sonucunda aralarında uçurum olan iki kutuplu bir kast, bir sınıflaşma meydana geliyor. 

Bu durum toplumsal barışa en büyük tehdidi oluşturuyor. Çünkü, bu aralarında uçurum olan iki kutupluluk her daim içinde potansiyel çatışma dinamiğine sahip gerilimleri barındırır. Bunu gidermenin yolu ise bölüşümde adaleti sağlamaktan geçer. 

Siyasetin ikinci temel işlevi yaratılan üretimi ve katma değeri tabana yaymak ve bölüşümü adil bir biçimde sağlamaya çalışmaktır. Kapitalizm ve onun beslemeleri bunu yapmazlar, çünkü; bu sistemden beslenirler. Sistemden beslenenler ise sistemi değiştiremezler, aksine onu sürdürmeye çalışırlar. O yüzden bu zevat büyümeyi sever ama bölüşümü asla sevmezler, hatta bölüşümden nefret ederler. Hal bu hal olunca üretim araçlarını ve yönetme erkini bu zihniyetle ele geçirenler sözde hep haktan hukuktan dem vurur fakat pratikte hep kendilerine yontarlar, kaynakları kendi lehlerine kullanırlar, bu yolla semirir gürbüzleşirler. Buna itiraz edenleri ise ele geçirdikleri zor tekelini kullanarak susturmaya çalışırlar, kendileri ve yandaşlarının dışındakileri baskı altına alıp sindirirler. 

Ancak bu gerilim gün gelir ipi bir yerinden koparır, sosyal patlamalara ve giderilmesi zor toplumsal bunalımlara yol açar. Bunu önlemenin ve gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermenin tek yolu kalkınmayı tabana yaymak ve üretilenin hakça paylaşımını sağlamaktır. Bunu sağladığınızda topyekûn bir toplumsal kalkınma kendiliğinden gerçekleşir, toplumsal refaha öncülük etmiş olursunuz. Bu olmadığı zaman onun yerine konulan her şey zamanla değerini yitirecektir. Toplum sadece bu noktada siyasal gerilimleri yaşamakla kalmaz aynı zamanda ekonomik olarak da çatışmayı besleyen bir girdabın içine sürüklenir. Sosyo-psikolojik gerilimler kaosa dönüşür, o da zamanla ortaya çıkacak çatışmaları çözümü zor bir hale getirir. 

Siyasetin en temel üç işlevinden birinin üretimi artırmak, birinin de bölüşümü sağlamak olduğunu söylemiştim. Üçüncüsü ve diğer ikisinin de kaynağı barışı sağlamaktır. Çünkü, eğer üretimi artırmayı hatta bölüşümü sağlamayı barış ortamında gerçekleştirmezseniz bu bir işe yaramaz. Diyelim ki güzel bir evde iyi bir gelirle yaşama olanaklarına sahipsiniz ama ortalık kan revan olmuş. Hem evde hem dışarda huzur yok, aksine kavga gürültü var. İnsanlar şu ya da bu şekilde öldürülüyor, her gün mahalleye, şehre cenazeler geliyor, o zenginliğin bir kıymeti olur mu? Olmaz. Çünkü, sağlıklı ve huzurlu yaşam koşulları varsa yaşam bir anlam kazanır. Aksi takdirde ev yanarken mobilyaların güzel olmasının ne kıymeti harbiyesi vardır? O halde huzur şart. Huzur için ise barış şart. 

Bazı popülist kafalar, faşizan ideolojiler, otoriter yönetimler kurdun dumanlı havayı sevmesi gibi barıştan hoşlanmaz! Çatışmadan ve kaostan beslenirler. O halde bu noktada yapılması gereken şey, her türlü kutuplaşmayı bile isteye körükleyen, çatışmadan medet uman, kandan ve kaostan beslenenleri iş başına getirmemektir, hasbelkader gelmişlerse de bir an önce göndermektir. Çünkü bunlar sadece içerde çatışmayı körüklemekle kalmaz dışarda da savaş çıkarmanın peşinde koşarlar. Oysa bir toplum için kötü barış olmadığı gibi iyi savaş da yoktur. Totaliterler ise daima savaşın gerekliliğini vurgulayarak toplumun kafasını karıştırır. Yoksul halk çocukları çatışmalarda savaşlarda ha bire ölürken, onlar geride kalanları da ölüme göndermek için bu nevi ölümün ne kadar gerekli ve ulvi olduğundan dem vururlar. 

Bir kere ekonomik refah toplumu olmamız için önce üretimi arttırmamız gerekir. Bölüşümü adaletli ve hakça yerine getirmek gerekir. Ancak bu şekilde kalıcı barışı tesis etmek olası olur. Ama önemli olan bunları sağlayacak bir siyasi anlayışı ve buna uygun niteliklere sahip siyasi kadroları iş başına getirmektir. Biz buna kısaca liyakat diyoruz. Bir ülkenin sorunları bundan yüzyıl önceki çözüm metotlarıyla çözülemez. Ama ne yazık ki sorunlar aynı yöntemlerle halledilmeye çalışılıyor. Oysa bir sorunla birden fazla kez aynı yöntemle cebelleşip çözememişseniz. O zaman hem yaklaşımınızı hem de problemin bağlamını değiştirmek zorundasınız. Aksi takdirde yüz yıl daha geçse aynı problemler devam eder durur. Bu süreçte tuzu kurulara bir şey olmaz, olan halka olur. 

Eğer ikinci yüzyıla özgür, müreffeh bir ülke olarak devam etmek istiyorsak önceki yüzyılda işlenen hatalardan ders çıkarmak ve onları tekrarlamamak gerekir. Bugün önümüzde duran görev, cesaretle bu bilinç ve sorumlulukla hareket etmek ve bu değişimi gerçekleştirmektir. Onun için de vatanını seven, onun değerlerine saygılı siyasetçilere ihtiyaç var.

Saygı dolu sevgiyle kalın diyorum.

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 23.09.2022
  • Süre : 4 dk
  • 1566 kez okundu

Google Ads