Site İçi Arama

siyaset

“Terörsüz Türkiye” Stratejisinden Beklenen Nedir? (Çağdaş bir Demokratikleşme mi? Adım Adım Federasyon mu?)

Bu makalede, “PKK 12. Kongre Divani açıklaması” adıyla kamuoyuna açıklanan bildiriye ilişkin görüş ve değerlendirmeleri içermekte, Türk Milletinin dikkatinden kaçmaması gereken hususlara gerekçeleriyle birlikte yer verilmektedir.

Siyasi İktidar tarafından “Terörsüz Türkiye” hedefi, PKK terör örgütünün kendini feshederek silah bırakmasını sağlamak olarak ifade edilmiştir. Bu bağlamda, DEM Parti heyetinin diğer bileşenler ile yürütmüş oldukları süreç içerisinde, bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan, 27 Şubat 2025 tarihinde PKK’nın Kandil’deki yönetici kadrosuna PKK’nın fesih ve silah bırakma çağrısını yapmıştır.

Bu gelişmelerin ardından 10 Nisan 2025 tarihinde DEM Parti heyeti ile Cumhurbaşkanı arasında Beştepe’de bir görüşme gerçekleştirilmiştir. Cumhurbaşkanı ile yapılan görüşmenin ardından gözler kulaklar Kandil’e çevrilmiş ve oradan gelecek haber beklenmeye başlanmıştır. Nitekim PKK, 12’nci kongresini 05-07 Mayıs 2025 tarihlerinde toplamış ve alınan kararları 12 Mayıs 2025 tarihinde kamuoyuna açıklamıştır. Açıklanan bildirinin ideolojik örgüt diliyle yazıldığı ilk bakışta göze çarpan belirgin husustur. Bunun yanında, PKK’nın “Terörsüz Türkiye” hedefinden beklediği sonucun, silah bırakma ve fesih karşılığında adım adım federalizme giden bir süreç inşa etme ve bunun doğal sonucu olarak da federal bir devlet yapılanması olduğu anlaşılmaktadır.

PKK’nın bu beklentisine karşı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yapması gereken, Anayasamızın ilk dört maddesi, 42 ve 66’ncı maddelerini tartışma konusu yapmadan; Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı yolda gösterdiği hedefe, etnisiteden arındırılmış milli birlik ve beraberlik duygusu ve zamanın ruhuna uygun çağdaş demokratikleşme ve laik hukuk devleti olma iradesini ortaya koyması ve bunu gerçekleştirmesidir.

“Terörsüz Türkiye” hedefi, siyasi iktidarın bileşenleri olarak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından planlanıp koordine edilmiş ve 22 Ekim 2024 tarihinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin TBMM Grup konuşması ile kamuoyu gündemine getirilmiştir.

“Terörsüz Türkiye” hedefi doğrultusunda amaç, PKK terör örgütünün kendini fesih ederek silah bırakmasını sağlamak olarak ifade edilmiştir. Bu amaç doğrultusunda İmralı’da hükümlü bulunan bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan doğrudan muhatap alınmış ve sürecin onun tarafından yürütülmesi, siyasi iktidar tarafından kabul edilmiştir. Bu maksatla, süreci yürütecek taraflar, İmralı’da hükümlü bulunan bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM), Kandil’de bulunan PKK yönetimi ve siyasi iktidarın bileşenleri olarak belirlenmiştir. Bu kapsamda, DEM Partiden Sırrı Süreyya Önder (geçirdiği kalp rahatsızlığı nedeniyle 03 Mayıs 2025 tarihinde vefat etmiştir.), Pervin Buldan (DEM Parti Van Milletvekili) ve Ahmet Türk’ten (yerine kayyım atanan Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı) oluşan bir heyet oluşturulmuştur.

DEM Parti heyetinin diğer bileşenler ile yürütmüş oldukları süreç içerisinde, bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan 27 Şubat 2025 tarihinde PKK’nın Kandil’deki yönetici kadrosuna PKK’nın fesih ve silah bırakma çağrısını yapmıştır. Bu gelişmelerin ardından 10 Nisan 2025 tarihinde DEM Parti heyeti ile Cumhurbaşkanı arasında Beştepe’de bir görüşme gerçekleştirilmiştir. Bu görüşmede, sürecin geldiği nokta ve bundan sonra neler yapılacağı, iktidarın neler yapması (hukuki düzenlemeler olarak) gerektiği konularının görüşüldüğü ve sürecin geldiği noktada mutabık ve uzlaşma içinde oldukları kamuoyuna yapılan açıklamalardan anlaşılmıştır. Bu süreç boyunca, DEM Parti heyeti başta ana muhalefet partisi olmak üzere diğer siyasi partileri de sürecin gelişmeleri konusunda bilgilendirme görüşmeleri yapmıştır (İYİ Parti ve Zafer Partisi başta olmak üzere diğer bazı partiler bu görüşme taleplerini geri çevirmişlerdir).

Yukarıda kısaca özetlenen süreç sonucunda, PKK 12’nci kongresini 05-07 Mayıs 2025 tarihlerinde toplamış ve alınan kararları 12 Mayıs 2025 tarihinde kamuoyuna açıklamıştır. Açıklanan metin, süreci koşulsuz destekleyenleri (iktidar ne derse ne yaparsa doğrudur diyen kesim ) memnun ederken, Anayasamızın ilk dört maddesi, 42 ve 66’ncı maddelerinin tartışma konusu yapılamayacağı hassasiyeti olan büyük bir kesimi rahatsız etmiştir. Gerçekten de açıklanan metin, “galip gelen bir devletin mağlup olan tarafa dayatabileceği” koşullar ve suçlamalar içeren nitelikte olmuştur.

Söz konusu açıklamayı ayrıntılı olarak değerlendirmeye geçmeden önce: öncelikle belirtmek isterim ki  “Terörsüz Türkiye” hedefi ve bu kapsamda PKK’nın kendisini feshetmesi ve silah bırakma kararı almasının sağlanması memnuniyet verici olumlu bir gelişmedir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yurttaşları ve bir insan olarak, şiddetin kalıcı olarak son bulduğu, terörsüz bir Türkiye terörsüz bir Ortadoğu ve terörsüz bir dünya isteğinin hepimizin ortak paydası olduğuna kuşku yoktur. Önemli olanın, sağlanacak barış kardeşlik eşitlik ve hoşgörü ortamının, adil ve hakkaniyete dayalı, tarihsel gerçekleri saptırmadan ve yalanlar üzerine inşa edilmeden yapılmış olmasıdır.

