Amerikan Rüyasının Sonu ve ABD-Çin Rekabetinin Stratejik Çerçevesi
Amerika Birleşik Devletleri, dünya sahnesine başat bir güç olarak 1890’larda adım atmıştır. Ülkenin kurucu babalarının yazdığı Amerikan felsefesi, ‘seçilmiş insanların’ ülkesinde yükselecek Amerikan gücünün, tüm dünyada Amerikan rüyasının gerçekleştirilmesine hizmet etmesi temeline oturtulmuştur.
Başat Güç ABD
Amerika Birleşik Devletleri, dünya sahnesine başat bir güç olarak 1890’larda adım atmıştır. Ülkenin kurucu babalarının yazdığı Amerikan felsefesi, ‘seçilmiş insanların’ ülkesinde yükselecek Amerikan gücünün, tüm dünyada Amerikan rüyasının gerçekleştirilmesine hizmet etmesi temeline oturtulmuştur.
Amerikan film dünyasının fenomeni Amerikan rüyasından anladığımız şudur: Tüm bireylerin elinden gelenin en iyisini yapması, en iyisini başarmak için uğraş vermesi gerekir. Bunun karşılığında konforlu bir yaşam sürmekle ödüllendirilmesi beklenir. Tüm bireylerinin kendi hayatlarını en üst seviyeye çıkarma uğraşıları, kolektif olarak, nihayetinde Amerikan toplumunun, dünyanın diğer toplumlarından daha üst seviyeye çıkmasını sağlar. Böylece zenginlik ve refah içinde yaşayan, özgürlükçü, eşitlikçi ve dayanışmacı bir Amerikan toplumunun inşası elbirliğiyle gerçekleştirilir... Rüyada söylenmeyen ancak tüm dünyaya ABD devletinin artık gelenekselleşen zora dayalı uygulama ve yaptırımlarının bir sonucu olarak, Amerikan rüyasının gerçekleşmesinin önünde hiçbir engelin çıkmasına müsaade edilmemesi, Amerikan dış politikasının özünü oluşturur. Bu rüya tasviri, her Amerikan vatandaşının olmasa da Amerikan toplumunun bilinçaltı özlemlerini ve temel değerlerini temsil etmesi yönüyle önemlidir. ABD’nin modern dünya sistemindeki yerini, yapmak istediklerini anlamak açısından öğreticidir.
Yirminci yüzyılın sonuna doğru yaklaşırken, tüm kötülüklerin kaynağı Sovyet Komünizmi, 1989’da yıkılan Berlin duvarıyla birlikte, paramparça olmuştur. Artık Amerikan rüyasının bir hakikate dönüşmesinin önünde hiçbir engel kalmamıştı. ‘Baş Melek’ ABD için fırçayı eline alıp, dünya tuvalini pembe rüyasına göre boyama dönemi başlamıştı. Sovyetler sonrasında, ulusçuluk akımlarının geciken hesaplaşmasına ve Avrupa'nın önde gelen devletlerinin çıkarlarının tezahürü olarak ortaya çıkan eski Yugoslavya'nın parçalanma sürecindeki savaşlar, ABD'ye barışın garantörü rolünü oynama fırsatı vermiştir. Afrika kıt’asındaki kabile devletlerinin soykırıma varan uygulamalarında ya da dünyanın çeşitli yerlerindeki yeni iktidarlar yapılarının icat edilmesinde, Amerika’nın ayak sesleri gündemi belirlen ana unsur olmuştur. Amerikan kudretinin vücut bulmuş hali olan Amerikan Ordusu, dünyanın dört bir yanındaki üsleriyle, Amerika’nın müttefiki ülkelerin topraklarında ve özellikle açık denizlerde, dünyanın gidişatını yön veren bir kutup haline gelmiştir. Bu minvalde Amerikan toplumu, Batı medeniyetinin küresel bir medeniyet olma özlemine kavuştuğu yanılsamasını, Amerikan rüyasının 'gerçekleşmiş' hali olarak görmek ve inanmak istemiştir.
