Modern Devlet Anlayışına Geçişin Temel Taşları Nelerdir? Bölüm-3
Mutlak monarşiler Avrupa’da Ortaçağın sonlarında, Yeniçağın başlarında feodalitenin çözülmesi ve kilisenin gücünün kırılması sonucu ortaya çıkmıştı. Mutlak monarşiler, on altı ve on yedinci yüzyıllarda feodal düzenin siyasal birimlerini ortadan kaldırdığına göre; artık tarihi görevini tamamlamış demekti. Aydınlanma döneminin laik ve akılcı doktrini ile yetişen düşünürleri de temel hak ve özgürlükleri, serbest piyasa ekonomisini, kuvvetler ayrılığını, devletin sınırlandırılmasını, parlamenter demokrasiyi, anayasacılığı, egemenliğin kaynağının halk-ulus olduğunu, savunarak yeni bir siyaset kuramı oluşturdular. Bu düşünürlerden ilki John Locke’dur.
Modern Devlet Anlayışı
Mutlak monarşiler Avrupa’da Ortaçağın sonlarında, Yeniçağın başlarında feodalitenin çözülmesi ve kilisenin gücünün kırılması sonucu ortaya çıkmıştı. Mutlak monarşiler, on altı ve on yedinci yüzyıllarda feodal düzenin siyasal birimlerini ortadan kaldırdığına göre; artık tarihi görevini tamamlamış demekti. Aydınlanma döneminin laik ve akılcı doktrini ile yetişen düşünürleri de temel hak ve özgürlükleri, serbest piyasa ekonomisini, kuvvetler ayrılığını, devletin sınırlandırılmasını, parlamenter demokrasiyi, anayasacılığı, egemenliğin kaynağının halk-ulus olduğunu, savunarak yeni bir siyaset kuramı oluşturdular. Bu düşünürlerden ilki John Locke’dur.
John Locke:
Locke ’da Hobbes gibi; siyasal iktidarın-devletin ortaya çıkışını açıklamak için doğa durumundan hareket etmiştir. Ancak; Hobbes, doğa durumunu herkesin herkesle mücadele içinde olduğu bir savaş durumu olarak tasvir ederken; Locke, doğa durumunun bir barış dönemi olduğunu ileri sürmüştür. Locke ’a göre; doğa durumunda insanlar tam bir özgürlük ve eşitlik içinde yaşarlar. Locke’a göre; doğa durumu, insanların başkalarının isteklerine bağlı olmaksızın, doğa yasasının sınırları içinde, kendi eylemlerini düzenlediği, kendi mallarını ve kişiliklerini kullandığı mükemmel bir özgürlük durumudur. Doğa durumu aynı zamanda bir eşitlik halidir. Çünkü hiç kimse, bir diğeri üzerinde iktidara sahip değildir.
Locke, doğa durumunu insanların özgürlük ve eşitlik içinde yaşadıkları bir dönem olarak tasvir etse de; onu bir başıboşluk düzeni olarak kabul etmez. Locke ’a göre; doğa durumunda insanların hayat hakkı, mülkiyet hakkı ve özgürlük hakkı başta olmak üzere, birtakım doğal hakları vardır ve insanlar bu haklarını, ancak; doğal yasanın, yani aklın çizdiği sınırlar içinde kullanabilirler. İnsanlar doğa durumunda dilediklerini yapabilirler, ancak; herkes her istediğini yapamaz. Örneğin; kişinin başkasının hayatına son verme özgürlüğü yoktur. Yine kişi malını dilediği gibi kullanabilir, ancak; kişi malını, başkasının malına zarar vermek ya da başkasının malını elinden almak için kullanamaz. Kısacası; doğal yasa, herkesin birbirinin doğal haklarına (can, mal ve özgürlük haklarına) saygılı olarak hareket etmesini emreder. Ne var ki; doğal yasanın varlığı insanları başkalarının haklarına saldırmaktan alıkoymaya yetmez. Doğal yasaya aykırı hareket ederek, başkalarının haklarını ihlal eden insanlar mutlaka olacaktır. Bu durumda, hakkı ihlal edilen herkesin saldırganı cezalandırma hakkı vardır. Ancak; cezalandırma hakkı mutlak değildir. Cezalandırma ölçülü ve suçla orantılı olmalıdır. Ancak; hakkı ihlal edilen kişilere tanınan bu yetkinin amaca uygun şekilde kullanılması pek mümkün değildir. Kişilerin kendi davalarının yargıcı olması ciddi sakıncalar