Site İçi Arama

siyaset

Türkiye Neden Zor Günler Yaşıyor, Zor Zamanlardan Geçiyor?

Vatandaş olamadan, yaşadığı sorunların nedenini anlamayan ve anlamlandırmaya çalışan kullar, yaşadıkları sorunları; hayat pahalılığı, vergi artışı, zamlar vs. biçiminde görme eğilimindedir. Oysa temel sorun, vatandaşlık bilinci ve buna bağlı olarak bütçe hakkıdır, EGEMENLİK’tir.

Sevgili dostlar, ülke olarak çok zor günlerden geçiyoruz ve bu zor günlerin sonunda sorunların ortadan kalkacağına dair güçlü bir işaret görünmüyor. Seçimlere kadar olan süreçte harcanan kamu kaynakları sadece seçim ekonomisi ile sınırlı kalsa, belki toparlanma konusunda daha umutlu olmak mümkün olabilirdi. Bir de bu tabloya 6 Şubat tarihinde yaşanan depremin etkilerini de eklediğimizde, yaşanacak sıkıntının boyutlarının çok büyük olacağını tahmin etmek zor değil. Her ülke kriz dönemlerinden geçebilir. Ancak ülkemizde bu kriz dönemine yönetim ve meşruiyet krizi gibi siyasi krizlerin de eklenme olasılığı yüksek görünüyor.

Bir ülkede insan kaynağının nitelik kaybı bir anda olmaz. Yıllar içerisinde birçok alanda yapılan hatalı kamu politikası tercihlerinin sonucu olarak ortaya çıkar. Nasıl ki, Cumhuriyeti kuran kadroların aldığı yüksek nitelikli eğitimin temelleri, 19. Yüzyılın başlarında 3. Selim ve 2. Mahmut reformlarına dayanıyorsa, eğitimdeki bozulmanın yıkıcı sonuçları da uzun zamanda artarak kendini gösterir. Tekrar toparlanmak için ihtiyaç duyulan zaman da aynı şekilde uzun olacaktır.

Ülkenin nitelikli işgücünün yetiştirilmesi ve ülkede tutulabilmesi hem yönetim sorumluluğu hem de becerisi olarak görülür. Devletin, kamu kaynaklarının bir kısmını harcayarak eğittiği kalifiye işgücünü muhafaza etmek için hiçbir şey yapmayıp, bir de bu işgücünü “giderseniz gidin” diye sıradanlaştırmak, ülkeye ve insanlarına yapılabilecek en büyük kötülüktür.  Ama daha vahimi, bunun rastgele bir söylem olmayıp bir kamu politikasını yansıtmasıdır. Böyle bir kamu politikasının; ülkedeki eğitimin ivme kaybetmesi, ortalama eğitim düzeyinin düşmesi, sanayi ve tarımda ihtiyaç duyulan kalifiye işgücünde eksiklik yaşanması, katma değerli üretim kaybı, fason üretime yönelme, ucuz ve kalifiye olmayan işgücünün emperyalist sömürüye daha açık hale gelmesi gibi birçok olumsuz sonucu olacağını tahmin etmek zor değildir.

Politikayı “değerlerin otoriter tahsisi” olarak tanımlayan Easton, bir devleti yönetme sorumluluğunu ve görevini alan siyasi iktidarın, kamu kaynaklarını kullanma tercihlerinin önemini de vurgulamıştır aslında. Söz konusu tercihler, kamu kaynaklarını belirli bir dönem kullanırken oluşturulan planın (bütçenin) yapısında kendini gösterir. Bütçenin her yıl yasama meclisinden bir kanun olarak çıkması, bütçe hakkının bir yansımasıdır. Tarihsel süreçte “bütçe hakkı” olarak demokrasinin vazgeçilmez ilkelerinden biri olan kavramın temsiliyetle doğrudan ilişkisi vardır. Egemenliğin “kayıtsız, şartsız millete ait” olduğu yönetim biçimlerinde, temsiliyetin doğal bir sonucu olarak “bütçe hakkı” da tartışmaya yer olmayacak biçimde millete aittir. Burada temsiliyetin sorunlu olması, bütçe hakkının millete ait olduğu gerçeğini değiştiremez. Öyleyse siyasi iktidarın birtakım sınırlamalara tabi olduğunu kabul etmek gerekir. Bu sınırlamaların temeli, devletin yapısını, erklerin ilişkilerini ve egemen gücün sınırlarını belirleyen metin olarak Anayasadır.

