Site İçi Arama

siyaset

Milletçe İnsanlığımızı Neden Kaybettik?

Siyasi liderler birbirine hakaret ediyor. TFF Başkanı kulüp başkanlarına bağırıyor. Kulüp başkanları hakemlere, Oyuncular birbirine vuruyor. Yollarda sürücüler birbirlerine parmak sallayıp kurşun sıkıyor, sokaklar çetelere arena olmuş. Bu gidişat ürkütmüyor mu?

İnsanlığını kaybeden toplumlar, zaman içinde ahlakını, milli ve manevi değerlerini de kaybederler. Buna en somut örnek; TBMM'de yaşanan olayı gösterebilirim. Partisi adına söz alan bir milletvekili, Gazze konusunda İsrail’le ticaretin devam ettiğini, iktidar partisinin politik tavrının samimiyetsiz olduğunu dile getirdi. Burada parti ismi vermeyeceğim, konuyu merak edenler araştırıp konunun detaylarını öğrenebilirler. Esasen, ülkenin yönetiminde en etkili makam olan TBMM’de bu milletin oylarıyla milletvekili koltuğunda oturan, bu milletten toplanan vergilerle maaşı ödenen insanların, milletvekili de onsa, ne kadar zıvanadan çıkabildiklerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu örnek üzerinden, hep birlikte bir parçası olduğumuz bu pervasız gidişin ülkemizi nerelere götürebileceğini bir kez daha sizlere anlatmayı kendime bir vazife addediyorum. 

Bu olayda, TBMM'de konuşmasını yapan hatip yerine oturacakken fenalaşıp düştü ve başını mermer merdivene çarptı. O haldeyken bile iktidar partisinin sıralarından milletvekilleri “Allah’ın gazabı işte böyle olur!” diye bağırıyorlardı. Siyasi nezaket, insani tavır nerede kaldı diye hayıflana duralım biz. Nitekim o milletvekilinin maalesef kaldırıldığı hastanede vefat ettiği haberini aldık. 

Biz böyle değildik sayın okurlarım. Biz sporu da sevgi ve barışın, dostluğun ve kardeşliğin ilacıdır diye bilirdik. Artık argonun, küfür ve şiddetin, yumruk ve tekmenin havada uçuştuğu mekanlara döndü stadyumlar. Hakemlerin hatalı kararlarına tepkinin boyutu böyle mi olmalıdır? Bir kulüp başkanı bunu yaparsa, yarın fanatik taraftarların taşkınlıkları daha büyük hasarlara yol açmaz mı? Gençlik yıllarımızda üzerimizdeki formaların rengi farklı bile olsa tribünde maçları rakip takımın taraftarlarıyla birlikte, yan yana oturarak izlerdik. Spor bir eğlenceydi bizim için. Biz böyle değildik arkadaş! 

Siyaset kutuplaştı, liderler birbirine bağırıyor, hakaret ediyor. TFF Başkanı kulüp başkanlarına” Yeteeeerr!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyor. Kulüp başkanları ise hakemlere tekme yumruk saldırıyor. Oyuncular birbirine acımasızca vuruyor. Yollarda sürücüler birbirlerine parmak sallayıp kurşun sıkıyor, sokaklar çetelere arena olmuş. Bu gidişat sizleri hiç ürkütmüyor mu gerçekten? 

Her geçen gün türeyen, sayıları gün be gün artmakta olan sözde fenomenler furyasına ne demeli?  Dün açlıktan nefesi kokarken birden zengin olan, parayı bulunca her türlü soytarılığı, görgüsüzlüğü, şımarıklığı bir marifetmiş gibi kusan sosyal medya beslemelerinin her biri kültürümüzün ve milli ahlakımızın kemirgenleri değil midirler? Bir bankanın müdiresi, bir ponzi aparatı olmuş insanları dolandırıyor. Ya onun ağına düşen anlı şanlı adamların köpüren iştahlarına, köşe dönme kolaycılıklarına, bir koy beş kazan şeytanlıklarına, bitmek bilmeyen para hırslarına, doyumsuz kazanç ihtiraslarına, dünya malına bunca tamahlarına şaşkınlıkla ve tiksinerek bakmıyor musunuz? Nereye savruluyor bu toplum! Bu yaşadığımız şeyin adı toplumca, sosyal çürümedir. İnanın geçmişte biz böyle değildik. Ne oldu bize? Beğenmediğiniz eski Türkiye’nin yerine koyduğunuz değerler bunlar mı olmalıydı? 

Hayranı olduğum, Tolstoy’un "İnsan Ne ile Yaşar" adlı kitabında, çiftçi Pahom’un hazin ve ibretlik öyküsü yer alır. Sıradan, kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gidip talebini iletir. Gerçekten de Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a “Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar dolaştığın bütün yerler senin, fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım” der. “Yoksa bütün hakkını kaybedersin!” 

Pahom, güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçmek istemez. Gönlü razı olmaz. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koşar, koşar, ama kesilir takati. Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken, Pahom’un burnundan kanlar damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya yaklaşmışken, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz. 

Reis olanları izlemektedir. Çok kereler şahit olduğu olay yeniden vuku bulmuştur. Adamlarına bir mezar kazdırır. Pahom’u bu mezara gömerler. Reis, Pahom’un mezarının başında durur ve şöyle der: “Bir insana işte bu kadar toprak yeter!” 

Mütemadiyen biriktirmek istiyoruz. Yiyemeyeceğimiz kadar erzak, giyemeyeceğimiz kadar kıyafet, kullanamayacağımız kadar eşya, oturamayacağımız kadar ev. Gözlerimiz midelerimizden, arzularımız ihtiyaçlarımızdan daha büyük. Ve insan yaşlandıkça besler, gençleştirir arzularını. Biriktirdikçe hayata olan bağlarını artırır. Öyle bağlanır ki hayata, bir gün bu diyardan göçüp gideceği fikri zamanla yitip gider aklından. Tüketmeye de çok meraklıdır insan. Biriktirdiği paranın, eşyanın, malın-mülkün yanında zaman tüketir, söz tüketir. Benlik biriktirirken, benliğini tüketir. 

Sofraya koyabildiğimiz bir bardak çayın, zeytine, ekmeğe ulaşabilmenin bir zenginlik olduğunu ne zaman fark edeceğiz? Doldurabildiği bir cüzdanı olmasa da, bir evi muhabbetle, kanaatle dolduran bir kadının, akşamları evine gelen, ekmek getiren, eline sağlık diyen bir erkeğin, zenginlik olduğunu ne zaman anlayacağız? Gören bir gözü, tutan bir eli, yürüyen bir ayağı satın alamayacak ve kaybedince tekrar sahip olamayacak kadar, aslında fakiriz hepimiz. Hayat nefes aldığımız kadardır, gerçek olan güzellikler yaşandıkça anlaşılır. Hayat sadece yasadığın gün kadardır. Yaşanmamışlar ise sadece bir hayaldir. 

Saygı dolu sevgiyle

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 03.01.2024
  • Süre : 3 dk
  • 965 kez okundu

Google Ads