Türkiye İçin Kritik Süreç: Sandıkta Buluşalım
İnanç bilgiye karşı çok güçlü duvarlar oluşturur. İnancı destekleyen temeller ne kadar güçlü ise, bu duvarların aşılması o derece zorlaşır. Erdoğan, söylem ve eylemleriyle yönetim biliminin patrimonyal ve patriarkal sularında yüzmeyi çok iyi başarmakta olan bir liderdir.
Sevgili dostlar, 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılan seçimlerde iktidar partisinin oyları bir miktar düşmüş olsa da, Cumhur İttifakı olarak TBMM’deki üstünlüğünü korumayı başardı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise, anket şirketlerinin sonuçlarını yanıltan bir tablo ortaya çıktı. Seçimin sonuçları ikinci tura kalsa da, mevcut Cumhurbaşkanı Erdoğan, ilk turu beklentilerin üzerinde bir oy oranıyla 49,51 ile ilk sırada tamamladı. Yapılan itirazların değerlendirilmesi sonucunda Erdoğan’ın oy oranı 49,28 olarak revize edildi. Bu sonuç, 28 Mayıs 2023 tarihinde sandığın Cumhurbaşkanını belirlemek üzere yeniden kurulacağına işaret ediyordu. Meclis aritmetiği iktidarın istediği şekilde oluşsa da, yürütme gücünün çok güçlü olduğu bu sistemde asıl büyük seçim, cumhurbaşkanlığı seçimidir. Bu nedenle ikinci tur seçiminin Türkiye’nin geleceği açısından çok belirleyici olacağını söyleyebiliriz. Bu seçime ilişkin söyleyeceklerimize geçmeden önce, seçim sürecinin sonucunda ortaya çıkan tabloyu değerlendirmeye çalışalım.
Seçim sürecinde Cumhur İttifakı, gerçeklikle bağı olmayan bir algı stratejisi izledi. Özellikle medya gücünün orantısız şekilde iktidarın kontrolünde olmasıyla birlikte, doğruyu yansıtmayan/eksik yansıtan söylemlerin halk nezdinde karşılık bulması zor olmadı. Ancak bu durum gerçekliğin tüm yönlerini açıklamıyor. Konunun bir diğer boyutu, her şeye rağmen halkta Erdoğan’a karşı oluşmuş/varolan inançtır. Bu inancın sosyo-psikolojik ve sosyolojik temelleri bulunmaktadır. Bunlar anlaşılmadan, inanan insanları suçlamak, bilginin inanç sınırlarını aşmasını kolaylaştırmamaktadır.
İnanç bilgiye karşı çok güçlü duvarlar oluşturur. İnancı destekleyen temeller ne kadar güçlü ise, bu duvarların aşılması o derece zorlaşır. Erdoğan, söylem ve eylemleriyle yönetim biliminin patrimonyal ve patriarkal sularında yüzmeyi çok iyi başarmakta olan bir liderdir. Toplumda bu algıyı güçlendiren tek etkenin Erdoğan’ın liderliği olduğunu söylemek, diğer bütün etkenleri görmemek anlamına gelir ve sorunludur. Ancak biz burada sadece Erdoğan üzerinden bir analiz yaparak konunun sadece bir boyutunu ele alıyoruz. Yani burada dış belirlenim, hukuksuzluk ve diğer faktörleri tartışmıyoruz. Sonuçta toplumda “baba” figürünü temsil eden bir Erdoğan algısının mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bazen karmaşık sorunları basit bir imge açıklıkla ifade edebilir. Ağzı yüzü dağılmış bir kişinin “babamdır, döver de, sever de” ifadesi, toplumdaki “baba” rolünü üstlenmiş lidere karşı duyulan bağlılığı anlatmak için çok uygundur.
Özellikle afet yönetimi açısından devletin bütün kurumlarıyla enkaz altında kaldığı depremden sonra olanı anlamak konusunda bütün toplum sınıfta kalmıştır. Büyük bir felaket yaşayan insanlar, korku içerisinde kendilerini en güvende hissedecekleri yere, “babalarının” kucağına atmıştır. Teknik olarak artçı depremler bitmeden, yeterli bilimsel etütler yapılmadan yapımına başlanacak binaların yeni afet risklerini artırdığı gerçeği, “baba” algısının ve ona olan inancın ötesine geçememiştir. Yapılan hataların yol açtığı kayıpların ve devlet olmanın sorumluluğunun yeterli şekilde yerine getirilememiş olmasının da inanç duvarlarını geçmesi mümkün olmamıştır. Sorun temelde bilginin nasıl, ne kadar zamanda ve hangi kitleye verilebileceği sorunudur. Bunun için öncelikle bu sorunun kamusal bir sorun olarak kabul edilmesi ve bir kamu politikası bütünlüğü içerisinde ele alınması gerekmektedir. Semptomları yok etmek hastalığın yok edildiği anlamına gelmez. İnsanların bir kişiyi devlet yerine koyması da o kişiyi devlet yapmaz. Bu söylediklerimin bir meşrulaştırma veya olumlama olarak algılanmasını istemem. Sadece bilimsel bir yorumlama çabası olarak anlaşılmasını tercih ederim.