Devam eden paragraflarda, maddeler halinde, “PKK 12. Kongre Divani açıklaması” adıyla kamuoyuna açıklanan bildiriye ilişkin görüş ve değerlendirmelerimi, yurtsever bir yurttaş ve erdemli bir insan duyarlığı içinde açıklamaya çalışacağım.

1. Her şeyden önce, söz konusu açıklamanın, ideolojik örgüt diliyle kaleme alındığını ve kendi ideolojik varlığını haklı göstermek çabası taşıdığını belirtmek istiyorum.

2. İmralı’da hükümlü bulunan bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın önderliğine vurgu yapılarak, örgüt disiplini göstermeye çalışılmaktadır. Bu kapsamda, PKK'nın örgütsel yapısının feshedilip silahlı mücadele yönteminin sonlandırılması kararının uygulanması sürecinin Abdullah Öcalan (tutukluluk hali değişecek bu durumda sanırım, nasıl bir pazarlık yapıldıysa? Umut hakkı mı? Ev hapsi mi adada villa yaşamı mı bilemiyorum! ) tarafından yönetileceği belirtilmektedir. Ayrıca burada, ana çatı örgüt olan KCK Devlet Yapılanması örgütünün (Kürdistan Topluluklar Birliği)  sadece Türkiye üzerinde faaliyet gösteren PKK adlı kolunun terör ve bağlantılı faaliyetlerinin sonlandırıldığı vurgulanmaktadır (PKK silahlı terör örgütü mevcut durumda etkisizleştirilmiş ve fiilen yok hükmündedir, dolayısıyla fiilen yok olmuş bir örgüt ile pazarlık yapılıp muhatap alınması siyasi iktidarı kullanan kişilerin ayrı bir çelişkisi olmaktadır.).

Yani KCK yapılanması içindeki diğer yapılanmaların PYD/YPG (Suriye), PÇDK (Irak), PJAK (İran) faaliyetlerine devam edeceği anlaşılmaktadır. Bir anlamda, açıklanan bu bildiri ile bu terörist yapılanmaların Türkiye nezdinde meşruiyeti sağlanmaktadır.

3. Kendisini bir özgürlük hareketi gibi tanımlama gayretiyle "... Kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı..." demek suretiyle hem tarihsel gerçekleri bilmediklerini hem de kendilerine olmayan bir tarihsel varoluş yaratma çabası göstermektedirler.

Ne Lozan Barış Antlaşması'nda ne de 1924 Anayasası'nda Kürt inkâr ve imha siyaseti söz konusu değildir. Bu konuda tarihsel gerçeği saptırma yolunu seçmektedirler. Bu tarihsel gerçeğin saptırılması asla ve asla kabul edilemez, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ve tüm siyasi partilerin bunun kabul edilemez olduğunu açık olarak ilan etmesi ve kamuoyu ile paylaşması gerekmektedir. Aksi taktirde, ileride bu konuda ülkemiz adına, uluslararası baskı tazminat yargılama vb olayların muhatabı olmak olasılığı/tehlikesi vardır.

4. Terör örgütü PKK, bildirisinde bunları söylerken, kurucusu Abdullah Öcalan'ın, 1960'li yılların sonlarından itibaren ve 1970'li yıllarda MİT elemanı olarak çalıştığını göz ardı edip yok saymaktadır. Yani kurucuları sözde özgürlük savaşçısı Abdullah Öcalan, 1968 gençlik hareketleri ve üniversite olayları sürecinden başlayarak 1978 sonuna kadar MİT'in bir elemanı, muhbiri provokatörü olarak kullanılmış ve aydınlanmacı özgürlükçü gençlik hareketlerinin karşısında ajan provokatör pozisyonu almıştır. Herkes bilir ki bu tür gerçeklerin saklanması olanaksız bir olgudur. Dolayısıyla, ajan provokatör birinden özgürlük savaşçısı çıkmaz, olsa olsa bir başka istihbarat örgütünün emrine girer, onun ajan provokatörü olarak ona hizmet eder. Yani sahibi kim olursa onun için çalışır.

İşte tam bu noktada, CIA ve onun yönlendirmesiyle MİT tarafından, ülkemizdeki Marksist Leninist sol düşünce akımlarını bölüp parçalayıp etkisizleştirmek amacıyla etnisite kaynaklı Marksist Leninist ve Maoist fraksiyonlar (KAWA, DDKD, PKK) kurulmuştur; Marksist Leninist ideolojide etnik temelli mücadelenin söz konusu olmamasına rağmen bu çelişkiyi kabullenmiş ve bunun hizmetkârı olmuşlardır. Çünkü ABD için en büyük tehdit olan SSCB'nin çevrelenmesi ve bu amaçla Türkiye'de sosyalist, Kemalist sol düşüncenin iktidara gelmesinin engellenmesi bir zorunluluktu. (ABD, bu amaçla sol düşünceyi bu şekilde bölüp parçalarken, 1960'li yılların ikinci yarısından itibaren de milliyetçi Türkçü ülkücü kesimi İslamcı anlayışa yani Türk-İslam sentezi ideolojisi içine sokmayı başarmıştır, burada da ne yazık ki Alparslan Türkeş bu sürecin yerli aktörü olmuştur.)

5. Terör örgütü PKK'nın 27 Kasım 1978 tarihinde kuruluşunun temelinde yukarıda açıklanan ABD amacı vardır. ABD bu amaçla PKK'yı kurdurmuştur. Ama hemen akabinde ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere Başbakanı Margaret Theatcher önderliğinde dünyaya dayatılan küreselleşme yeni liberalizm ve bu yeni dünya düzeninin gerçekleşmesi yolunda Ulus Devletlerin varlığı tehdit olarak kabul edilmiş, Ulus devletler içindeki etnik ayrılıkların körüklenerek ulus devletlerin parçalanması küçük devletçiklere ayrıştırılması strateji olarak kabul edilip uygulanmıştır (Yugoslavya, Çekoslovakya, Irak, hâlen BOP ve GOP olarak devam ettirilmektedir).