yaratır. Örneğin; kin ve intikam duygularının etkisi altında hareket etme, gerek kendisinin gerek yakınlarının çıkarlarını gözetme gibi aşırılıklar yaşanabilir. Bu da toplumda karışıklıkların ve düzensizliklerin ortaya çıkmasına neden olur. Bir başka deyişle, Hobbes’un belirttiği savaş durumu ortaya çıkar. Locke doğa durumuyla savaş durumunun birbirine karıştırılmaması gerektiğini belirtir. Yeryüzünde aklın kurallarıyla yaşamak, insanlar için bir doğa durumudur. Bu ortamda yargılama yetkisine sahip bir otorite bulunmamaktadır. Savaş durumu ise, yine yargılama yetkisine sahip ortak bir üst olmaksızın, birisinin bir başkasının kişiliği üzerinde bir zorlama yahut da böyle bir niyetin açıklanması durumudur. Locke’da Hobbes gibi, tabiat halinden devlet haline geçişi toplum sözleşmesiyle açıklamıştır. Fakat o, Hobbes’tan farklı olarak; insanların tüm haklarını egemen güce devrettiklerini düşünmez. Locke göre; insanlar devlet haline geçerken, sadece cezalandırma haklarını devlete devretmişlerdir. Bunun dışındaki tüm haklarını kendilerinde saklı tutmaktadırlar.
Locke’un sosyal sözleşme teorisi, devleti insan haklarıyla sınırlamıştır. Devletin temel amacı; insanların can, mal ve özgürlüklerini güvence altına almak, huzuru, iç ve dış güvenliği sağlamak ve halkın iyiliğini gerçekleştirmektir. Devletin bundan başka amacı yoktur. Çünkü insanlar hayat, hürriyet ve mülkiyet haklarını korumak amacıyla, tabiat halinden devlet haline geçmiştir. Bu, bir mukavelenin yapılmasıyla gerçekleşmiştir. İnsanlar bu mukavele ile sadece doğa durumundaki cezalandırma haklarını devlete devretmiştir. Onun dışındaki temel hakların sahipleri yine insanlardır ve devletin yegâne görevi bu hakları korumaktır. İnsanlar, devlete sadece bu hakları koruması için yetki vermiştir. Devlet, insanların kendi özgür iradeleriyle yapmış oldukları sözleşmenin ürünü olduğu için; bu sözleşmeye aykırı hareket etmediği müddetçe meşruiyetini koruyacaktır. Locke, toplum sözleşmesi teorisiyle devletin görevini doğal hakları korumak olarak belirlemiştir. Bu aynı zamanda devletin sınırlarını da ortaya koymaktadır. Sınırları içinde kalmayan ya da keyfi davranan yönetim meşruiyetini kaybeder. Bu durumda, halkın sözleşmeye aykırı hareket eden yönetime karşı direnme hakkı vardır. İnsanlar doğal haklarını korumada başarısız olan ya da keyfi davranan yönetimlere karşı; direnme hakkını kullanıp, onları düşürebilir ve yerlerine yeni yönetimler kurabilir. Locke, doğal haklar teorisiyle devleti sınırlandırmayı amaçlamıştır. Locke’un devlet iktidarının sınırlandırılması için düşündüğü bir başka mekanizma da kuvvetler ayrılığıdır. Locke, özellikle; yasama ve yürütmenin aynı elde toplanmamasını savunmuştur. Locke, yasama ve yürütmeyi birbirinden kesin olarak ayırmak istemiştir. Böylece, yürütmenin yasamayı şahsi menfaatleri için kullanmasının engelleneceğini düşünmüştür. Böylece, yasama gücü topluma ait kalacak ve yürütmenin insanların temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı düzenlemeler yapması engellenmiş olacaktır. Locke’un ortaya attığı kuvvetler ayrılığı teorisi, daha sonra Fransız düşünür Montesquieu tarafından geliştirilmiş ve günümüzdeki şeklini almıştır. On yedinci yüzyılda, mutlakiyetçi görüşlere en büyük darbeyi John Locke indirmiştir. Locke, burjuvazinin dünya görüşünün (liberalizmin) felsefi temellerini atmış ve burjuvazinin siyasal görüşlerini sistemleştirmiştir. Bu yüzden; John Locke, liberal devlet teorisinin öncüsü olarak kabul edilir.