11 Eylül saldırısı, bu tılsımlı dünyanın güzellikleriyle meşgul Amerikan rüyasına 2001 yılında kâbus gibi girmiş, Başkan Bush’un karabasanlar görmesine neden olmuştur. Doğru dürüst parası ve adamı olmayan, bir nevi çapulcu takımı olarak görülebilecek fanatik müminler çetesi, hem de ABD topraklarında bir anda ciddi bir saldırı düzenleyebilmiştir. New York ve Washington’da binlerce insanın ölümüne, simge binaların yıkılmasına sebebiyet veren bir saldırı, Amerikan toplumu için gerçekten şoke edici ve yıkıcı olmuştur.
‘Cüretli ve etkili’ bu türden bir saldırı karşısında, başlangıçta cezalandıracak bir odak bulamayan ABD, saldırıyı düzenlediklerine dair delillerin ortaya çıkmasıyla birlikte, 9/11’in faturasını Amerikan beslemesi el-Kaide militanlarına kesmek için kolları sıvamıştır. Neticede bu hadise, oğul Bush’un liderliğinde, uyku sersemliğiyle sağa sola saldıran bir ABD ile dünyanın geri kalanını baş başa bırakmıştır.
Pearl Harbour baskınında dahi bu kadar hazırlıksız yakalanmayan ABD; teröristlere hak ettikleri dersi bir an önce verme güdüsüyle harekete geçmiş, el Kaide örgütüne kucak açan Taliban yönetimindeki Afganistan’ı işgal etmek gibi stratejik bir hata işlemiştir. Yetmemiş, arkasından, Irak işgalini, konuyla ilgisi olmasa bile, kendisi için meşru bir hakmış gibi dünya gündemine sokmuştur.
Oysa, bu iyi planlanmış, Amerikan istihbaratını atlatarak muharebe sahalarında gördüğümüz ‘sürpriz’ ve ‘aldatma’ taktiklerine göre icra edilmiş olan terörist saldırıyı, eğer ABD sağduyulu hareket edip, zamanında doğru okumayı becerebilseydi, muhtemelen dünyada son 20 yılda Amerikan askerlerinin postalına bu denli kanın bulaşmasına gerek kalmazdı. Böylece, gününüz insanlığı tarafından daha kabul gören bir ABD devletinin varlığı ve yine Amerikalılardan daha az nefret eden bir dünya toplumunun devamı mümkün olabilirdi diye düşünüyoruz.
Başlığımıza dönecek olursak, günümüz dünyası; yükselen değerleri temsil ettiğini söyleyen ABD’nin rakipsiz askeri gücüne dayalı askeri yayılmacı politikaları ile değerler bağlamında herhangi bir iddialı söylemi olmayan ancak dünyanın bir numaralı ekonomik gücü olduğu tartışmasız kabul edilen Çin’in yumuşak yayılmacı politikaları arasında gel-git’ler yaşamaktadır. ABD karşıtlığının yüksek olduğu toplumlar açısından, Çin’in ne ölçüde ‘kurtarıcı’ bir rol oynayacağı, hegomonik güç olup olmayacağı benzeri soruların cevapları henüz net değildir. Buna rağmen, gücü gerileyen ABD karşısında, yükselen bir Çin’i alkışlayanların sayısı azımsanamayacak ölçüde artmıştır.
Geldiğimiz noktada, “ABD, acaba neyi yanlış yapmıştır?” sorusunu kısaca irdelemek, analizimiz açısından faydalı olacaktır. II. Dünya Savaşı sonrası koşulları, ABD’ye, tarihte eşine pek rastlanmayan uluslararası hegemonya kurma olanağı sunmuştur. Böylece, Amerikan hegemonyasına dayalı dünya düzeni, Sovyetlerin dengeleyici gücüne rağmen, dünyada yanlış giden her şeyden Amerikalıların sorumlu tutulması anlayışını da beraberinde getirmiştir. Bu manada “Amerikan karşıtlığı” hissiyatının oluşmasına sebebiyet vermiştir. Büyük güçlerin sahip olduğu ‘kendini beğenmişlik’ duygusunun, kaçınılmaz olarak karşı tepkileri doğurmasını normal kabul edebiliriz. Hatta ideolojik bölünmüşlük kaynaklı küresel boyutlu fikir ayrılıklarının bir yansıması olarak, ortaya çıkan Amerikan aleyhtarlığını da bir dereceye kadar dikkate almayabiliriz. Vietnam iç savaşında Amerika’nın tutumuna, bu ülke insanını yıllarca bombalamasına yönelik bir tepkinin koyulmasını da anlamlı bulabiliriz. Ancak, Sovyet rejiminin çökmesine rağmen, Amerikalılardan nefret eden (bazen haklı, bazen mantık dışı olsa da) azımsanamayacak bir insan grubunun var olmaya devam etmesi, Amerikan rüyasının, bundan böyle ne derece geçerli olabileceği bağlamında, düşündürücü sonuçları içinde barındırmaktadır.
