Türk Modernleşme Sürecinde İkinci Aşama: Meşrutiyet Yüz Yaşında
Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Demokratikleşme tarihimizi anlayabilmek için gerçekten önemli bir aşamanın üzerinden yüz yıl geçmiş. Ülkenin bir kralın veya padişahın başkanlığı altında parlamento tarafından yönetimi demek Meşrutiyet.
14 yıl önce yazmışım bunu, Çağdaş İslam Düşünürleri ve Türk Düşünce tarihi derslerine hazırlık öncesinde bilgisayarımda tarama yaparken buldum; Çorum Hakimiyet Gazetesinde yayımlanmış, kelimesine dahi dokunmadan neşrinin iyi olacağını düşündüm.
Pazar Günü (09/03/2008) Sabah Gazetesinde bir dosya vardı: Türk Usulü Fransız Devrimi II: Meşrutiyet” başlıklı. Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Demokratikleşme tarihimizi anlayabilmek için gerçekten önemli bir aşamanın üzerinden yüz yıl geçmiş. Ülkenin bir kralın veya padişahın başkanlığı altında parlamento tarafından yönetimi demek Meşrutiyet. Dosyayı okuyunca, Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel, kültürel ve siyasal sürekliliğini analize vesile olacak soruları Eski ve Yeni Dergisinin Batıcılık dosyası için gündeme getirdiği ve benden de cevaplamamı istediği soruları aklıma geldi. Bu iki dosyada işlenen hususları bir de Çorum Hakimiyet Okurları için gündeme getirmek istedim.
Modernleşme Tarihimiz:
“Modernleşme tarihimiz nereye kadar gider, yüz yıl öncesine mi, 1839 tarihli Tanzimat Fermanını ilk nokta alırsak, 169 yıllık bir süreçten söz ediyoruz, demektir. 1876 yılında ilan edilen Kanun-i Esasi bizim ilk anayasamız olması açısından demokratikleşme tarihimizin ilk aşamasını yani I. Meşrutiyeti merkeze alırsak 132. yılındayız. İkinci Meşrutiyet 1918 yılına kadar devam ettiğini ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğunu hatırlarsak, tarihsel, siyasal ve kültürel sürekliliğimiz ortaya çıkar.
- ve II. Meşrutiyetler, yaşanan sorunların resmen çözüm arayış tarihi, ama çözülme tarihini soracak olursanız, 1699 Karlofça anlaşmasına gitmemiz gerekiyor. Karlofça, ilk toprak kaybımız ve ilk yenik taraf imzamız olmaktan öte, Batı’nın orta çağın sorunlarını aşmaya başlayıp modern bilim ve felsefesiyle hemhal olmaya başladığı dönemle, dolayısıyla da yeni bir zihniyetle yüzleşme anımıza işaret eder. Bu noktadan bakarsak ve modernleşme ile batılılaşmayı özdeş görürsek, Türk Modernleşme sürecini 309. yılını yaşadığını söylemek gerekir. Bu kadar uzun bir tarihsel geçmiş dikkate alındığında Türkiye "çağdaş uygarlık düzeyi"nin neresindedir, diye sorsak, hala niye "Batı'yı anlamadık, yanlış Batılılaştık" şeklinde bir slogan söylenegelmektedir, sorularının cevaplarını arasak, diye düşündüm.
- Kavramsal Kargaşa: Modernleşme, Batılılaşma ile Özdeş mi?
Öncelikle şunu söylemek mümkün, çağdaş uygarlık düzeyimiz istenilen seviyede olsaydı, bunları tartışır mıydık? Yani öncelikle modernleşme, batılılaşma arasındaki ilişkisini analiz edip, akabinde modernleşebildik mi, yoksa batılılaştık mı, ya da çağdaş uygarlık düzeyi nedir, sorularının cevaplarını arayabiliriz.
Ne demek, modernlik, çağdaşlık, bunlar niye belirli bir toplumsal dokunun çağdaşlaşması demek olan bir modernite türü yani Batıcılık ile özdeşleştirerek, Batı dışı toplumlara bir ideoloji olarak dayatılmaktadır? Hâlbuki her somut tarihsel-toplumsal oluşumun kendi özgüllüğü ve rasyonalitesi içinde bir modernlik anlayışı vardır.