Jean Jacques Rousseau:
Rousseau’da devlet kuramını oluştururken doğa durumu varsayımından hareket etmiş, doğal yaşamı insanların mutlu bir yaşam sürdükleri özgürlük ve eşitlik hali olarak resmetmiştir.
Rousseau’ya göre; doğa durumunda insanların tek kaygısı fiziki ihtiyaçlarının giderilmesinden ibarettir. Bu basit ihtiyaçları karşılayacak şeyler de hemen ellerinin altındadır. Bu açıdan, doğa durumunda insanların mutsuz olmasını gerektirecek bir neden de yoktur. Doğa durumunda insanlar arasında hiçbir manevi ilişki ve görev bağı da yoktur. Dolayısıyla; insanlar her türlü baskıdan uzaktır. Doğa durumunda insanlar birbirlerine karşı ne iyi ne de kötüdürler; suç nedir, erdem nedir bilmezler. Bu insanlarda sadece şefkat ve merhamet duygusu vardır. Rousseau ’ya göre; doğa durumunda insanlar arasında mücadele ve savaş yoktur. Çünkü istekleri sınırlı olan ve bu isteklerini rahatça karşılayan, yalnızca şefkat ve merhamet duygularıyla hareket eden insanların savaşmalarını gerektirecek bir durum yoktur. Doğa durumunda insanlar kötülük yapmaktan çok, kötülükten kaçmayı yeğleyeceklerdir. İnsanlar karşılaştıkları şiddet hareketlerini cezalandırılması gereken bir davranış değil, fakat telafisi mümkün bir kötülük olarak değerlendireceklerdir ve intikam almaya kalkışmayacaklardır. Böyle bir ortamda iyilik-kötülük, haklılık-haksızlık, eşitlik-eşitsizlik, benimki-seninki gibi ayrımlar yoktur. Bu dönemde, insanlar arasında üstünlük, kendini beğenmişlik, soğukluk, kıskançlık, şüphe, korku, hile ve nefret de yoktur. İnsanlar özgür ve her bakımdan birbirleriyle eşittir.
Herkesin özgür ve eşit olduğu bu mutlu-iyi düzen, ne zaman son bulmuştur? Rousseau bu iyi halin uygar toplumun ortaya çıkmasıyla son bulduğunu savunmuştur. Bir insan bir toprak parçasının etrafını bir çitle çevirip, “burası benimdir” deyince; (mülkiyet ortaya çıkınca) uygar toplum kurulmuş, uygar toplumun kurulmasıyla da bu iyi-mutlu düzen son bulmuştur. Mülkiyet, güç sahibi olma ve başkalarına hükmetme hırsı ile hareket eden uygar toplum insanları arasında zamanla zengin-fakir, köle-efendi, üstün-aşağı, güçlü-güçsüz ayrımlar oluşmuştur. Bir başka deyişle; insanlar arasındaki eşitlik yok olmuştur. Rousseau’nun teorisindeki en merkezi kavram eşitliktir. Rousseau tüm olumsuzlukları-kötülükleri insanlar arasındaki eşitliğin yok olmasına bağlamıştır. Rousseau’ya göre uygar toplum insanındaki aşırı mülkiyet hırsı, doğa durumundaki şefkat ve merhameti yok etmiş; insanları cimri, kıskanç, çıkarcı, bencil ve kötü yapmıştır. İnsanların, daha fazlasına sahip olmak için giriştikleri mücadele, (zenginlerin gaspları, fakirlerin haydutlukları) yeni doğmuş toplumu korkunç bir savaş durumuna sokmuştur. Hiç kimse ne zengin ne de fakir, artık güvende değildir. Rousseau’ya göre; bu duruma (savaş-güvensizlik durumuna) akıl çerçevesinde çözüm arayan insanlar, artık doğa durumuna dönüş mümkün olmadığı için, bir toplum sözleşmesi ihdas ederek devleti oluşturmuşlardır.