İnancın duvarlarının bilgi tarafından aşılması, ancak toplumun bilgi seviyesinin yükselmesine bağlı olarak mümkün olabilir. Herkes aynı anda bilgilendirilemeyeceği gibi herkes aynı anda farklı bir bilinç düzeyi ile rasyonel davranmaya da başlayamaz. Bu, toplum için çok uzun ve sancılı bir süreçtir. Cumhuriyeti kuran kadroların yapmaya çalıştığı, sadece bir ulus devletleşme sürecinin inşası değildir. Aynı zamanda bu sürecin gerekli kıldığı bilinçli ve bilgili bir toplumun inşasıdır. Diğer bir ifadeyle tam anlamıyla bir aydınlanma devrimidir. Aksi halde, egemenliğin tanrısal olandan halka geçtiğine insanları ikna etmeniz mümkün değildir. Burada uzun uzun değinmesek de, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan küresel düzenin Türkiye’ye biçtiği role boyun eğen siyasal iktidarların, günümüzde yaşadığımız sorunların temellerini attığını söylemenin doğru olacağına inanıyorum. Zira bugün yaşanan sorun bir siyasi tercih sorununun ötesinde, Anayasanın 6. Maddesinde yer alan “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” ifadesinin hilafına, Milletin bunun farkında olmaması sorunudur. Bu sorunun oluşmasında 1945 sonrasında bütün hükümetlerin az ya da çok pay sahibi olduğunun da bilinmesi gerekir.
İnanç faktörünün yanına eklenebilecek önemli bir faktör de, bireylerde güçlü olanın yanında olarak pragmatist ve fırsatçı tutum takınmaları ve bundan kendileri için bir çıkar sağlama istekleri olabilir. Devlet kademesinde hiçbir etkisi olmaması gerekirken, il ve ilçelerdeki iktidar partisi örgütlenmesinin kendisine haksız itibar ve makam sağlama gayretindeki ahlak yoksunlarının (ister kamu görevlisi olsun, ister iş insanı olsun) çekim merkezi olması, bunun en somut göstergesidir. Ahlaki olarak kulağa sorunlu gelen bu tutumun toplumda geniş bir kesim tarafından meşru görülmesi ise, toplumsal değişim gereksiniminin istikameti açısından fikir verici bir bilgi olarak değerlendirilebilir.
Devlet yönetiminin her kademesinde bulunan yöneticilerin, hükümetin hukuk dışı talep ve tercihlerine destek olması, yani devlet gücünün belirli bir siyasal grup tarafından adaletsiz kullanımı, millete ait olan egemenliğin gaspı anlamına gelmektedir. Bu durum daha çok, yukarıda anlatmaya çalıştığım lidere olan inançtan ziyade, liderin tercihleriyle alakalı bir oluşumu tanımlar. Bu konuda günümüze kadar, büyük çoğunluğu belgelere dayalı çok fazla yazı yazılmıştır ve konu doğrudan hukukun konusudur. Hafızasını yitiren devletin, bütün kurumlarıyla birlikte hafızası yerine geldiğinde, ödenmesi gereken bedeller, suç işleyen herkes tarafından ödenir. Ama bunlar, bu yazının konusu değildir.
Yaşanan büyük ekonomik kriz, başarısız afet yönetimi ile büyük kayıpların yaşandığı deprem felaketi, iktidarın oylarında bir düşüş yaratsa da bu, bilinçli bir toplumda olması gerekenin çok azıdır. İster din, ister milliyetçilik olsun, inanç ve bunun üzerinden kurgulanan ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı siyaset, halen toplumda hâkim siyasi belirleyiciler olarak görünmektedir. Bu değerlendirmeye göre, muhalefetin çok somut çözüm önerileri içeren, olumlu bir dil üzerine kurgulanmış stratejisi, inanç duvarına çarparak etkisiz kalmıştır, ya da beklenen etkiyi gösterememiştir. Belki böyle bir kampanya bilinç düzeyi yüksek bir toplumda çok büyük bir başarı sağlayabilirdi ancak, sonuçlar muhalefetin doğru bir analizle yola çıkmadığını göstermektedir.