ABD’nin müttefikleri olan ülkelerdeki halkların çoğunluğunun, kendi dünya görüşlerinin, ortak değerlerinin ve inanç sistemlerinin devamı için Amerikan liderliğini gerekli görmesi bağlamında ABD gücünün küresel kullanımını desteklemesi; ABD politikalarının bugüne kadar devamına bir bakıma meşruiyet sağlamıştır diye değerlendiriyoruz.
Batı toplumu, Amerikan iktidarlarına bir bütün olarak küresel sistemin ihtiyaçlarına hizmet ettiği inancıyla destek vermiştir. “Ortak Batı değerlerinin inşa edilmesi adına”, Amerikan ordusunun toprak işgalleri, arada çıkan cılız muhalif seslere rağmen, genel manada Batı dünyasında kabul görmüştür. Batı toplumunun yandaşlığı; küresel boyuttaki Amerikan karşıtlığı hissiyatının, Amerikan toplumu tarafından gerçekte olduğundan daha az seviyede hissedilir olmasına hizmet etmiştir.
11 Eylül saldırısı, kısa süreli de olsa, Amerikan halkına karşı duyulan sempati ve dayanışma duygusunu dünya genelinde artırıcı bir rol oynamıştır. Amerikan rüyasını, gerçeklik düzlemine taşıyan ABD ordusunun Afganistan’ı işgali ve sonrasında Irak’a saldırması, Amerika’ya öfke duyanların yüksek sesli itirazlarının gündeme gelmesine neden olmuş, önceden var olan Amerikan karşıtlığının daha da büyümesine yol açmıştır.
Amerikan aleyhtarı olanlar, sadece askeri operasyonlara karşı oldukları için karşı safta yer almamıştır. Küresel ekonomik düzende yanlış giden şeylerin hesabı da ister istemez, Bretton Woods düzenlemeleriyle küresel ekonomiye yön veren ABD’ye kesilmiştir. 1980’lerin Washington Uzlaşılarının bir uzantısı olan küresel boyutlu neoliberal dayatmalar, dünya genelinde kalkınmacı devlet anlayışının rafa kaldırılmasına neden olmuştur. Devletlerin küçüldüğü, dış etkilere daha fazla maruz kaldığı bir dünyada, IMF ve Dünya Bankası yetkililerinin pansuman tedbirleri, çeşitli ülkelerde peş peşe yaşanan mali krizleri dindirmek için yeterli olmamıştır. Üstelik, küresel büyümenin etkisiyle, 2008 yılında iyice artan emtia ve tarım ürünleri fiyatlarıyla birlikte, Amerikan taşınmaz mal piyasasındaki öngörülen ancak önlenemeyen çöküş, 1929 krizini aratmayan bir küresel karamsarlığa insanoğlunu sürüklemiştir.
ABD’de 1990’ların patlama yapan borsası, düşük işsizlik rakamları, düşük enflasyon ve azalan borçlar, ‘düşmansız’ kalan Amerikalıları, ‘rüyalarının” gerçekleşmekte olduğuna inandırmıştı. Şimdi ne olmuştu da Amerikan liderliğinin ekonomik politikaları da çuvallamış, ABD’yi kurtarmak adına yapılan şeylere dünyanın geri kalanı tepkiler vermeye başlamıştı?