Medeniyetler:
Eğer modernlik, çağdaş veriler ışığında toplumsal birimlerine, bireylerine refah ve huzuru sağlayacak maddi ve manevi değerleri sağlamak ise, bu tarihin her döneminde önemli medeniyetler tarafından sunulmuştur. Mısır, Hitit ve İslam medeniyetleri, kendi özgüllüğü ve özgünlüğünü gerçekleştirmiş, dönemlerinde modern bir toplumsal yapı oluşturan bilim ve felsefeye sahiptiler.
O zaman modernite aslında her milletin, toplumsal yapının ve bunların üstünde her medeniyetin döneminin gereğini yaparak, mensuplarına refah ve huzuru sağlayacak bir donanımı sahip olmayı ifade ediyor. Modernizm ise bunlardan birinin kendini mutlaklaştırarak bir başka koddaki toplumsal yapıya dayatması, onun modernitesini dönüştürmesi, yani bir ideoloji olarak kendi modelini dayatmasıdır. Bir tarafta gerçekleşen “durum”, bir başka yere kabul edilmesi gereken mutlak bir “değer” şeklinde sunum söz konusudur.
- “Batılılaşma sürecindeyiz ama hep "Batı'yı anlamadık, yanlış Batılılaştık" İronisi
Bugünkü hâkim paradigma modernizm söylemi, Batılı anlamda, 19. Yüzyılın başlarında Hegel tarafından ilim-ahlak ve sanat alanlarında kurulmasından sonra 20 yy. bunlara yeniden işlevlik kazandı. Ama tarihsel temelleri, 17 yüzyıl Rönesans ve reform hareketlerine kadar uzanır. Burada iki temel eğilim var, rasyonellik ve sekulerlik. Bunları vurgulayan modernizm, bu anlamda, özünde bir değişim hareketi olup, bir biliş modelinden başka bir biliş modeline geçmek ve onu benimsemektir. Batıyı anlamak ya da yanlış batılılaşmaktan söz edeceksek, bu husus üzerinde özelikle durmak gerekir. Zira olguyu anlamak için efsanevi yöntemden yeni ilmi düşünce modellerine geçmek şeklinde sunulan modernizmde ortaya çıkan temel meseleler, kimlik, tarih ve Batı medeniyeti terimlerini anlama ve açıklama tarzlarından kaynaklanmaktadır.
Peki bunun bize yansıması nasıl olmuştur? Bunu anladık mı, Batı’yı iyi anlayıp anlamadığımız sorusunun cevabı da netleşir: Biz, oradaki gibi bir orta çağ geçirmişiz mi ki, sonrasında modernlik, dünyevilik/sekülerlik aşamalarını paralel bir düzlemde yaşayalım. Mesela, bizim batıyı ve felsefi temellerini anlayamadığımızın en iyisi göstergesi, “Türkiye kesinlikle orta çağ karanlıklarına döndürülemez, sloganı hala söylenmesidir. 28 Şubat sürecinde çok tekrar ediliyordu, ama geçenlerde önemli bir bürokrat da bunu söyleyince, ben hala modernlik, ilericilik-gericilik nedir, bundan ne kastedilir, Batı’da yaşanmış din savaşlarının, engizisyonların Türk tarihiyle ne alakası var, sorusunun önemli bürokratlarda okumuş elit kesimlerde de olmadığını gördüm üzüldüm.
Niye mi? Çünkü öncelikle, Voltaire’den bu yana, tarihi dönemlere ayırmak çok moda. Antik çağ, Hellenist ve Roma çağı, Orta çağ, Rönesans, Reform, Aydınlanma çağı gibi, tarihsel dönemler insanlığın biricik düşünce tarihi olarak sunuluyor. Orta çağ, skolastzm, gericilik, karanlık dönem diye sunulan süreç, temellerini Antikçağda bulur. Yani Hıristiyanlığın temel öğretileri antik çağın verileri ile biçimlendirilerek sunulmaya başlandı Böylece Baba+Oğul+Ruhu’l-Kuds, dünyadaki evrenselliğini ilan etti. Katolik (Evrensel) lik şeklinde tezahür eden bu öğretiye karşı çıkanlar salt bilim adına bile olsa, kilise babalarının kendilerini Tanrı ve Hz. İsa ile özdeşleştirmelerine aykırı düştüğü için olmadık işkencelere maruz kaldılar.