Muhalefet üzerinde iktidarın gerçek dışı ve ahlak dışı propagandasının toplumda karşılık bulması ise sorunun bir diğer boyutudur. Ancak bu söylediklerimden muhalefetin her yönüyle mükemmel olduğu algısı oluşmasını istemem. Açıkça ifade etmek gerekirse, Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin ideolojik farklılığından daha fazla itiraz ettiğim konu, seçime tek listeyle girilmesi stratejisidir. Bireysel tercihlerin tamamen rasyonel temellere dayanması durumunda bu belki doğru bir seçenek olabilirdi. Ama Millet İttifakı’nın, inanca dayalı davranış kalıplarından çıkamayan toplumu doğru analiz edemediğini değerlendiriyorum. Yani seçmen davranışları büyük ölçüde rasyonellikten uzak bir düzlemde oluşmaktadır. Birbiriyle ideolojik olarak farklı çizgide olan partilerin toplumu birleştirici bir algı yaratması mümkünken, ittifak içerisindeki partilerin yetkililerinin açıklamaları, bu amaca ulaşılmasını da zorlaştırmıştır. Toplumdaki bazı hassasiyetlerin ya değerlendirilemediği, ya da yanlış değerlendirildiği anlaşılmaktadır.
Gelinen aşamada, 28 Mayıs’ta seçimde yine aynı toplum oy kullanacaktır. Bu kadar kısa sürede algıları değiştirmek kolay değildir. Bu nedenle muhalefetin mevcut iktidarın seçilmesi durumunda olabilecekleri topluma anlatma çabası daha tutarlı görünmektedir. Bunun birkaç önemli boyutu bulunmaktadır. Ekonomik olarak bitme noktasına gelen ülkenin kredi risk primi (CDS), 700 puanların üzerine gelmiştir. Muhtemel bir Erdoğan zaferinin ardından bunun tahmin bile edilemeyecek seviyelere çıkması muhtemeldir. Bu da, birkaç neslin uzun yıllar yabancı sermayeye çok ağır faizler ödeyeceği anlamına gelmektedir. Diğer yandan ülkede çok büyük bir toplumsal sorun olan “sığınmacı sorunu”, bu seçimde temel belirleyicilerden biri olmaya adaydır. Muhalefetin bu konudaki net tutumunun karşısında iktidar, hiç kimseyi göndermeyeceğini açıkça ifade etmekten çekinmemektedir. Oysa toplumda sığınmacılardan memnuniyetsizlik, çok yüksek boyutlardadır. İktidarın bu konudaki açık tavrı iki ihtimale dayanabilir; ya kendilerine çok fazla güvenmektedirler, ya da ekonomik ve toplumsal çöküşü muhalefetin kucağına bırakmak istemektedirler. İktidarın temelde ortalama ücret düzeyini düşürerek, ülkeyi ucuz işgücü merkezine dönüştürme stratejisi, Türk vatandaşlarının kesin olarak aleyhine bir durumdur. Bununla birlikte ülkeyi çok büyük riskler yaratarak sığınmacı merkezi haline getirmek, bu strateji ile uyumludur ve böyle okunması da düşünülebilir.
Yapılacak ikinci tur seçim, adı konmamış olsa da tam anlamıyla bir referandum niteliğindedir. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, 2018’de uygulanmaya başlanan bu sorunlu yönetim sisteminin kamuoyundaki kabulünün sorgulanmasıdır. İkincisi ise, varsayıma dayalı olsa da, Cumhur İttifakı’nın bileşenlerinin aşırı milliyetçi ve radikal dinci yapısı nedeniyle toplumun geleceğine ilişkin endişelerinin oylanmasıdır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanması durumunda bir anda her şeyin güllük gülistanlık olacağını beklemek, aşırı iyimserlik olur. Ancak ülkenin toparlanmasına ilişkin bir umut olabileceğini düşünenlerdenim. Diğer ihtimal ise bana göre tam bir “cehennem” senaryosu. Bu değerlendirmemi, sosyolojik, ekonomik ve siyasal değerlendirmelerime dayandırıyorum. Muhalefet de birinci turdan farklı olarak ikinci turda “karar ver” sloganıyla bu seçimin toplumda bir referandum olarak algılanmasını benimsiyor görünmektedir. Sonuçta her şeyin ülkemin geleceği için güzel olmasını temenni ediyorum. Bunun için küskünlüklerin, dargınlıkların, hassasiyetlerin değil sadece ve sadece vatan sevgisinin zamanı olduğunu değerlendiriyorum. Pişman olmamak için sandıkta buluşalım.