İktisat dünyasında tartışıldığı üzere, 1970’lerden itibaren dünyanın güçlü ekonomik odakları olan ABD, Japonya ve Batı Avrupa’da ‘gerileme’ zaten başlamıştı. Mali tedbirler, şirket evlilikleri, üçüncü dünya ülkelerine kaydırılan fabrika bacaları vb. yönelişler, ihtişamlı Batı ülkelerindeki ekonomilerin düşüşünü engelleyememişti. Dünyanın dört bir yanında feci bir ekonomik sancı söz konusuyken, Amerika’nın militarist çözümlemeye dayalı askeri operasyonları, ABD karşıtlığı bağlamında yeni tepkileri doğurmuştu. Sadece savunma sanayiini öne çıkaran bir ekonomik çarkın, dünyanın karnını doyurmak için anlamı olmadığını ABD politikacıları görmek istememişti.
Bu arada, Çin ve Hindistan gibi yüksek nüfuslu ülkelerde gözlenen ekonomik büyüme, dünya toplumları için bir umut kapısı olmaya başlamıştı. Özellikle Çin, adeta dünyanın fabrikası olarak nitelenir hale gelmiş, “made in China” malları tüm dünyanın kullanımına sunulmuştu. ABD’nin Irak ve Afganistan ile stratejik meşguliyeti; Asya-Pasifik merkezli Çin’in küresel ölçekli yükselişini kısmen ıskalamasına, en hafif tabirle, göz ardı etmesine neden olmuştur. Böylece, Amerika’nın geleneksel rolünü baltalayan, ABD yerine Çin’i kendilerine birinci derecede ticari ortak olarak gören ülkelerin sayısı Amerika’nın aleyhine artmıştır. Bu durumun yansımaları Asya Pasifik bölgesinde de görülmüş, bölgede büyük bir güç kaymasını, bölge ülkelerinin zikzaklı politikalara yönelmesini beraberinde getirmiştir.
Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD sadece Sovyet Rusya’yı kuşatmakla yetinmemiş, Çin’in periferisindeki ülkelerde de konuşlanmayı gerekli görmüştür. Çin'in komşusu demokrasilerle, stratejik ortaklıklar düzenleyerek Çin’i “yumuşak çevreleme” politikasıyla kontrol altında tutmak isteyen ABD’nin; Japonya, Avustralya ve Hindistan ile kurduğu, bazılarına göre Asya’nın NATO’su olan QUAD (Dörtlü Diyalog) ittifakı, bu politikanın bölgedeki yansıması olmuştur. 1991’den itibaren ekonomik hayatında liberalleşmeyi benimseyen Hindistan, Batı dünyasından destek görmeye, ABD ile ikili ilişkilerini, askeri boyut dahil geliştirmeye özen göstermiştir. Bunun karşılığında Avustralya’dan uranyum ithal edebilmesinin dahi önü açılan Hindistan; Arunaçal Pradeş eyalet sınırına yönelik sorunlar ve Tibet platosunda konuşlu nükleer füzeler nedeniyle Çin’e karşı izlediği geleneksel ihtiyatlı politikasını, ABD ve müttefiklerinin safında yer alacak şekilde değiştirmiştir. Böylece, Washington güdümünde yürütülen Çin’i ‘kontrol altına alma’ çabalarına Hindistan’ın da kolaylıkla dahil edilmesi söz konusu olabilmiştir.
Güney Çin Denizi’ndeki geçmişten gelen toprak anlaşmazlıkları; bölgedeki ülkelerin çoğunluğunun (Filipinler, Endonezya, Malezya, Vietnam Tayvan, Güney Kore ve Japonya), Çin ile kuvvetli ticari bağlarının varlığına rağmen, ABD’nin müttefikleri olarak, Çin’in karşısında yer almalarına neden olmaktadır. Türkiye, Ege Denizi ve Yunanistan ana kıtası toplamı kadar bir coğrafi büyüklüğe sahip bu denizdeki aidiyeti sorunlu adaların (Spratly, Pratas vb.) durumu, kontrolsüz bir şekilde sun’i ada inşa politikaları ve ekonomik bölgelere yönelik her ülkenin kendi çıkarları doğrultusundaki hak talepleri, Güney Çin Denizi’ni çözümsüzlük ve istikrarsızlık üreten bir güvenlik sorunu haline getirmiştir.
