Modern Devlet Anlayışına Geçişin Temel Taşları Nelerdir? Bölüm-4
Daha önce üç bölümü yayınlanan bu yazı dizisiyle, modern devlet anlayışının felsefi temellerini incelemeye, öne çıkan hususları dikkatinize sunmaya gayret ettim. Amacım, modern devlet kuramlarını ortaya koymaktı. Bu çerçevede, modern devlet kuramları üzerine kafa yoran düşünürlerden Niccolo Machiavelli, Jean Bodin, Thomas Hobbes, John Locke, Jean Jacques Rousseau ve Emmanuel Sieyes’in teorilerine ağırlık verilmiş, inceleme bu düşünürlerin eserleri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir.
Modern devlet anlayışı, on beşinci ve on altıncı yüzyıllarda ortaya çıkmış ve günümüze kadar gelmiştir. Modern devletleri geleneksel devletlerden ayıran en önemli özellik, onun sahip olduğu egemenlik ve meşruiyet anlayışıdır.
Modern öncesi dönemde devlet iktidarının Tanrı kaynaklı olduğuna ve bütün iktidarların Tanrıdan geldiğine inanılıyordu. Bu dönemde siyasal iktidarın-devletin meşruiyeti de dinsel, mitolojik ve geleneksel kaynaklara dayanıyordu.
Modern devlet anlayışına geçişle birlikte, devlet iktidarının toplum kaynaklı olduğu ve meşruiyetinin de toplum dinamikleri içerisinde aranması gerektiği fikri kabul görmeye başlamıştır. Böylelikle siyasal iktidarın kaynağı dünyevileşmiş ve meşruiyeti de rasyonel esaslar üzerine oturtulmuştur.
Yeniçağ ile birlikte, geleneksel devlet anlayışından modern devlet anlayışına geçiş yapılmıştır. Bununla birlikte bu geçiş, Avrupa’nın bu dönemde yaşadığı dönüşümle iç içe gerçekleşmiştir. Bu açıdan düşünüldüğünde, modern devlet anlayışı, belirli bir tarihi süreçte yaşanan ekonomik, siyasal ve toplumsal gelişmelerin bir sonucudur. Modern devlet anlayışı, Avrupa’nın bu dönemde yaşadığı felsefi dönüşümün devlet hayatına yansımasıdır da denilebilir.
İşte modern devlet anlayışının düşünsel temelleri, bu felsefi dönüşüm sırasında atılmıştır. Modern devlet kuramı, birkaç yüzyılı bulan bu değişim sürecinde yaşayan Niccolo Machiavelli, Jean Bodin, Thomas Hobbes, John Locke, Jean Jacques Rousseau ve Emmanuel Sieyes gibi düşünürlerin katkılarıyla oluşmuştur.
On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda ortaya çıkan ve günümüze kadar gelen modern devletlerin gelişim süreci, iki döneme ayrılarak incelenmektedir. Orta çağın sonlarında, burjuvazinin desteğini arkasına alan krallar; kilise ve feodaliteyi tasfiye etme gücüne kavuşmuştur. Böylece monarkların tek, mutlak ve bölünmez iktidar sahibi olarak tarih sahnesine çıkmaları modern devlet anlayışının ilk aşaması olarak kabul edilir. Bu aşama, Avrupa’da mutlak monarşilerin hâkim olduğu bir dönemi ifade etmektedir.
Niccolo Machiavelli, Jean Bodin ve Thomas Hobbes modern devlet teorisinin kurucuları olarak kabul edilmektedir. Bu üç düşünürün ortak yanı, siyasal iktidara-devlete dünyevi-laik bir temel biçmeleri ve bunu mutlak monarşiler bağlamında gerçekleştirmeyi savunmuş olmalarıdır. Bu üç düşünürden önce devlet iktidarının Tanrı kaynaklı olduğuna ve bütün iktidarların Tanrıdan geldiğine inanılıyordu. Machiavelli, Bodin ve Hobbes’un teorileriyle birlikte, devlet iktidarının toplum kaynaklı olduğu ve meşruiyetinin de toplumda aranması gerektiği fikri esas alınmaya başlanmıştır. Böylece egemenliğin kaynağı dünyevileşmiş ve meşruiyeti de rasyonelleşmiştir. Bu süreç ilk olarak Machiavelli’nin Tanrısallıktan arınmış laik-dünyevi bir siyasal iktidar-devlet kurgusuyla başlamıştır. Ardından Bodin egemenlik kavramını ortaya atmış ve egemenliğin temel niteliklerini (mutlak, bölünmez, devredilemez ve sürekli) tanımlamıştır. Hobbes da “Toplum Sözleşmesi” kuramını geliştirerek, modern devlet düşüncesinin yetkinleşmesini sağlamıştır.
