Türk Siyasetindeki Son Gelişmeler
Seçimlerin çok büyük bir ihtimalle Nisan-Mayıs aylarında belirlenecek bir tarihte yapılabileceği tartışılmaktadır. Bu seçime ilişkin kısa ve uzun vadeli olmak üzere iki farklı bakış açısı geliştirmek mümkündür. Kısa vadede devlet gücünü kullanabilme imkânlarına sahip olan siyasi iktidar kendisine avantaj sağlayabilecek bir konumda olsa da, uzun dönemli etkilerin ülkenin çıkarları için mutlaka göz önüne alınması gerekmektedir.
Sevgili dostlar, Türkiye çok nemli bir seçim sürecine girmiş durumda. Yaşadığımız süreci bir boyutuyla ele almaya çalıştığımızda çok yanıltıcı çıkarımlar yapma ihtimalimiz oldukça yüksek görünüyor. Bütün boyutları ele almaya çalıştığımızda ise bilgilerimizin sınırlı olması nedeniyle kesinlikten uzak tahminlerin ötesine geçemiyoruz. Yine de bu seçim sürecinde öne çıkan konuları ekonomi, yerel yönetimler ve siyasi partiler başlıkları altında ele almak mümkündür. Elbette bu üç konuyu birbirinden bağımsız değerlendirmek bizi yanıltabilir. Bu nedenle değerlendirmemiz içerisinde sık sık diğer alanlara referans vermemiz normal karşılanmalıdır. Bunun yanında değerlendirmelerimizde sıkça normatif açıklamalara başvurmak zorunda kalabiliriz. Bunun nedeni, demokrasinin kurum ve kurallarının düzgün şekilde işlemediğine/işletilmediğine olan güçlü inancın yanında, bir toplumda kurumsallaşmayı temsil eden hukukun bu niteliğinden uzaklaşma görüntüsü içerisinde olmasıdır. Ama bu durumda toplumsal gerçekliği olduğu şekilde görmemekte ısrar edersek, değerlendirmeler büsbütün normatif bir içeriğe bürünür ki, bu da bir olgunun değerlendirilmesinden ziyade içimizden olmasını istediğimiz gelişmeleri içeren bir hayal ülkesine yolculuk gibidir, yani bizi hiçbir yere götürmez.
Ekonomik Gelişmeler Seçimi Nasıl Etkileyebilir?
Ekonomide bütün gelişmeleri politika tercihlerinin sonucunda oluşan, bilinçli süreçler olarak okumak gerekir. Eğer uygulanan politikalar, emeğin fiyatını ucuzlatıyor ve kamu kaynakları verimsiz alanlara aktarılıyorsa bu “dış güçlerin” ülkeye dayattığı politika tercihlerinden değil, iktidarın uyguladığı politikalardan kaynaklanmaktadır. Genellikle kamu borçlanmasında “altın kural” olarak bilinen bir kural vardır. Kamu borçlanması cari harcamaların finansmanı için değil, sermaye harcamalarının finansmanı için tercih edilmelidir. Türkiye şu anda en fazla altı aylık bir süreci yönetmek adına cari harcamaları karşılamak amacıyla borçlanmaktadır. Rusya’ya doğalgaz ithalatından kaynaklı olan borçların 2024 yılına ertelenmesi, de böyle bir çabanın ürünüdür. Peki, altı ay sonra yeni bir iktidar göreve gelirse ne olacaktır? Bunun sonuçlarını başka bir yazının gündemi olarak ele almakta fayda vardır.
TÜİK verilerine göre 2022 yılı “Ocak-Eylül döneminde dış ticaret açığı %156,3 artarak 32 milyar 423 milyon dolardan, 83 milyar 97 milyon dolara yükseldi. İhracatın ithalatı karşılama oranı 2021 Ocak-Eylül döneminde %83,2 iken, 2022 yılının aynı döneminde %69,4'e” (1) gerilemiştir. Aralık sonuna gelindiğinde ise cari açık rekor bir düzeye ulaşarak 110,2 Milyar Dolar olmuştur (2). Bu rakamlardan bir başarı hikâyesi çıkarma imkânı olmadığını ekonomiden anlayan herkes bilebilir. Bu nedenle de iktidar, inanç ve güvenlik temalı bir seçim propagandasına yönelmiş görünmektedir. Bu politikanın doğal sonucu ise kutuplaşma ve kendisi gibi düşünmeyene karşı düşmanlaşmadır. Burada sorulması gereken çok önemli bir soru vardır. Ülkenin geleceğini düşünen bir iktidar neden böyle bir politika izlesin? Bu soruya ise iyi niyet çerçevesinde cevap vermek oldukça zor görünmektedir.