Bu maksatla düşünsel akım olarak da "Postmodernizm" kavramını düşünsel akademik toplumsal alanın içine eş zamanlı koymuşlardır. İşte PKK'nın kuruluş maksadı ve hamisinin kim olduğu apaçık ortada dururken, Türkiye Cumhuriyeti'ne ihanet ederek, tarihsel gerçekliği saptırarak kendisini sözde özgürlük savaşçısı gibi göstermesi asla kabul edilemez bir durumdur. Burada son olarak iki hususu belirtmek istiyorum: Bunlardan birincisi, ABD ve TSK komuta kademesinin işbirliği ve ortaklık içinde yapmış oldukları 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında PKK'ya hiç dokunulmamış olması, Abdullah Öcalan, Duran Kalkan ve yanlarındaki birkaç kişiyle Gaziantep il sınırından Suriye'ye kaçışlarının nasıl ve kimler tarafından organize edilmiş olabileceği hususudur. İkincisi ise, ABD’nin ulus devletler içindeki etnik ayrılıkların körüklenerek ulus devletlerin parçalanması stratejisini, darbe sonrası sıkıyönetim koşullarında askeri yönetimin yapacağı baskı uygulamalarıyla olgunlaştırıp ardından sivil yönetime geçilince de PKK’nın güya haklı gerekçeleri varmış gibi Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı Kürt kökenli yurttaşlarımızın sözde savunucusu olarak terörist eylemlerde bulunmasının önünü açmış, desteklemiş ve korumuş olmasıdır.

Çünkü, 15 Ağustos 1984 tarihinde Siirt ili Eruh ilçesi ve Hakkâri ili Şemdinli ilçelerinde yapılan ilk terörist eylemleri ve sonrasında “Kürt halkına Kürt oldukları için eziyet” edildiğine dair söylemlerinin en büyük dayanağı olarak, askeri darbe sonrasında Diyarbakır Cezaevinde tutuklu ve hükümlü olanlara yapılan uygulamalar olarak dile getirilmiş ve terör eylemleri boyunca bunu temel kanıt olarak kullanmışlardır. Bu konuda gazeteci Hasan Cemal’in yazmış olduğu “Kürtler” isimli kitap da en büyük başvuru kaynakları olmuştur.

Şimdi burada, ABD’nin stratejik planlaması, PKK’nın kuruluşu, 12 Eylül 1980 askeri darbesi, darbenin sıkıyönetim koşullarında yapmış olduğu uygulamalar ve PKK’nın terör eylemlerine başlaması konularında gerek kronolojik akış gerekse neden sonuç ilişkisi kurduğumuzda her şey çok daha açık olarak görülmektedir. Bu gerçek de PKK’nın ABD’nin stratejik çıkarları doğrultusunda kurulan taşeron bir terör örgütü olduğudur. Bu dönemde (06 Kasım 1983 - 17 Nisan 1993), Turgut Özal’ın başbakan olduğunu ve 15 Ağustos 1984 tarihinde Siirt ili Eruh ilçesi ve Hakkâri ili Şemdinli ilçelerinde yapılan ilk terörist eylemleri hafife alıp ardındaki asıl amacı görmek yerine belki de görmek istemeyerek “üç beş çapulcunun yaptığı bir olay” olarak değerlendirerek terör örgütü ve eylemlerine karşı devletin gerekli örgütlenme ve organizasyonunu geciktirmiş olmasını unutmamak gerekir. Özal’ın bu yaklaşımı, terör örgütünün korkutma politikası ile bölge halkı nezdinde taraftar bulmasının yolunu açmıştır. Çünkü bütün halk topluluklarında olmakla birlikte Ortadoğu halk topluluklarında daha belirgin bir sosyolojik özellik olan “güçlünün yanında yer almak, güçlü olana itaat etmek” davranışı belirgin olarak ortaya çıkmıştır. Tüm bu yaşananları, ABD ve Turgut Özal arasındaki birliktelik çerçevesinde değerlendirdiğimizde, hiçbir şeyin tesadüf olmadığı daha açık olarak görülmektedir.  

Özetle PKK, açıklamada belirtildiği gibi öyle 1923'lere uzatılan bir özgürlük hareketi falan değil ABD'nin dünya egemenliği amacıyla kurdurulan beslenen büyütülen yüzlerce taşeron terörist yapılanmalardan biridir. Zaten bu gerçeği, 15 Ağustos  1984'ten bugüne kadar PKK'nın yapmış olduğu terörist eylemler (bebeklerin, masum sivil insanların, silahsız askerlerin, öğretmenlerin, sağlık çalışanlarının, uğrunda özgürlük mücadelesi verdiğini iddia ettiği Kürt yurttaşların acımasız şekilde köy mezra baskınları ile bebek kadın demeden öldürüldüğü eylemler) çok açık olarak kanıtlamaktadır.

6. Bildiride, "... 1978'den başlayarak yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle Kürt varlığını kabul ettirmeyi ve Kürt sorununun Türkiye'nin temel realitesi olarak görülmesini esas aldı...1990'li yılların koşullarında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın Kürt sorununu siyaset yoluyla çözme arayışı gelişti..." diyerek terör örgütü olduğu gerçeğini unutarak ABD'nin küreselleşme ve Ulus Devletlerin parçalanması stratejisinin bir maşası olduğunu görmezden gelmektedir. Takdirle bahsettiği Turgut Özal'ın, askeri darbenin muhatabı olan hükümetin başbakanlık müsteşarı olduğu, 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarının (işçi emekçi ve ücretli kesimleri yokluğa mahkûm eden acı reçetenin mimarı) planlayıcısı ve uygulayıcısı olduğu ve buna rağmen darbe sonrasında kurulan darbe hükümetinde tüm ekonomi programının yürütülmesinden sorumlu başbakan yardımcısı olarak kabinede yer aldığını ve tüm bunları ABD'nin yaptırdığını, ardından da sivil siyasete dönülünce (06 Kasım 1983 seçimleri) Özal'ın partisinin birinci parti olması ve Özal'ın başbakan olmasının ardında hep ABD desteğinin olduğunu tespit etmek gerekir.