Modernite Karşıtlığı:
Herhalde modernite karşıtlığından dini bir yobazlık ve karanlık döneminden bunu kast ediyorlar. Nitekim, Katolik öğretinin karşısına gerçek sahih inancın (ortodoksi)nin kendilerine ait olduğunu söyleyerek Papa’lık kurumunu reddedenler çıktı. Katoliklik ve Ortodoksluğun kendilerini Hıristiyanlığın altında bir mezhep olmaktan öte geçmesini yani bir din şeklinde sunulmasını Protesto edenlerin oluşturduğu Protestanlık ise en hakiki sahih inancın kendilerine ait olduğunu iddia ettiler ve ortalık din savaşları ile kan gölüne döndü.
Peki yaklaşık bin yıl süren (395-1453) bu orta çağın karanlıkları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ne ilgisi olabilir? Üstelik 1453 tarihine dikkat buyurunuz, Türklerin kurucu unsuru oldukları Selçuklu-Osmanlı devletleri ve İslam medeniyetlerinin zirvesinde olduğu, yani oldukça modern ve aydınlık bir dönemdir bu. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların tevarüs ettiği bu gelenekti, şimdi bunun tarihsel olarak hiçbir anlamı yok, diyorlar. Çünkü Batı’nın geri/skolastik ve karanlık dönemi bir başka tarihsel ve toplumsal yapı için oldukça modern olabiliyor.
Mektep İlmi:
Üstelik yine karanlıklar ve anti modernite denilen dönem, ünlü bir orta çağ uzmanı olan E. Gilson’a göre, karanlıkla özdeş kılınması da yanlıştır. Scolasticus, mektep ilmi demek. Mevcut öğretilerin eğitimi ve öğretimi kiliseye ait okullarda Aristoculuktan istifade edilerek yapıldığı bir dönem. Bu okullarda eğitmenlik yapmak da o kadar kolay değil, zira hocalar “yedi hür sanatı” bilmek zorunda. Yani gramer, hitabet, mantık, hesap, geometri, astronomi ve musikiyi bilmek şarttır. Şimdi kıyaslayın bakalım modern okullar ile skolastik dönem okullarının durumunu, kim ileri, kim geri. Üstelik bugün de birçok ünlü üniversitenin hala kiliselere ait olduğunu hatırlayalım lütfen. Bu çerçevede Batı’yı anladık mı, sorusun cevabını bir de siz düşünün, gerçekten anladık mı, yoksa beni bir kişi anladı o da yanlış anladı, ironisi mi?
- Modernleşme süreci dikkate alındığında Türkiye "çağdaş uygarlık düzeyi"nin neresindedir?
Yaklaşık iki yüzyıllık bir modernleşme sürecimiz var, buna batılılaşmak demeyelim şu anda. Evet, Türklerin bu hâkim batı modernitesi ile kendi modernitesi arasındaki çelişkileri çözerek, “Devlet-i Aliyyeyi kurtarmayı hedefleyen Tanzimat’a kadar gider. Adı üstünde tanzim etme, aksaklıkları giderme, yeniden düzenleme projesi, 3 Kasım.1839 (26 Şaban 1255) da Devletin iç ve dış yapısında Batı ile bütünleşmeye (modernleşmeye) yönelik ilk ciddi adımdır. Şer’i mahkemelerin yanı sıra nizamiye mahkemeleri, medreselerin yanı sıra seküler bilgiyi önceleyen okullar açıldı. Ticaret ve Ceza Kanunları alınmaya başlandı. Tanzimat”la başlayan süreç, 1860 ve 1870’ de Genç Osmanlılar; 1908 de Jön Türklerle devam etmiştir.
Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran elit insanların bu ekoller içinden yetiştiğini hatırlayalım. O halde bizlerin Batılı anlamda bir modernleşme serüveni, Hatt-ı Humayın da dediğimiz reformlarla, İlk Parlamentonun ilanı (1876-1877) ile zirveye ulaşmıştır. Nizam-ı Cedid; yani yeni bir düzen arayışları ondan önce de vardı zaten. Hatta eğer Modern Türkiye’nin Doğuşunu (çev. Metin Kıratlı, TTK, Ankara.1988) yazan Bernard Lewis’in tespitini dikkate alacak olursak, 1800li yıllarda kurulan Osmanlı Ayan Meclisi’ni bir demokrasi numunesi olarak görebiliriz. Bu durumda, Türkiye Cumhuriyeti, yeni devletimiz seksen beş yaşında ama milletimizin demokrasi ve çağın değerlerine uygun yaşama, yönetme arzusu ve deneyimi iki yüz yıldan fazla. Kısacası, bazılarına göre Avrupa’dan mülhem programlı bir ıslahat olarak görülen Tanzimat (Yavuz Abadan); bazılarına göre de Türk Zümresinin Değişmesine ve Batıya Yaklaşımına yol açan köprüdür (Osman Okyar). Bu modernleşme ile batıcılaşmayı özdeş görenlerdir.
Batılılaşma ve Modernleşme Aynı mıdır?
Oysa buna yönelik eleştiriler de vardır: Modernleşme tarihimizde Tanzimatçıların da Batı ile modernleşmeyi özdeş görmelerinden dolayı sömürü olayını anlamadıkları gibi tıpkı Batıda bir Aydın despotizmi olan Kameralizmin Osmanlıda benzeri oluşturarak, bir üst tabaka oluşturması eleştiriliyordu.
Yeni Türk Devletinin önemli aydınlarından olan Ziya Gökalp bile, Tanzimatın laik ve dini olan ikileminden kurtulamadığını, Türk toplumuna yabancı olduğu değerleri üsten bir zorlama ile benimsetmeye çalıştığını, dolayısıyla da yerlileştiremediğini belirtir.
Yakın dönemde ise Tanzimat’ı zorunlu bir kültür değişimi devri olarak gören örneğin Mümtaz Turhan, bunun Batılılaşma değil, tersine uydulaşma olduğunu söyleyen mesela Doğan Avcıoğlu, bizi batıran bir batılılaşma düzeni olarak değerlendiren Atilla İlhan gibi alimlerimiz vardır.
Muasır Medeniyet Seviyesinin Üstüne Çıkmak Hedefi:
Bu aşamada, artık muasır medeniyet seviyesinin neresindeyiz, sorusunu müzakereye açabiliriz: Bu modernleşmenin “Batılılaşma”ve “Avrupalılaşma” ile eş görülmesi, yakın döneme kadar bunun zorla empoze edilen kapalı bir ideolojiye (modernizm) dönüştürülmesini yaşadık. Adnan Menderes, Turgut Özal ve şimdiki AKP yönetimi, bu jakobenliği aşarak, muasır medeniyeti yakalama yönelik çabaları yoğunlaştırınca, özellikle son dönemde Avrupa Birliğine katılım çabaları yoğunlaşınca, bu jakobenlik yani tepeden inmecilik, ittihatcılık iyice belli oldu ve bir arpa boyu yol alamadığımız ortaya çıktı aslında.
Ulusalcı, içe kapanmacı, totaliter, jakoben tutum, birden modernleşmeyi, Batıcılık ve Avrupacılık olarak görülemeyeceğini söylemeye başladı. İlginç olan bu husus. Üstelik bunlar, İran, Rusya, Orta Asya’da en azından siyasi özgürlüklerine kavuşan Türk Cumhuriyetlerini de içine alan bir Avrasya modelini modernlik olarak sunmaya başladılar. Yani artık modernlik, batıcılılık ve Avrupacılık olmaktan çıkıp, doğu, yakın doğu ve Asya’ya yönelik bir proje olarak algılanmaya başladı. Fakat burada bir terslik var, eğer Atatürk’ün hedefi insanımızı muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak ve onu aşmak ise, bu sayılan ülkelerin ne ekonomik ne de siyasal açıdan muasır medeniyet seviyelerine ulaşamadığı bir gerçek.