Asgari ücret kimseyi tatmin etmese de ülkenin genel ücret düzeyinin üzerinde bir artış oranı ile %54,5 artırılmıştır. Memurlara ve memur emeklilerine verilen zammın bir kez daha asgari ücret artış oranının altında kalmasıyla, genel ücret düzeyi ile asgari ücret yakınsaması devam etmiştir. Asgari ücretle çalışan kişi sayısının çalışan sayısına oranında AB ortalaması % 9 olurken, Türkiye’de bu oran %57 olarak verilmektedir (3). Bu veri çok net bir şeyi ortaya koymaktadır. Türkiye ucuz ücret politikası izleyerek yabancı yatırım çekmeyi önceliğine almış görünmektedir. Ama bu bir bataklıktır. Allen bunu şu sözlerle ifade etmektedir; “Asgari geçim haddi bir yoksulluk tuzağıdır. Endüstri Devrimi yüksek ücretlerin sadece sebebi değil, neticesidir” (4). Diğer bir ifadeyle siz düşük ücret politikası ile endüstrileşmeden vazgeçmek durumunda kalıyorsunuz. Özellikle dünyada “Endüstri 4.0” kavramının tartışıldığı bir ortamda bunun Türkiye’ye faturasının ne olacağı konusunda hükümetin ne düşündüğünü bilmek bu halkın en tabi hakkıdır.
Ekonomi başlı başına derin bir başlık olmasına karşın, bunların seçime olan etkisini birkaç cümleyle açıklamak mümkündür. Ücretli kesimin memnuniyetsizliği açıktır ki, seçime iktidar açısından çok olumlu yansımayacaktır. Ancak muhalefet açısından baktığımızda muhalefetin, kurulu medya düzeni içerisinde halka gerçekleri anlatabilmekte halen sorunlar yaşadığını söyleyebiliriz. İktidar tarafından geniş kitleler üzerinde şu ya da bu şekilde oluşturulmuş sanal gerçeklik algısını değiştirebilecek bir strateji ortaya konabildiğini söylemek güçtür. Uzun dönemde çok başarısız bir ekonomik tablonun sorumlusu olan iktidarın varlığını sürdürmesi kolay değildir. Ancak kısa dönemde kullanabileceği çok fazla araca sahip olan iktidarın seçimi kesin kaybedeceğini söylemek, sonuçları ağır olabilecek bir yanlış okuma olabilir. İktidarın seçeneklerinin siyasi etiğe ve genel ahlaka uyup uymadığı ise bugünün konusu olmaktan çok öte bir konudur.
Yerel Yönetimler ve Adaylık Sorunu
Hükümet açısından belki de sonun başlangıcı olabilecek gelişme, 2019 yerel seçimlerinde İstanbul, Ankara, Antalya, Mersin, Adana gibi büyükşehir belediyelerinde belediye başkanlıklarının kaybedilmesidir. Ankara ve İstanbul’da belediye başkanlığı kaybedilmiş olsa da, belediye meclisinde çoğunluğun Cumhur İttifakı partilerinde kalmış olması, olası bir belediye başkanı değişiminde tabloyu siyasi iktidar lehine değiştirebilecek potansiyele sahiptir. Böyle bir ihtimal, hükümeti seçime doğru giden süreçte bu belediyelerin imkân ve kabiliyetlerinden yararlanma konusunda demokratik yönden oldukça sorunlu bir yaklaşım içine çekiyor görünmektedir. Demokratik yönden sorunlu derken neyi kastediyoruz? Bunu açmaya çalışalım.
Anayasanın 127. Maddesi kapsamında yerel yönetimler üzerinde merkezi yönetime vesayet yetkisi tanınmıştır. Ancak verilen yetkilerin kullanımı bütün mevzuat çerçevesinde değerlendirildiğinde, yerel yönetimlerin üzerindeki vesayet yetkisinin demokratik hukuk devleti anlayışını zedeleyecek tarzda olmaması beklenmektedir. Bu durum üniter devlet yapısı içerisinde anlaşılabilir bir şeydir. Ancak özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmesiyle birlikte, partili bir cumhurbaşkanının merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki sorunları nasıl artıracağına ilişkin sayısız örnek yaşanmaya başlanmıştır. Bu örneklerin içerisinde belki de en sorunlu olanı, her hangi bir yargı kararı olmaksızın, idari bir işlemle belediyelere, seçilmiş başkanları görevden alarak kayyum atanması uygulamasıdır. Aslında hukuk devletini savunmanın kendinden önce başkalarının haklarını savunmaktan geçtiğini anlatan çok somut örnekler yaşanmıştır. Burada muhalefet partileri açısından yapılacak en net eleştiri, zamanında bu uygulamanın karşısında çok net bir siyasi tutum takınmaması ve hukuk devletini çok yüksek sesle savunmamış olmalarıdır. Elbette burada hiç tepki gösterilmediğini söylemiyorum. Siyasi görüş, ideoloji ve inanç, gösterilmesi gereken tepkiyi engellememelidir. Bütün mesele soruna hukuksal bakabilmektedir.