İşte bu Özal, ABD'nin Ulus Devletlerin parçalanması stratejisinin, Türkiye üzerinde uygulanmasının ana figürü olmuştur. Cumhurbaşkanı (09 Kasım 1989) olunca da ABD'nin Ulus Devletlerin parçalanması stratejisinin Irak projesinde aktif rol almak istemiş ancak Genelkurmay Başkanlığı ve MGK bu siyasete dur demiştir; komşu bir ülkenin dış askeri müdahale ile parçalanmasına işgal edilmesine ortak olmak istememiştir. Irak'a yapılan o askeri müdahale sonrasında, Irak parçalanma sürecine girmiş, 36'nci paralelin kuzeyi Irak egemenlik alanından çıkarılıp çekiç güç kontrolüne verilmiştir. Irak ordusunun bölgede kalan ağır silahları ve askerî ağırlıkları PKK kontrolüne geçmiş ve bu bölgede çekiç güç eliyle PKK eğitilip donatılıp kullanılmıştır. Çekiç Güç’ün, terör örgütünü lojistik istihbarat ve harekât yönünden destekleyen faaliyetlerini tespit eden ve bunu önlemek için plan program yapan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis (kendisi Kürt kökenlidir) 17 Şubat 1993 tarihinde uçağının düşmesi/düşürülmesi sonucunda şehit olmuştur.

1990’lı yıllar, Türkiye Cumhuriyeti’nin etnisite temelinde (hem ırksal hem de dinsel olarak) ayrıştırıldığı; Laik demokratik sosyal bir hukuk devleti, Üniter Devlet, tam bağımsız antiemperyalist duruş, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan aydınların, İslam dinine farklı bakış açısıyla yaklaşan laik ilahiyatçı düşünürlerin, devlet içinde önemli görevler üstlenmiş asker sivil bürokratların,  önemli iş insanlarının, farklı dünya görüşüne sahip gazeteci ve yazarların faili meçhul suikastlar sonucu öldürüldüğü karanlık yıllar olmuştur.

Bu suikastlar ile hem toplumun birlikte yaşama iradesi sarsılmaya çalışılmış hem de farklı dünya görüşüne sahip yazar gazeteci iş insanı, asker sivil bürokratlar ve akademisyenlerin hedef seçilmesi ile toplum ve devlet kaos ve kargaşa içine sürüklenmeye çalışılmıştır. Bir anlamda askeri literatürde, “muharebe sahasının şekillendirilmesi” kavramı gerçekleştirilmiştir. Şekillendirilen “muharebe sahası”

Türkiye, yapılacak harekât türü ise ABD’nin Türk Ulus Devletini parçalayıp Türk-İslam sentezine dayalı ılımlı İslam devletine dönüştürmek ve bu yolla siyasal İslam’ı iktidar yapmak denemesi olmuştur. Burada, Türk-İslam sentezi anlayışının, 12 Eylül askeri darbesinin hemen ardından Milli Güvenlik Konseyi tarafından yürürlüğe konan politika olduğunu da belirtmekte yarar vardır. Yani hiçbir şeyin tesadüf olmadığı gibi uzun vadeli, ayrıntılı bir plan, proje ürünü olduğunu unutmamak gerekir.

Bu suikastların belli başlı olanları: 31 Ocak 1990 tarihinde Atatürkçü Düşünce Derneği kurucusu ve eski milletvekili hukuk profesörü Muammer Aksoy’un evinin önünde silahlı saldırı sonucu, 07 Mart 1990 tarihinde Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’in evinin önünde vurularak, 04 Eylül 1990 tarihinde İslam’ı eleştiren ve ateizmi savunan din adamı Turan Dursun’un evinin önünde vurularak, 06 Ekim 1990 tarihinde ilahiyatçı akademisyen Bahriye Üçok’un evine gönderilen bombalı bir paketin patlatılmasıyla, 07 Nisan 1991 tarihinde Emekli Orgeneral Memduh Ünlütürk’ün evinde vurularak, 29 Temmuz 1992 tarihinde eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Kemal Kayacan’ın evinde vurularak, 1992 yılında Kürt asıllı yazar Musa Anter’in suikast sonucu, 13 Ocak 1993 tarihinde Kürt asıllı sendikacı Zübeyir Akkoç’un, 24 Ocak 1993 tarihinde araştırmacı Kemalist yurtsever gazeteci Uğur Mumcu’nun aracına konulan bombanın patlatılması sonucu, 02 Temmuz 1993’te Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Otelinin radikal İslamcı bir grup tarafından yakılması ve çoğunluğu alevi olan 33 yazar ozan düşünürün yakılarak öldürülmesi (iki otel görevlisi de yanarak can vermiştir), 04 Kasım 1993 tarihinde JİTEM Komutanı Binbaşı Cem Ersever’in, 11 Ocak 1995 tarihinde yazar şair Onat Kutlar’ın bir otele düzenlenen bombalı saldırı sonucu, 08 Ocak 1996 tarihinde sol görüşlü gazeteci Metin Göktepe’nin, Türk polisi tarafından dövülmesi sonucu (polis cinayetten hüküm giymiştir), 09 Ocak 1996 tarihinde iş insanı Özdemir Sabancı’nın ofisinde silahlı saldırı sonucu, 21 Ekim 1999 tarihinde Kemalist yurtsever, araştırmacı yazar gazeteci akademisyen, Eski Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı’nın aracına konulan bombanın patlatılması sonucu, 24 Ocak 2001 tarihinde Diyarbakır İl Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan’ın, Uğur Mumcu anma etkinliği için valiliğe giderken yolda kurulan pusu ve silahlı saldırı sonucunda öldürülmesidir.

İşte PKK bu süreçte, çekiç güç eliyle teçhiz edilerek ABD'nin ülkemiz üzerindeki amaçları doğrultusunda maşa olarak eylemlerde bulundu, bu eylemlerde de en çok adına özgürlük mücadelesi verdiğini iddia ettiği Kürt kökenli yurttaşlarımıza zarar verdi. PKK'nın bu terör eylemleri 1998 yılına geldiğimizde güvenlik kuvvetleri tarafından etkisizleştirildi ve tükenme noktasına getirildi.

Türk Ordusu tarafından sahada teröriste karşı kazanılan başarı, bölge ülkeleri üzerinde yürütülen diplomasi ile siyasi başarıya dönüştürüldü ve bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan ne Suriye'de ne Rusya'da ne İtalya'da ne Yunanistan'da ne Kenya'da barınamaz duruma getirildi ve hamisi ABD tarafından paketlenip Türkiye Cumhuriyeti’nin şefkatli kollarına teslim edilmek zorunda kaldı.

Bu süreçte, PKK yöneticilerinin, "bu kadar ülke bizi maşa olarak kullandı, yıllardır dağda taşta ölüm korkusuyla yaşıyoruz, onların çıkarları için canımızı hiçe sayıyoruz buna rağmen liderimizi ülkelerinde barındırmıyorlar, oradan oraya savurup sonra da bizi çatışmaya sürükledikleri Türkiye Cumhuriyeti’ne teslim ediyorlar. Neden bunu yaptılar? Biz yanlış mı yapıyoruz?" sorusunu kendilerine sormaları gerekmektedir.