Obama yönetiminin 2011’de uygulamaya soktuğu ABD’nin “Asya'ya Dönüş” politikası, Amerikan dış politikasındaki kaynakların ve önceliklerin Avrupa ve Ortadoğu’dan Asya-Pasifik bölgesine kaydırılmasının önünü açmıştır. Güney Çin Denizi’ndeki Çin'in hak iddialarını ve politikalarını reddedecek kadar karşı bir duruşa geçen ABD, Doğu Asya ülkelerine yoğun bir şekilde yatırım yapmaya başlamıştır.
Bu bağlamda, Çin'in politikalarında da militarist söylemler belirleyici olmaya başlamıştır. 2012 yılında Çin Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri olan Xi Jinping’le beraber, bölgesel güvenlik alanında katı bir tavır takınan bir Çin politikası izlenir olmuştur. Nitekim, Çin’in bölgedeki hak ve menfaatlerini korumak için gerektiğinde askeri güç kullanmaktan çekinmeyeceği bağlamındaki söylemlerinin tonu artmıştır. Çin’in temel politikası olarak geliştirilen barışçıl yükseliş politikasından daha milliyetçi ve iddialı bir Çin söylemi ortaya çıkmıştır. Çin’in artan askeri harcamaları, füze denemeleri, nükleer denizaltıları, beşinci nesil uçakları, uçak gemisi vb. askeri yeteneklerini artırıcı gayretleri, bölge ülkelerinin ‘korkularını’ kamçılamak için ABD tarafından kullanılmıştır. Bu arada, yükselen Çin’in 2013 yılında Tayvan'ın doğusuna doğru, Doğu Çin Denizi’ndeki de facto genişleme açılımı, başta Japonya olmak üzere, bölge ülkeleri açısından, kendi hak ve menfaatlerine yönelik ciddi bir tehdit olarak görülmüştür. Bir dönem QUAD oluşumundan çıkmayı düşünen Hindistan ve Avustralya, Çin’in artan askeri kapasitesini durdurmak için tekrar oyuna dahil olmuştur. Geçtiğimiz günlerde kurulan AUKUS (Avustralya, İngiltere ve ABD) ittifakı ise Asya-Pasifik bölgesindeki güvenlik arayışlarına yeni bir tartışma zemini eklemiş, suların ısınmasına neden olmuştur.
ABD’nin ‘çıkarları, ortak güvenlik ve jeopolitik hedefleri’ doğrultusunda QUAD, AUKUS benzeri oluşumlara yönelmeye, var olanları kuvvetlendirmeye çalışacağı aşikardır. Çin’in özellikle askeri yükselişine karşı inşa edilecek her oluşum, adeta Çin’e karşı, ‘koruyucu kalkan’ olarak lanse edilmektedir. Amerikan savunma sanayii için potansiyel kapıların açılmasını sağlayan bu tür oluşumlar veya ittifaklar kazanç olarak görülürken, ‘Çin’i kuşatma girişimlerinin’ bölgeyi istikrarsızlaştırıcı rolü göz ardı edilmektedir. 20 Eylül’de Avrupa toplumuna, Pekin’in askeri güç inşa sürecini caydırıcı oluşumlara destek verilmesi gerektiği yönünde bir çağrı yapan Japon Savunma Bakanının çıkışı, Hint-Pasifik coğrafyasında ‘güvenlik ikilemi (dilemma)’ sorunsalına adeta açık bir davetiye olarak okunması gerektiğini değerlendiriyoruz.
Bu yazıda yararlandığımız bazı kaynaklar
Argav H. (2000). Batının Yeni Doğu Seferi, Peri Yayınları, İstanbul
Davidson H. (2021). “Japan urges Europe to speak out against China’s military expansion”, The Guardian, 20 Eylül, <https://www.theguardian.com/world/2021/sep/20/japan-urges-europe-to-speak-out-against-chinas-military-expansion?utm_source=Sailthru&utm_medium=email&utm_campaign=EBB%209.21.21&utm_term=Editorial%20-%20Early%20Bird%20Brief>, s.e.t.21.9.2021.
Kissinger H. (2012). Diplomasi. Çev. Kurt İ.H., Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, XI. Basım, İstanbul
Wallerstein I. (2015). Amerikan Gücünün Gerileyişi, Çev. Birkan T., Metis Yayınları İkinci Basım, İstanbul