Seçimlere yerel yönetimlerin etkisi açısından bakıldığında konunun iki boyutu vardır. Birincisi, yerel yönetim imkânlarının iktidar tarafından seferber edilerek seçim sonucunun etkilenebilme ihtimalidir. İkincisi Ankara ve İstanbul Belediye Başkanlarından birisinin aday gösterilmesi durumunda seçime kadar olan süreçte bu büyükşehir belediyesi imkânlarının (borçlanma ihtimali de dâhil olmak üzere) iktidar tarafından sonuna kadar kullanılacağına ilişkin beklentidir. Bu durumda muhalefetin söz konusu belediye başkanlarından birisini aday göstermesi, seçimin sonucunu etkileyebilecek araçların iktidarın eline geçmesine sebep olabilir. Diğer bir ihtimal, iktidarın Güneydoğu’da yaptığı gibi hukuksuz bir şekilde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atamasıdır. Tek fark, sürecin yargı boyutunun da çeşitli mekanizmalar eliyle iktidarın istediği şekilde sonuçlanmasıdır. Ancak İstanbul’un farkı, Neredeyse Türkiye’deki her beş seçmenden birinin İstanbul’da yaşıyor olmasıdır. İktidarın kayyum atama yönünde bir hamle yapması durumunda bunun yaratacağı meşruiyet krizi, muhalefet partilerinin göstereceği tepkilerden daha da fazla etki yapabilir. Bu durum zaten yurt dışı görünümü sorunlu ola Türkiye’nin AB ile ilişkiler başta olmak üzere yönetmekte zorlanacağı bir süreci de beraberinde getirebilir. Elbette bu yorumum siyaset biliminin çerçevesinde kalması gereken bir yorumdur. Sorunu etkileyen birçok parametre mevcuttur ve yenilerinin de buna eklenmesi daima mümkündür.
Siyasi Partiler ve Demokrasi Sorunu
Siyasi partiler seçime giden süreçte oldukça sorunlu bir siyasi iklimde mücadele etmek zorunda kalmış görünmektedir. Bu sorunların çok büyük bir kısmı, bir siyasi parti genel başkanının Cumhurbaşkanlığı makamında iki şapkalı olarak oturmasından kaynaklanmaktadır. Kalan kısmı da “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen ve kararların aşırı merkeziyetçi bir şekilde alındığı yapıdan kaynaklanıyor görünmektedir. Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak görülürken, demokrasinin gereklerini yok saymak, çok büyük bir tutarsızlık doğurur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ikinci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken “hukuk devleti” kavramının devletin temeli olduğunu kabul edip, hukuku sadece kendi fikrine uyandan ibaret görmek de aynı türden bir tutarsızlıktır.
Bir ülkede kurumsallaşmanın geldiği son aşama olan hukuk sisteminin çarpıtılmasına seyirci kalan hiçbir vatandaşın hukuksuzluktan yakınmaya hakkı yoktur. Kendiniz için uygulanan hukuk iyi, ama sevmedikleriniz için uygulanan hukuk kötüyse buradan toplumsal barış çıkmaz. Bir insan olarak benim de bir siyasi görüşüm vardır. Ben de bazı siyasi görüşleri sevmeyebilirim. Ama bu, o siyasi görüşe karşı yapılan hukuksuzluğu haklı görmemi gerektirmez. Çünkü herhangi bir hak gasp edildiğinde artık bütün haklar güvencesizdir. Ne yazık ki, kutuplaştırılmış toplumların olan biteni anlayıp yorumlamasını engelleyen bir medya düzeni, totaliter rejimlerin en kullanışlı aracıdır.