Anayasa, iktidarların keyfiyetinin sınırını belirler. Buna göre kamu politikası belirleme hakkına sahip olan siyasi iktidarın Anayasa dışına çıkması açıkça egemenlik gaspı olarak tanımlanır. Kamu politikası belirlemede en önemli kavram, Anayasanın ruhunun da yansıtan kamu yararı kavramıdır. Yani sadece siyasi iktidar değil, bütün devlet kurum ve kuruluşları, her işlem ve eyleminde kamu yararını gözetmek zorundadır. Aslında bu ölçü tek başına, iktidarın sınırlarını büyük ölçüde belirlemektedir. Ancak ortalama eğitim seviyesinin ve eğitim kalitesinin düşük olduğu toplumlarda, genelde Anayasa ve yasalar, özelde Anayasal olan laiklik, hukuk devleti ve demokrasi, siyasi iktidarların her fırsatta aşmaktan çekinmeyeceği engeller olarak görülmeye başlar. Burada da keyfiyet başlar. Hukukun buna karşı çaresiz kalması ise, ayrı bir tartışma konusudur. Yeter ki; kamu yararı bir kez görmezden gelinmeye görsün.

Buraya kadar, yazılarımda daha önce farklı şekillerde defalarca anlattığım konuları yeniden özetledim. Bunu yapma sebebim, yaşadığımız ve yaşayacağımız sıkıntıların tesadüfî ya da tanrısal olmadığını anlatmak içindi. Özellikle 2018 yılından itibaren uygulanmaya başlanan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”, kamu yararı kavramının sadece Anayasanın ruhunda bulunan hoş bir iyi niyet ifade eden bir kavrama dönüşmesine neden olmuştur. Kamu politikası süreçlerinin tamamen ortadan kalktığı, bir tek kişinin “ol” dediği bir yapı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla kamu politikası tercihlerinde kamu yararının gözetilmesi zorunluluğu da fiilen ortadan kalkmıştır.

Açıkça Anayasanın 24. Maddesine aykırı olarak dini referanslar (görünürde) kamu politikasının temel belirleyicisi haline dönüşmüştür. Bu yapının Fransız Devrimi öncesi rejimle bir benzerliği vardır. Siyaset biliminde “Eski Rejim” (Ancien Regime) olarak bilinen kavram, 1789 Fransız Devrimi’nin öncesindeki yaklaşık 300 yıllık merkezileşmiş yönetim sistemini içerse de, siyaset bilimi yazınında “kurumsal olarak durgun, ekonomik olarak statik, kültürel olarak durgun ve sosyal olarak bölünmüş”(1) bir yapıyı tanımlamak için kullanılmaktadır. CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın bir dönem AKP iktidarı için yaptığı bu betimlemeyi, bu açıdan okumak gerekir. Şunun altını çizmek gerekir ki, bu sorunlu yapıdan çıkış, tarihsel olarak hiçbir zaman evrimsel olmamıştır.

Türkiye’de özellikle seçimden sonra oluşan toplumsal gerçeklik, muhalefetin neredeyse paramparça olmasıyla sonuçlanmıştır. Burada muhalefetin büyük hatalarını yazılarımda kısmen dile getirmeye çalıştım. Ama en büyük sorun, ittifakın sınırlarının çizilmesinde yapılan stratejik hatadır. Aslında sadece “güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş” için belirgin bir ortak hedef belirlenmesi yerine, farklı ideolojileri aynı politika zemininde buluşturmak gibi ütopik bir hedef belirlenmiştir. Ortak politikalar metni çok değerli bir metin olsa da, toplumsal siyasi gerçeklikle uyuşmamıştır. Askerlikte çok önemli bir ilke vardır; “Stratejik alanda yaptığınız hataları taktik alanda düzeltemezsiniz”. Bunun yanında lider bağımlı siyasetin sakıncaları, Cumhuriyetin en önemli siyasi partisinin seçim stratejisinin iflası ile sonuçlanmıştır. Buradan bir başarı hikâyesi çıkarmaya çalışmak, olsa olsa tevdi edilen görevin yapıldığına birilerini ikna etme çabasından öteye geçemez.