Sürecin ve gerçeklerin bu olmasına rağmen bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999 tarihinde Kenya’da teslim edilmesini uluslararası komplo diyerek kendilerine pay çıkarma çabaları beyhude çabalardır.

PKK bir terör örgütüdür ve Kürt/Türk altmış bine yakın insanımızın ölümüne/şehit olmasına sebep olmuş, bir o kadarının yaralanmasına/gazi olmasına sebep olmuştur. Yüz binlerce Kürt kökenli yurttaşımızın, doğup büyüdüğü köyünü toprağını bırakıp batı bölgesindeki illere göç etmesine sebep olmuştur. PKK'nın yarattığı güvenlik endişesi ve buna karşı güvenliği sağlamak isteyen devlet güçlerinin bazı uygulamaları da bu göç olayına kısmi etkide bulunmuştur. Ama burada sorunun kaynağı PKK ve onun terör eylemleri nedeniyle bölge halkı üzerinde yaratmış olduğu güvenlik endişesidir.

7. Söz konusu bildiride, "... Apo, Kürt-Türk ilişkilerinin sorunsallaştığı Lozan Antlaşması'nın ve 1924 Anayasası’nın öncesini referans alarak, ortak vatan ve Kürt-Türk halklarının kurucu öge olduğu demokratik Türkiye Cumhuriyeti perspektifini ve demokratik ulus anlayışını çözüm çerçevesi olarak benimsedi..." ifadesiyle Türkiye Cumhuriyetini yok sayan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerindeki adem-i merkeziyetçi özerk bölgeler içeren idari yapılanmasına atıfta bulunarak federasyon talebini üstü örtülü olarak ortaya koymaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin böyle bir maddeyi asla kabul etmemesi gerekir, üstünü çizip yok hükmüne düşürmesi gerekir. Böyle bir aymazlık olabilir mi? Hapiste ömür boyu hapis cezası almış bölücü örgüt lideri, devletimizin kuruluşunu yok sayıp eskiye dönülmesini istiyor, olacak şey değil. Bunları söyleyen biri, her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı bilmiyor demektir, okumamış demektir; Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesini bilmiyor ve bilmek istemiyor demektir, daha doğrusu yok sayıyor ve yeni devlet kurma sapkınlığı yaşıyor demektir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası madde 66'da "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür" demektedir; yine Mustafa Kemal Atatürk, "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" demektedir. İkisini birlikte düşündüğümüzde: gönüllü aidiyete dayalı, etnisiteden arındırılmış, ortak ve eşit yurttaşlık temelinde bir millet tanımı yapılmış ve üst kimlik olarak da Türk milleti kabul edilmiştir (bütün çağdaş devletlerde olduğu gibi).

8. Anayasamızın başlangıç hükümleri ve ilk dört maddesindeki esasları incelediğimizde, bütün yurttaşlarımızın eşit yurttaşlar olduğu açık olarak görülmektedir. Bunun böyle olduğu, 102 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca, gerek kamuda gerek özel alanda ve mesleki yaşam süreçlerinde hiçbir etnik kökene farklı davranılmadığı; yurttaş olan her bireyin, istediği alanda yetenek ve olanakları çerçevesinde istediği makam görev mesleklere sahip olabildiğini bu konuda nesnel bir fırsat eşitliğinin (kişi ve ailelerin ekonomik olanakları farklılık yaratabilir) olduğunu açık olarak göstermektedir. Örneğin Kürt kökenli yurttaşlarımızdan: Turgut Özal Cumhurbaşkanı olabilmiştir, Eşref Bitlis orgeneral olabilmiştir, Şerafettin Elçi, Abdulkadir Aksu, Muammer Güler, Zafer Çağlayan bakan olabilmiştir, hâlen bu süreçte rol alan Ahmet Türk 70'li yıllardan beri milletvekili olarak mecliste bulunabilmiştir. Özetle, Türkiye Cumhuriyeti'nde hiçbir yurttaşımıza etnik kökeninden dolayı hiçbir negatif ayrımcılık yapılmamıştır. Son 50 yıllık TBMM üyeliğine seçilen milletvekillerinin yarıya yakını Kürt kökenli yurttaşlarımızdan oluşmuştur; şu anki TBMM üyelerinin yaklaşık yarısı Kürt kökenli yurttaşlarımızdan oluşmaktadır.

9. Çok partili siyasal yaşama geçildiği 1946 yılından beri özellikle 1950 seçimleri ile tüm yurttaşlarımız seçme ve seçilme hakkına sahip olarak siyasal temsilde rol almışlardır. Siirt'e Aydın'dan biri vekil yapılmamıştır (son 25 yıl yani AKP dönemi hariç), belediye başkanı yapılmamıştır. 1961 Anayasası ile de nisbi temsil sistemi getirilmiş ve her seçim bölgesinde insanların farklı tercihleri seçim sonuçlarını belirlemiş ve temsilde adalet güçlendirilmiştir, tıpkı bugün olduğu gibi. Tüm bu gerçekler ortadayken, Kürtler eşit yurttaş değildi demek tam anlamıyla kendini bilmezliktir, kendini inkâr etmektir.

Elbette devletin milletin bekası uğruna, zaman zaman yanlış uygulamalar olmuştur. Biliyoruz ki, mevcut yasal mevzuata göre suç işleyenler hukuk önünde yargılanıp işledikleri suçun karşılığı olan ceza uygulamasıyla karşılaşmışlardır. Çünkü hiç kimsenin suç işleme ayrıcalığı olmadığı gibi etnik kimliğinden dolayı da kimseye farklı davranılamaz, pozitif veya negatif ayrımcılık yapılamaz. Ama bu yanlış uygulamalar sadece Kürt kökenli yurttaşlarımıza değil kökenine bakılmaksızın konjonktürel olarak farklı etnik kökenli yurttaşlarımıza hatta daha çok da Türk kökenli yurttaşlarımıza karşı yapılmıştır. Bu gerçeği gözlerden uzak tutamayız, tutmamalıyız. Niyazi Berkes, Behice Boran, Hasan Ali Yücel, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Fakir Baykurt, Rıfat Ilgaz, Ahmed Arif, Yılmaz Güney, Nazım Hikmet, Cem Karaca, Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya... Bu güzel insanları birbirinden ayırt edebilir miyiz? Edemeyiz doğal olarak, hepsi bizim insanımız bizim değerimiz. Ama hepsi farklı zorluklar baskılar gördüler farklı dönemlerde!

10. Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının da kendi öncülleri ve özgürlük savaşının bir parçası olduğunu "…cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen Kürt isyanları, 1000 yıllık tarihi Kürt-Türk ilişki diyalektiği ve 52 yıllık önderlik mücadelesi Kürt sorununun ancak ortak vatan ve eşit yurttaşlık temelinde çözülmesinin kazandıracağını göstermiştir..." cümleleri ile söylemeye çalışmaktadırlar. Her şeyden önce şunu vurgulamak gerekir ki Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının sonuncusu Dersim isyanıdır ve tarihi 1937-1938'dir. Bu tarihten 1984'deki PKK'nın Eruh/Şemdinli baskınına kadar hiçbir isyan söz konusu olmamıştır.

Dersim isyanı ve öncesindeki isyanların tamamının özünde, feodal beylerin feodal güç ve nüfuzlarını merkezî devlet otoritesine devretmekten kaçınmaları daha doğrusu feodal yapının devamlılığını isteme amacı yatmaktadır.

Çünkü kulluktan eşit yurttaşlığa geçen insanlarımızın, feodal yapının eşitsizlikleri ve yaratmış olduğu feodal kulluktan da kurtarılması gerekmektedir. Genç Türkiye Cumhuriyeti bu amaçla memleketin her karış toprağında köyünde kasabasında ilçesinde ilinde devlet otoritesini tesis edip cumhuriyet nimetleri ile yurttaşları buluşturma çabası içindedir. İşte bu çaba, feodal beylerin varlıkları ve nüfuzlarını sürdürmek konusunda tehdit oluşturduğu için bu feodal beylerin birlikte veya bölgesel olarak devlete karşı isyan etmelerine sebep olmuştur. Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının özü budur.

Ayrıca, bu isyanlardan en büyük ikisi dış bağlantılıdır. Birincisi, 13 Şubat 1925 tarihinde Piran köyünde başlayan Şeyh Sait İsyanı, tam da İngiltere ile Musul Kerkük sorununun çözüm görüşmeleri sırasında olmuştur. Türkiye'nin kendi içindeki isyanla uğraşıp Musul Kerkük konusunda etkisiz kalmasını sağlamak, İngiltere’nin “Türkiye kendi içindeki Kürt yurttaşlarının rızasını alamamış onları idare etmekten acizken Musul Kerkük’teki Kürtleri nasıl idare edebilecektir” söylemine dayanak oluşturmak amacıyla çıkarılmış bir isyandır.

İkincisi Dersim İsyanı 1937-1938 yıllarında olmuştur. Bu isyanda da Fransa ile Hatay sorunu vardır. Fransa Suriye'deki mandaterligini sonlandırmış ve Hatay’ın durumu belirsizliğe girmiştir. Hatay'ın bir oldubitti ile Suriye'ye katılmasını sağlamak için Dersim isyanı çıkarılmıştır. Maksat yine aynıdır, Türkiye'yi içindeki isyan ile uğraştırarak Hatay ile ilgilenmesini önlemek ve Hatay’ın Suriye’ye katılmasını sağlamaktır. 1938'den  bugüne kadar hiç Kürt isyanı çıkmamasının gösterdiği bir gerçek vardır ki o da şudur: tüm Kürt isyanları, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında egemenlik arayışı ve çıkarı olan devletlerin desteği ve kışkırtmasıyla çıkmıştır.

Diğer küçük ölçekli yerel isyanlar ise cumhuriyet değerlerini ve merkezi devlet otoritesini tesis edip feodal yapı ve halk üzerindeki feodal otoritenin ortadan kaldırılmasına karşı çıkan feodal beylerin isyanı sonucunda olmuştur. Bu kışkırtma ve destek, o emperyalist devletlerin Türkiye'ye ihtiyaçları olmadığını düşündükleri öngördükleri zamanlarda yapılmıştır. Diğer zamanlarda yapılmamıştır. Örneğin, savaş yılları bu isyanlar için en uygun zamanlardır; ancak ne tesadüf ki 1939-1945 İkinci Dünya Savaşı yıllarında hiç isyan olmamıştır. Çünkü savaşan tüm emperyalist devletlerin Türkiye'ye ihtiyaçları vardır ve "benim yanımda olmuyorsa, karşı tarafın yanında olmaması da yeter" anlayışıyla hareket etmişler ve Türkiye'yi gözleri! gibi korumuşlardır. PKK yöneticileri ve bunlara itibar eden yazar akademisyen siyasetçi ve sade yurttaşlarımızın bu gerçekliklerin farkında olması gerekmektedir. Taşeron bir terör örgütünden özgürlük savaşçısı çıkmaz, hele ki bu coğrafyada!

11. Açıklamadaki en olumlu ifade, öncesindeki ve sonrasındaki ifadelerden bağımsız düşünecek olursak  "...cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen Kürt isyanları, 1000 yıllık tarihi Kürt - Türk ilişki diyalektiği ve 52 yıllık önderlik mücadelesi Kürt sorununun ancak ortak vatan ve eşit yurttaşlık temelinde çözülmesinin kazandıracağını göstermiştir..." ifadesindeki "Kürt sorununun ancak ortak vatan ve eşit yurttaşlık temelinde çözülmesinin kazandıracağını göstermiştir" cümlesidir. Bu cümlenin açılımını yaparsak: ortak vatan; tek vatan, tek bayrak, tek devlet anlamındadır ve üniter devlet yapısının devamlılığının kabulü demektir. Eşit yurttaşlık temeli; anayasal olarak bu konuda bir eksiklik yoktur, tüm yurttaşlarımız hukuk önünde, kamu ve özel alanda eşit bireylerdir. Ancak, uygulama düzeyinde kapsamlı bir çağdaş demokratikleşme süreci ile bu konudaki eksiklikler giderilebilecek bir konudur (yerel yönetimlerin güçlendirilmesi -hukuki düzenleme yapma yetkisi olmadan yürütme bakımından güçlendirilmesi, mahalli nitelikli kamu hizmetlerinin olabildiği kadar yerel yönetimlere devredilmesi ve bu hizmetleri yürütebilecek mali kaynaklarının geliştirilmesi-, Kürtçe eğitim veren özel okulların açılmasına olanak tanınması, devlet okullarında seçmeli ders olarak Kürtçe dersinin konulması gibi). Her ne kadar geç kalınmış olsa da daha da geç kalmadan bu adımlar bir an önce sistemli bir bütünlük içinde atılmalıdır.