Seçime doğru giderken, siyasi partileri kriminalize eden bir yaklaşım, o partiye oy veren her vatandaşın seçme hakkının gaspıdır. Elbette siyasi partiler kanunlardan bağımsız yapılar değildir. Ama bunun karşılığı keyfiyet, politik söylem ya da toplumu bölen ayrıştırıcı tutumlar olmamalıdır. Bir ülkede hukuk ve akademi (bilim) susarsa, yanlış insanlar konuşmaya başlar ve bu yanlış insanların ağzından çıkan her sözcük, iyi ve güzel olan şeylerin katline ortam hazırlar. Siyasi partiler eğer demokrasinin vazgeçilmez unsuru ise o partilere verilen her oyun demokrasinin yaşaması için bir can suyu olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle demokrasi kaygısıyla hareket edilen bir toplumda farklı seslerin yaşaması için farklı görüşlere saygı duyulması gerekir, özellikle de benimsemediğiniz görüşlere karşı saygılı olabilmek önemlidir. Bu anlamda siyasi iktidarın kendine kısa vadede çıkar sağlayacak ötekileştirici davranışlarının vatandaşta uzun vadede yıkıcı etkileri olacağının farkında olması gerekir. Muhalefetin topluca hareket etmesi şart değildir ama ilkeli hareket etmesi şarttır. Seçimlerde verilen oylar, basit bir demokratik hakkın kullanılmasından çok daha öte bir konudur.
Sonuç
Seçimlerin çok büyük bir ihtimalle Nisan-Mayıs aylarında belirlenecek bir tarihte yapılabileceği tartışılmaktadır. Bu seçime ilişkin kısa ve uzun vadeli olmak üzere iki farklı bakış açısı geliştirmek mümkündür. Kısa vadede devlet gücünü kullanabilme imkânlarına sahip olan siyasi iktidar kendisine avantaj sağlayabilecek bir konumda olsa da, uzun dönemli etkilerin ülkenin çıkarları için mutlaka göz önüne alınması gerekmektedir. İktidarın siyasi etik ve adalete uymayan tercihlerinin uzun dönemde ülkeye büyük zararlar verebileceğini düşünüyorum. Bu zararların başlangıcı ise meşruiyet krizi ile oluşabilir. Muhalefetin siyasi görüş ayrılıklarından daha çok, ilkeler üzerinden hareket etmesi, ortak bir zemin yaratabilecektir. Ancak burada Altılı Masa ile ilgili bir görüşümü ifade etmekte fayda görüyorum. Tamamen farklı siyasi çizgide olan altı partinin ilkeler temelinde bir araya gelmiş olması önemlidir. Ancak sürecin yönetiminde partilerin mutlaka uyması gereken kurallar olmasında fayda vardır. Zaten iktidarın kontrolünde olan bir medya düzeninde kolaylıkla istismar edilebilecek tutum ve söylemler konusunda liderlerden çok parti kurmaylarının dikkatli olması gerekmektedir. Bu siyasi partileri bir araya getiren düşünce “ülkenin içinde bulunduğu olumsuzluklar” olarak görülüyorsa, hiç kimse çıkıp da Türk Milletinin bir arada yaşamasının güvencesi olan Anayasa maddelerine saldıramaz. Eğer böyle bir fikri varsa bu fikir, altı siyasi partiyi bir araya getiren temel tespite aykırıdır. Diğer bir ifadeyle bu görüşü bir siyasi parti olarak savunmak farklı, altılı masa içerisinde savunmak farklı bir şeydir. Altılı Masa sihirli bir formüle sahip değildir. Sadece temel konularda mutabık kalmış altı partiden oluşan bir platformdur. Her birinin ayrı bir tüzel kişiliği ve ayrı programı vardır ama her parti platformda yer almanın da kendi tüzel kişiliğine yüklediği sorumluluğun farkında olmalıdır. Yaklaşan seçimlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli seçimleri olduğunu düşünüyorum ve hiç kimsenin kendisini düşünme lüksü yoktur.
Kaynaklar
(1) https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Dis-Ticaret-Istatistikleri-Eylul-2022-45544, ET. 05.01.2023
(2)https://www.dunya.com/ekonomi/dis-ticaret-2022de-1102-milyar-dolar-acik-verdi-haberi-680315, ET. 05.01.2023
(3) https://www.bloomberght.com/hangi-ulkede-asgari-ucretli-calisan-orani-ne-kadar-2309803/13, ET. 05.01.2023
(4) Allen, Robert C., (2022), Küresel Ekonomi Tarihi Kısa Bir Giriş, (Çev. H.K.Cimitoğlu), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s.14.