Rousseau’ya göre; insanlar toplumdaki korkunç savaş durumuna son vermek, herkesin şahsı ve mallarının ortak bir güç tarafından korunmasını sağlamak amacıyla bir sosyal sözleşme yaparak devleti ihdas etmişlerdir.
Bu sözleşme, toplumu oluşturan herkesin, varlığını ve tüm haklarını genel bir iradeye devretmesinden ibarettir. Bu sözleşme şöyle akdedilmiştir: “Her birimiz varlığımızı ve tüm haklarımızı genel iradenin emrine verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası olarak kabul ederiz”. Herkesin varlığını ve tüm haklarını genel iradenin emrine vermesiyle toplumu yönetecek ortak güç-devlet ortaya çıkmıştır.
O halde; Rousseau’nun egemeni, toplum sözleşmesiyle bir siyasi topluluk halini almış olan, halktır. Rousseau için egemen, genel iradeyi oluşturan yurttaşların bütünüdür. Böylelikle Rousseau halk ile egemeni özdeşleştirerek “halk egemenliği” kuramına ulaşmıştır. Rousseau siyasal toplumun (devletin) ortaya çıkışını toplum sözleşmesi ile açıklamıştır. Toplum sözleşmesi ile insanlar iradelerini birleştirmişler ve kendilerini bütün hakları ve yetkileri ile birlikte siyasal topluluğa devretmişlerdir. Böylece, kişilerin iradelerinin birleşmesi ve kaynaşması sonucu ortaya “genel irade” çıkmıştır. “Genel irade”, kişisel iradelerin toplamında ibaret değildir; onlardan ayrı, onların üstünde, kendine özgü varlığı olan kolektif bir iradedir. İşte toplumdaki üstün iktidar, yani egemenlik de bu genel iradenin kullanılması anlamına gelmektedir. Rousseau sosyal sözleşme teorisinde, egemenliğin kaynağını halka dayandırarak, devleti demokratik temeller üzerine oturtmuştur. Böylece, devletin insanlar üzerindeki otoritesi rasyonel bir temele dayandırmıştır. Rousseau, halk egemenliği teorisinin kurucudur. Rousseau, halka ait olan egemenliğin mutlak, bölünmez, devredilemez ve temsil edilemez olduğunu savunmuştur. Temsil sisteminin halk egemenliği anlayışına uygun düşmediğini, egemenliğin bizzat yurttaşlar tarafından kullanılması gerektiğini savunmuştur.
Emmanuel Sieyes:
Sieyes’in modern devlet anlayışı açısından en önemli katkısı, millet kavramı ve temsil anlayışıdır. O, milleti hukuki açıdan eşit kişilerden oluşan, ancak; onların kişiliklerinden ve iradelerinden ayrı, kendisine özgü bir kişiliği ve iradesi olan soyut bir bütün olarak ele almıştır. Sieyes egemenliğin kaynağı olarak da bu soyut bütünü (milleti) göstermiştir. Bu şekilde düşünür “milli egemenlik” kuramına yönelik düşünsel altyapıyı hazırlamıştır. Sieyes egemenliğin ancak; millet adına hareket eden temsilciler vasıtasıyla kullanılabileceğini belirterek temsil mekanizmasını ortaya atmıştır. Sieyes, doğrudan "milli egemenlik" kavramını kullanmamasına rağmen "millet" ve "milli birlik" kavramlarına sunmuş olduğu perspektif aracılığıyla "milli egemenlik" teorisine bir zemin hazırlamıştır.
Sieyes’in fikirleri Fransız devrimi ile büyük ölçüde hayata geçmiştir. Sieyes ortaya attığı “millet” ve “milli birlik” kavramları ile "milli egemenlik" teorisinin gelişimi ekseninde, 1789 sonrası modern ulus devlet anlayışının siyasal temellerini oluşturmuştur.