Burada asıl sorun, mevcut iktidarın otokratik yönetim anlayışı ile bu demokratikleşmenin olup olamayacağıdır! Burada iki soru vardır. Birincisi, DEM Parti ve PKK, iktidar ile yapmış olduğu görüşmelerde bu demokratikleşme adımlarının kalıcı olarak hayata geçirileceğine dair bir inanca sahip olmuşlar mıdır? Ve bu demokratikleşme sürecinin sadece mevcut otokratın kişisel iktidarını korumakla sınırlı olup olmayacağı konusundaki öngörülerinin ne olduğudur? İkincisi ise, bu demokratikleşme sürecinin tüm yurttaşları kapsayacak şekilde olup olmayacağıdır. Halen uygulanmakta olan benden olana ayrı benden olmayana ayrı tarzında ikili hukuk uygulamasına devam mı edilecek yoksa çağdaş batı standartlarında bir demokratikleşme mi gerçekleştirilecektir? 

12. Şimdi Türkiye’nin PKK dayatması ile demokratikleşme sürecine girecek olması ne demektir, nasıl böyle bir şey veya söylem kabul edilebilir? Türkiye’de demokrasi vardır, şüphesiz sözde demokrasi adına yanlış uygumalar da vardır. Buna rağmen kimse Türkiye’de demokrasi yoktur diyemez. Demokrasiden sapmaları, kurumsal ve/veya siyasî manada yapılan hataları inkâr etmeden, ilerlemeci ve gelişmeci bir anlayışla yanlışları düzeltme yoluna gidilir, gidilmesi de çağdaş bir devlet olmanın gereğidir. Şimdi sorarım size, bu durum saklı kalmak üzere, PKK eliyle mi Türkiye, Türk Milleti gerçek anlamda demokratikleşme yoluna girecektir?

PKK’nın dayatması sonucunda ortaya ne çıkacak? Bu konuda bir öngörü ve alternatif planlar oluşturulmuş mudur? Bölünme mi? Federal Cumhuriyet mi? İç savaş mı? Türk-Kürt-İslam sentezine dayalı yeni bir devlet mi? Tanzimat dönemi Osmanlı İmparatorluğu'nun yeni versiyonu mu? Bu olasılıklara karşı ne gibi refleksler öngörülmektedir? Siyasi iktidar ve devletin egemenlik hakkını kullanan kurumları bu konularda bir hazırlık ve yol haritası oluşturmuş mudur? Oluşturmamışlarsa, derhal oluşturmalıdırlar kanaatindeyim.

13. Söz konusu bildiride, "...PKK katı Kürt inkârının, buna dayalı imha siyasetinin, soykırım ve asimilasyon politikalarının egemen olduğu koşullarda şekillendi. 1978'den başlayarak yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle Kürt varlığını kabul ettirmeyi ve Kürt sorununun Türkiye'nin temel realitesi olarak görülmesini esas aldı..." cümleleriyle ütopik olarak kendi karanlık tarihine anlam kazandırma çabası içine girmektedir. Kendisinin nasıl hangi amaçla ve kim tarafından kurdurulduğunu ve kurucusu Abdullah Öcalan'ın bir MİT elemanı olduğundan daha önce bahsetmiştim. Bu nedenle burada tekrar etmeyeceğim. PKK adlı eli kanlı terör örgütü, en büyük acıyı eziyeti ve zararı, adına özgürlük mücadelesi verdiğini iddia ettiği Kürt kökenli yurttaşlarımıza vermiştir, yaşatmıştır. Bölge halkının ana geçim kaynağı olan tarımı ve hayvancılığı adeta bitirmiş, bitmesine neden olmuştur.

Teröristle karşılaşma ve can mal güvenliği endişesiyle halk, bağına bahçesine gidemez, hayvanlarını yaylalara çıkaramaz ve arıcılık yapamaz olmuş ve bunların sonucunda ekonomik olarak yaşamını sürdürebilecek gelirden mahrum kalmıştır. Okul ve öğretmenlere yönelik terörist eylemlerinden dolayı çocukların eğitim hakkından mahrum kalmalarına sebep olmuştur. Tehditle, yakarak yıkarak, öldürerek, çocukları dağa kaçırarak halkın desteğini sağlamayı ve kendisine halk üzerinde bir otorite tesis etmeye çalışmıştır. Terör döneminde bölge halkının sıklıkla kullandığı şu ifade "... komutanım ne yapalım çaresiz yardım ediyoruz, gece vakti elinde silah kapıya dayanıyor, ne istiyorsa olanı veriyorum, vermezsem öldürecek yine alacak; siz duyup öğrendiğinizde kızıp dövseniz de canımıza zarar vermeyeceğinizi biliyoruz; yani demem o ki devlet kızar döver ama örgüt acımaz öldürür yakıp yıkar, söyleyin şimdi ne yapayım, siz olsanız benim yaptığımı yapmaz mısınız"  serzenişi, PKK terör örgütünün gerçek yüzünü göstermeye yeter de artar bile.

"Soykırım ve asimilasyon politikaları" ifadesini ise bilinçli olarak kendisini maşa olarak kullanan devletlere, Türkiye'ye karşı kullanacakları bir argüman sunmak gayesiyle kullanma ihtiyacı duymuşlar anladığım kadarıyla. Çünkü kimin ekmeğini yediyse onun kapısını beklemek zorundadır. Bu sadakatini "...başta küresel özgürlük hamlesine öncülük yapan dostlarımız olmak üzere demokratik kamuoyunu demokratik modernite kuramı çerçevesinde enternasyonal dayanışmayı büyütmeye çağırıyoruz. Uluslararası güçleri halkımıza yönelik yürütülen yüzyıllık soykırım politikalarındaki sorumluluklarını görerek demokratik çözüme engel olmamaya ve sürece yapıcı katkılarını sunmaya davet ediyoruz..." ifadesiyle bir kez daha dile getirip, bizi yalnız bırakmayın, bizi bu süreçte desteklemeye devam edin, her şey size bağlı demeye getirmektedir. Sahibine beni unutma mesajı vermektedir.