Ne olacak şimdi? Modernlik ve çağdaşlıktan ne kast ediliyor? Üstelik tarihsel olarak Türklerin kızıl elması sürekli olarak Batı’dadır, Doğu’da değil. Biz zaten oradan gelmişiz, birinci Kızılelma olarak İstanbul’un fethi; Viyana ve Roma’yı ise ikinci Kızılelma hedefi olarak belirlemiş bir milletin çocuklarıyız. Yönümüz her daim Oğuz Kaan’dan bu yana Batı’ya olmuştur.
Geldiğimiz nihai noktanın, muasır medeniyetin verilerini ayrıca ata yurda ulaştırmak tabiî ki ahde vefanın gereği, ama geldiğimiz yeri tekrar niçin biricik hedef/kızıl elma olarak görelim ve modernliğin bir unsuru sayalım bunu anlayamadım gitti, vesselam!
Şimdi gerçekten ne kadar ilerlediğimiz, ya da az gidip, uz gidip aslında bir arpa boyu yol aldığımız; daha doğrusu yerinde saydığımız ortada değil mi?
- Türklerin Yönü Hep Batı’ya Doğru.
Bunu gerçekten dikkatlerinize sunmak istiyorum, şimdi siz İç Asya’dan göç eden en temel ve birinci kol olan Oğuzlar’n yani Türkmenlerin atasının verdiği buyruk üzere, sürekli batıya ilerlemesini unutacaksınız. İran’daki Türk devletleri ve hanedanları (Safeviler, Avarlar, Kaçarlar), Azerbaycan ve Türkmenistan Cumhuriyetlerini kuran boylar olduğunu hatırlamayacaksınız, tamam, tarihsel bilinç kaybı derim geçebilirim belki. Ama Türkiye Türkleri açısından tarihsel sürece dikkat edecek olursak, zirai, askeri ve mülki teşkilat zenginliğiyle mükemmel olan Horasan’daki Gazneliler devleti bünyesinde yer alan Oğuzların Kınık boyu, önce Büyük Selçuklu devletini kurduğunu Anadolu birikimi açısından unutamazsınız.
Suriye Selçukluklarının Kerkük bölgesine, Türkiye Selçukluları Anadolu’ya yöneldiğini, kısa sürede Bizans imparatorluğu sınırlarına kadar uzandıklarını, Türk tarih, kültür, bilim hayatı üzerinde derin izler bıraktıklarını, modern bir medeniyet kurduklarını unutacaksınız, işte bu hiç olmaz.
Oğuzların Kayı boyunun Osmanlı devletini kurduğunu, Bizans imparatorluğunu yok ettiğini, yüzyıllarca üç kıtada hüküm sürdüğünü, Osmanlı’nın dağılmasıyla Türkiye Türkleri stratejik açıdan Orta Asya’nın diğer ucu olan Ön Asya’ya çekildiğini, böylece ipek yolunun diğer ucunu sağlama alan Modern bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğunu unutamazsınız.
- Modernleşme Tarihimizdeki Süreklilik: Göktürk ve Türkiye Cumhuriyeti
Tarihsel hattın ilk ucunda, İç Asya’da, Göktürkler; son ucunda, Ön Asya (Anadolu’da) Türkiye Cumhuriyeti bulunmasını unutamayınca, bu milletin her dönem modernlik tasarımı olduğunu, bunu pratiğe aktardığını gözlemleriz. Batılılaşmak ile özdeşleyen bir modernleşme kıskacısından da kurtuluruz. Yok eğer unutursak, o etkili ve yetkili bürokratın yaptığı teknik hataya düşer, Türkiye’yi kimse orta çağa döndüremez deriz ve paradigmaları birbirine karıştırırız.