Muhalefetsiz bir siyasi ortam kurgusu, uluslararası güçlerin sisteme müdahalesi olmadan kolayca gerçekleşemez. Bütün yaşananlara bakıldığında, toplumsal gerçekliğin pratiğinden kopuk bir siyaset tarzı ile toplum muhalefetsizleştirilmiştir. Buradaki birçok kırılma noktasından bana göre en önemli olanı, 2017 referandumunda kopması gereken kıyametin kopmamış olmasıdır. Kanuna aykırı olarak geçerli sayılan oylarla bir ülkenin rejimi fiilen değişmiş, halkın egemenliği gasp edilmiş ve Anayasa açıkça ihlal edilmiştir. Buradan sonra yaşananların çok fazla bir önemi yoktur. Bu ortamda oluşacak tepkilerin önünü tıkayan insanın da bugün demokrasi havariliğine soyunmaya hakkı yoktur. Bana göre bu topluma karşı işlenen en büyük suç, eylemselliğin öldürülmesidir ve bunda “Ana Muhalefet” liderinin payı çok büyüktür.

Anayasanın 101. Maddesine aykırı olarak, söz konusu maddenin son seçimlerdeki ihlali, “sıradan bir Anayasa ihlali” olarak tarihteki yerini almıştır. Yani Atatürk devrimleri fiilen sona ermiştir. Artık egemenlik kayıtsız şartsız milletin falan değildir. Bu masalla uyuyanlara “iyi geceler” demek dışında bir çözüm kalmamıştır. Burada meşruiyeti sorgulamak da yersizdir. Çünkü yönetim fiilen “Tiranlık” olmuştur. Darbe çığırtkanlığı yapanlar, devletin varlığına karşı uyguladıkları darbeyi gizlemeyi başarmıştır.

Atatürk devrimlerinin temeli, egemenliğin halka ait olduğu yeni bir Türk devletinin inşasıdır. Bu temel, O’nun üstün öngörüsüne ve çok ileri düzeydeki tarih bilgisine dayanır. Atatürk, kaçmakta olan treni yakalamak için “ulus-devlet” yapısının zorunlu olduğunu görmüştür. Burada önündeki en büyük zorluk, tarihsel ve kültürel olarak kulluk bilinciyle hayatını sürdüren bir toplumda vatandaşlık bilincini yeşertmektir. Atatürk bu zorluğu aşmak için çok mücadele etmiş, hatırı sayılır da bir mesafe kat etmiş olsa da, ömrü yetmemiştir. Kulluktan vatandaşlığa geçiş tamamlanmadan, egemenliğin halka ait olduğunu halka anlatmak neredeyse imkânsızdır. Burada farklı görüşler olsa da, ben kırılmanın 1950’de başlayan Demokrat Parti iktidarı dönemi olduğunu düşünüyorum. Burada da 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan uluslararası konjonktürün önemli ve etkili olduğunu da ayrıca görmemiz gerekir. Sonrası ise burada tartışılamayacak kadar önemli ve uzun bir konudur.

Vatandaş olamadan, yaşadığı sorunların nedenini anlamayan ve anlamlandırmaya çalışan kullar, yaşadıkları sorunları; hayat pahalılığı, vergi artışı, zamlar vs. biçiminde görme eğilimindedir. Oysa temel sorun, vatandaşlık bilinci ve buna bağlı olarak bütçe hakkıdır, EGEMENLİK’tir. Vatandaşlık bilinci için öncelikle dinin devletin (olumlu/olumsuz) müdahale alanından çıkması gerekir. Ancak bunun için bütün tarihsel birikimin sonucu olarak Anayasaya konmuş olan “laiklik” ilkesinin sımsıkı savunulması gerekmektedir. Günümüzde bu konuda kendisini “kanaat önderi” gören bir kısım vasıfsız ve kifayetsiz insanların değerlendirmelerinin açıkça Anayasaya aykırılık teşkil ettiği ortadır. Ancak muhalefetsiz bir toplumda hiç kimse buna tepki göstermemektedir. Özür dilerim, “Hangi Anayasaya?” demeliydim…

(1) https://tr.wikipedia.org/wiki/Ancien_R%C3%A9gime

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 24.07.2023
  • Süre : 4 dk
  • 1516 kez okundu

Google Ads