14. PKK'nın bu fesih ve silah bırakma kararının ardındaki temel amaç ve hedefinin ne olduğunu, bildirinin "... Halkımızın kadınlar ve gençler öncülüğünde, yaşamın her alanında öz örgütlerini oluşturması, dilleri, kimlikleri ve kültürleriyle kendine yeterli olma temelinde örgütlenmesi, saldırılar karşısında kendini savunur hale gelmesi ve seferberlik ruhuyla komünal demokratik toplumu inşa etmesi hayati önemdedir. Bu temelde Kürt siyasi partilerinin, demokratik örgütlerinin, kanaat önderlerinin Kürt demokrasisini geliştirme ve Kürt demokratik uluslaşmasını sağlama yönündeki sorumluluklarını yerine getireceklerine inanıyoruz..."  cümlelerinden anlayabiliyoruz. Yani silah bırakma ve PKK faaliyetlerini sonlandırmanın altındaki amaç ve hedef, Türkiye Cumhuriyeti'nin maddi manevî tüm kaynakları ile sosyal kültürel siyasal ve ekonomik gelişimlerini sağlayıp ardından federal cumhuriyet talep edip federal cumhuriyetin "Kürt Federe Devleti" parçasını ilan etmektir (Irak’ta yaşanan süreçte olduğu gibi).

Federal Cumhuriyeti hemen istemiyor olmalarının sebebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin coğrafi bölgeleri arasındaki gelişmişlik farklarının çok belirgin olması; Kürt kökenli yurttaşlarımızın yoğunlukla yaşamış oldukları Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizin en az gelişmişlik düzeyine sahip bölgeler olduğu (bunun sebepleri arasında coğrafya ve iklim koşullarının etkisini göz ardı etmemek gerekir) ve kişi başı milli gelir ortalamasının da en alttaki beşinci ve dördüncü % 20’lik dilimler içinde yer alıyor olmasıdır. Dolayısıyla, önce, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaynakları ile bu konularda bir dengelenme seviyesine gelmeyi ve bunun ardından federal cumhuriyet talebinde bulunmayı planladıklarını değerlendiriyorum.

Bunu görmemek için insanın, tüm akli ve düşünsel melekelerini yitirmiş olması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti devletini yöneten siyasi iktidar ve yönetmeye talip olan muhalefet partileri başta olmak üzere tüm siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri, demokratik kitle örgütleri, iş dünyası, üniversiteler ve vatan sevgisini kaybetmemiş tüm yurttaşlarımızın bu durumun farkında olması ve buna karşı nasıl bir duruş göstereceğini açıkça ilan etmesi gerekmektedir.

Bu duruşu uzaklarda aramaya gerek yoktur, Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı yolda gösterdiği hedefe etnisiteden arındırılmış milli birlik ve beraberlik duygusu ve zamanın ruhuna uygun çağdaş demokratikleşme ve laik hukuk devleti olma iradesidir bu duruş.

15. Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet sayesinde, kulluktan eşit yurttaşlığa yükseltilen; bu sayede hiçbir etnisite sınıf zümre soyağacı ayrımı gözetmeksizin kamuda ve özel alanda istediği ve başarabildiği tüm makam ve imkânlara sahip olabilen; Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan milletvekili, general, subay, emniyet müdürü, vali, kaymakam, iş insanı, meslek odası başkanı, sendika başkanı, banka genel müdürü olabilen insanlarımız, neden kendilerine bu olanakları sağlayan Cumhuriyete ve onun kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e düşmanlık ve ihanet içinde olurlar? Nedir bu ihanet ve düşmanlığın gerekçesi? Nedir? Bu ihanetin düşmanlığın nedeni: Antiemperyalist, tam bağımsız, laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti olmak istemesi hedeflemesi midir Cumhuriyet'in?

16. Elbette hepimiz şiddetin kalıcı olarak son bulduğu, terörsüz bir Türkiye terörsüz bir Ortadoğu ve terörsüz bir dünya istiyoruz. Hem ülkemizde hem bölgemizde hem de tüm dünyada barış ve kardeşliğin egemen olmasını istiyoruz. Bunu gerçekleştirmek için dürüst saygılı paylaşımcı dayanışmacı ve kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmamayı temel kriter ve öncelikli düşünce ve davranış biçimi olarak içselleştirmemiz gerekmektedir, hem birey hem toplum hem de devlet olarak.

17. Tüm bu süreçte, siyasi iktidar tarafından “Terörsüz Türkiye” hedef ve stratejisinin sonuçlarının neler olabileceğinin çok ayrıntılı ve alternatif senaryolar dâhilinde planlanmış olması gerekmektedir. Bu kapsamda yürütülecek tüm faaliyetlerin, TBMM çatısı altında tüm siyasi partilerin katılımıyla ve kamuoyunu şeffaf şekilde bilgilendirmeyi esas alarak yürütülmesi bir zorunluluktur.

Sonuç

Burada üzülerek belirtmek istediğim husus, maalesef terör örgütünün açıkladığı kongre kararlarının ana fikrinin, adım adım federalizme yürümek ve Kürt Federe Devletini ilan etmek olduğudur. Irak’ta olduğu, Suriye’de olmakta olduğu, İran’da olacağı öngörüm gibi. Bunun ardından da başta ABD ve İsrail olmak üzere küresel güçlerin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi kapsamında, sözde “Büyük Kürdistan” veya sözde “Kürt Konfedere Devletini” ilan etmeyi nihai amaç olarak benimseyen bir PKK’nın fesih süreciyle, daha doğrusu “oyunu” ile karşı karşıya olduğumuza dikkatinizi çekmek isterim. Bu güzel bahar aylarında nedense burnumuza güzel kokular gelmiyor. PKK’nın sözde feshine tabii ki sevinemiyoruz. Haklı şüphe ve ülkemizin geleceği adına endişelerimiz var. Milli birlik ve beraberliğimize yönelik bizleri umutlu kılacak, yüreklerimize su serpecek bir süreç değil bu! Bir kandırmaca zira bir çapanoğlu var bu işte! Bunu görebiliyoruz. Yakın tarihimiz, Türk Milleti olarak PKK ile mücadelemizi başarıyla verdiğimizi yazıyor. Kisvesi, söylemi, adı ne olursa olsun, bu vatanı ve milleti bölmeye yönelik her türlü harekete karşı bizim mücadelemiz aynı kararlılıkla devam edecektir. Bundan emin olabilirsiniz.

Dr. Ömer KÖROĞLU
Dr. Ömer KÖROĞLU
Tüm Makaleler

  • 19.05.2025
  • Süre : 10 dk
  • 1118 kez okundu

Google Ads