Mutlak monarşiler, on altı ve on yedinci yüzyıllarda feodal düzenin siyasal birimlerini ortadan kaldırdığına göre; sonrasında monarkların da tarihi işlevlerini ve görevleri tamamladıkları yönünde görüşler ortaya atılır olmuştur. Aydınlanma döneminin laik ve akılcı doktrinleri ile yetişen dönemin düşünürleri de temel hak ve özgürlükleri, serbest piyasa ekonomisini, kuvvetler ayrılığını, devletin sınırlandırılmasını, parlamenter demokrasiyi, anayasacılığı, egemenliğin kaynağının halk-ulus olduğunu vb. savunarak yeni bir siyaset kuramının geliştirilmesine öncülük ettiler.
Bu düşünürlerden ilki John Locke’dur. Locke doğal haklar teorisini, serbest piyasa ekonomisini, kuvvetler ayrılığını, devletin yetkilerinin sınırlandırılmasını, toplum sözleşmesini ve direnme hakkını savunan metinler yazmıştır. “Yaşam, Özgürlük ve Mülkiyet Hakkı” üçlemesini öne çıkarmıştır. Böylece mutlakiyetçi görüşlere en ağır darbeyi indiren düşünür olarak ünlenmiştir. Meşruti demokrasinin temel fikirlerini tutarlı bir şekilde toparlayabilen ilk yazar olan ünlü İngiliz filozof Locke’un fikirleri, Fransız aydınlanmasının önde gelen birçok düşünürünün yanı sıra, ABD’nin kurucularını da kuvvetle etkilemiştir.
Ardından Rousseau, kendisinden önce Hobbes’un ve Locke’un öne çıkardığı öncü fikirleri etraflıca bir araya getirmiş ve “Sosyal Sözleşme” kuramı olarak ünlenmesini sağlamıştır. Egemenliğin kaynağını halka (vatandaşlar kitlesine) dayandırmayı yeğlemiştir. Halk egemenliği teorisini savunmuş, devletin meşruiyetinin demokratik temeller üzerine oturtulmasında öncü rol oynamıştır. Temsil sisteminin halk egemenliği anlayışına uygun düşmediğini öne sürmüş; egemenliğin bizzat yurttaşlar tarafından kullanılması gerektiğini vurgulamıştır. Rousseau’nun siyasi eserlerinde baskın olan tema, tutkuya varan bir eşitlik isteği ve aynı derecede heyecanla ifade edilen toplumun mevcut yapısının dayanılmaz derecede adaletsiz olduğu duygusu olmuştur. Mülkiyeti, yurttaş haklarının en kutsalı olarak tanımlamıştır.
Sieyes’in modern devlet anlayışına en önemli katkısı ise, “millet” kavramı ve “temsil” anlayışına açıklık getirmesi olmuştur. O, milleti kendisini oluşturan kişilerden ve onların iradelerinden ayrı; kendisine özgü bir kişiliği ve iradesi olan soyut bir bütün olarak ele almıştır. Sieyes, egemenliğin kaynağı olarak da bu soyut bütünü (milleti) göstermiştir. Bu şekilde Sieyes “milli egemenlik” teorisinin babası olarak kabul görmüştür. Sieyes, egemenliğin ancak millet adına hareket eden temsilciler vasıtasıyla kullanılabileceğini belirterek temsil mekanizmasını ortaya çıkarmıştır.
Avrupa’da mutlak monarşiler dönemi, 1789 Fransız Devrimi’ne kadar devam etmiştir. 1789 Fransız Devrimi’nden günümüze kadar geçen süreç, modern devlet anlayışının ikinci aşaması olarak kabul görmektedir. Bu aşamada krala ait olan egemenlik, ondan alınarak topluma verilmiş, böylelikle egemenliğin demokratik niteliği net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ayrıca, egemenin kullanabileceği yetkilerin sınırsız olarak değil de; belirli sınırlar dâhilinde kullanılabileceği biçiminde gelişmeler yaşanınca, mutlak egemenlikten farklı olarak ‘sınırlı egemenlik’ anlayışı ortaya çıkmıştır. Egemenliğin sınırlandırıldığı ve demokratik niteliklere kavuşturulduğu bu dönemin siyasal iktidar tipi, ulus-devlet tanımlamasıdır.
Daha önce üç bölümü yayınlanan bu yazı dizisiyle, modern devlet anlayışının felsefi temellerini incelemeye, öne çıkan hususları dikkatinize sunmaya gayret ettim. Amacım, modern devlet kuramlarını ortaya koymaktı. Bu çerçevede, modern devlet kuramları üzerine kafa yoran düşünürlerden Niccolo Machiavelli, Jean Bodin, Thomas Hobbes, John Locke, Jean Jacques Rousseau ve Emmanuel Sieyes’in teorilerine ağırlık verilmiş, inceleme bu düşünürlerin eserleri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir.
Belirli bir tarihi süreçte yaşanan ekonomik, siyasal ve toplumsal gelişmelerin yarattığı yeni ilişki ve gelişmelere uygun bir siyasal örgütlenme yaratma düşüncesinin sonucu olarak ortaya çıkan modern devlet anlayışı, günümüz devletlerini ve devletler arasındaki ilişkileri, uluslararası örgütleri daha iyi anlayabilmek adına hepimiz için temel teşkil ettiğini düşünüyorum.
Saygı dolu sevgiyle kalın.