(Dönemin) Meclis başkanı Köksal Toptan bu tarihsel bilinçten haberdar olarak, son dönemde yaşanan gerilimlerin modernite, çağdaşlık, ilericilik, gericilik, laiklik, dindarlık ikilemlerini aşmaya yönelik bir açıklama yapması ve paniklememiz gerektiğini, endişelerin yersiz olduğunu söylemesi, tarihsel sürecimizi unutmayanların olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Bu milletin Osmanlı’dan bu yana seküler ve laik bir yapıyı barındırdığını, “İnsanımıza laiklik anlayışından vazgeç deseniz bile onu vazgeçiremezsiniz, -“ demesi tutarlı bir tutumdur. Çünkü farklı dilleri, ırkları, dinleri, kültürleri yıllarca bir arada yaşatmayı bilmiş, kendi dışındakilere mutlak bir ideoloji dayatmamış, uzun yıllar dünyanın biricik hâkimi olan devletler kurmuşuz hakikaten. Bu şanlı tarih sendromuna kapılarak içe kapanmak anlamına gelmez tabii, tam tersine toplumsal muhayyilemizi kuvvetlendirip, sorunlarımıza sakin sakin düşünerek çözümler üretmek, tahriklere kapılmamayı gerektirir.
- Modernleşme ile batılılaşmayı, üstelik yanlış bir anlama ile batılılaşmayı, Avrupalaşmayı kast edersek, ne olur?
Bir arpa boyu yol alamadığımızın göstergesi acı bir şekilde ortaya çıkar: Bu tarihsel temeli, üstelik sosyal bilimler üzerine akademik çalışmalar yapan ana muhalefet liderinin anlayamaması ise bir talihsizlik, yok aslında bir tarihsizlik örneği. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel devrimlerinin önemli bir kısmının Osmanlı’nın son zamanlarında gündeme geldiğini, tartışmalar yapıldığını ve bunların yine Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruluşunda uygulamaya geçirildiğini yaşanan gelişmeleri, modernleşme aşamalarını unutmuş olamaz.
Tabula Rasa:
Türkiye’nin Selçuklu-Osmanlı birikimini yok sayarak, tarihsel hafızasını kaybetmiş, ya da “tabula rasa” sahip bir yeni devlet olarak görerek, bizim tartıştığımız Türkiye laikliğidir. Osmanlı laikliği değildir. Türkiye’nin aradığı da Osmanlı laikliği değildir, ona özenerek laikliği güçlendirmek söz konusu olmaz, tam tersine laikliği tahrip etmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürer.” (16-17 Şubat 2008, gazeteleri (Sabah) tam bir talihsizlik ve tarihsizlik örneğidir. Çünkü tarih felsefesi açısından bir olgunun aynen yaşanması mümkün olamaz, devletler de İbn Haldun’dan bu yana, insan gibi, doğar büyür ve ölür. Türkler, bunun için her gittiği yerde yeni devletler kurmuş, yeni Türk elleri oluşturmuş ve en son devletini, büyük bir stratejik öngörüyle üç kıtanın merkezi olan ve yüzyıllardır Türklerin memleketi, yaşadıkları yer anlamına gelen Anadolu’’a yeni devletini, yeni çağdaş, modern kurallar çerçevesinde kurmuşlar. Bu yeni çocuğun adıdır; ama önceki devletleri atalarına, geleneklerine hürmeten Cumhurbaşkanlığı forsunda simgesel olarak taşır. Dolayısıyla yeni bir yapının eski bir yapıyı yeniden diriltmesi mümkün değildir, bu fıtrata aykırıdır.
Sonuç:
Kısacası, modernleşme bağlamında son söz olarak söyleyecek olursak; önümüzde biricik hedef, Oğuz Kaan’da bu yana Batı’dır, modern, ferah ve huzuru sağlayan demokratik ilkelerdir. İnsanlığın evrensel birikimidir. Biz yerli, tikel değerlerimizi evrensel birikim içinde harmanlayıp, onları yeniden üretip, kendimize ait bir modernlik anlayışı oluşturmaya çalışmalıyız. Bu da ilerici, demokrat, özgürleştirici bir zihniyetle olacaktır, totaliter, baskıcı, tepeden inmeci bir yapı ile değil. Bu ise özünde gericilik, yobazlıktır, yönü sürekli batıya yönelik olan ve birinci ‘Kızıl Elma’sını devşiren, ama İkinci Kızıl Elma’sını; yani Viyana’yı yeni, modern ölçütler içinde elde etmeye çalışan, yani Avrupa Birliği standardını kendi insanının doğal hakkı olarak gören bir modernliktir bu.