Türk Siyasi Kültürüne Bir Eleştiri
İktidar olmanın devletin ve ülkenin nimetlerini "yemek" demek olduğu anlayışı, tüm toplum tabakaları tarafından normalize edilmiştir. Muhalefet olmak da "yemeyin" demek ve bu iktidar zamanında nimetlerden arzu ettikleri şekilde yararlanamayan hoşnutsuz kesimlere, bizi desteklerseniz size de bir gün "yemek" mümkün söylemine indirgenmiştir.
Türkiye’de İktidar-Muhalefet İlişkisinin Kökenleri:
Günümüz Türkiye’sinde birey-toplum-devlet ilişkilerinin kurulduğu toplumsal, iktisadi ve siyasi yaşam alanlarında cereyan eden pek çok gerilim alanının (din-laiklik, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, özelleştirme-devletleştirme, devlet-sermaye-medya ilişkisi, özgürlük-despotluk, demokrasi-otokrasi gibi) tarihi arka plan unsurlarına bakılması gerekir.
Türk devlet geleneğinde gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet Türkiye’sinde hükümet etme yetkisini elinde bulunduranların ekseriyetinde, ilk başlarda olmasa bile zamanla belirli oranda hegemonik bir resmî ideoloji ile bütünleşen devlet-hükümet birlikteliği oluşmaktadır. Bu birliktelik arayışı çoğunlukla, hukuk kuralları ve geçerli sistem dahilinde hükümeti kuran partinin halkın katında kendisini meşrulaştırmasına, devlet ile kendisini eşdeğer görmesine yol açabilmektedir.
Bu durum, tarihsel süreç içinde Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkilerini hem toplumsal hem de siyasal boyutlarıyla ‘çarpık’ ve o derece de ‘cepheci’ bir boyuta taşıyabilmektedir. Kültürel/toplumsal ve siyasal kutuplaşmaların zemin oluşturduğu iktidar-muhalefet ilişkilerinin, her dönemde farklı nedenlerden kaynaklanıyor gözükse de, almış olduğu içerik ve biçimi anlamanın yolu tarihsel ve toplumsal koşulları ile Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkilerinin kurumsallaş(ama)masını anlamaktan geçmektedir.
Yerleşik Siyasal Kültürle İlintili Geleneksel Yapı:
Cumhuriyet; zihniyet ve kurumsal olarak çok köklü bir değişim sürecinin yaşanmasına yol açmışsa da, devlet-toplum ilişkisi Cumhuriyet’in kurucu babalarının hayallerini aşamamıştır. Bu nedenle, Osmanlı’dan miras geleneksel devlet yapısı ve işleyişi; topluma geleneksel bakışını değiştirmeye şekilsel kalıplar hariç yanaşmamıştır. Nihayetinde toplumun devlete karşı duruşu, davranış kalıbı genel hatlarıyla muhafazakâr kalmış, Osmanlı’dan günümüze büyük oranda toplum yapısı da devlet yapısı da bir değişikliğe uğramadan devam edegelmişlerdir. Aslında bu durum, biraz da Türk siyasi yaşamında iktidar ve muhalefeti de kapsayacak şekilde Türkiye’nin tarihi ve sosyal damarlarından gelen yerleşik siyasal kültürüyle ilintili görülmelidir.
Bir ülkede hâkim olan siyasal kültür; özellikle kamu kurumlarına yön veren siyasal gelenekler boyutuyla ele alınmalıdır. Bu yönüyle, Türkiye’nin siyasal kültürünün bir bütün olarak geleneksel manada kamusal bir ruha sahip olduğu kolaylıkla iddia edilebilir. Devlet mitosunun ve bürokratik yönetim geleneğinin yön verdiği bu siyasal kültürde, toplumun tüm kesimleri, kısa zamanda yönetimde söz sahibi olanlarla kendisini özdeş kılmayı, diğerlerini ‘ötekileştirmeyi’ bir gelenek haline getirmektedir. Bu nedenle olsa gerek, iktidar tekelini ele alan parti ve taraftarları, ‘devlet’ haline kolaylıkla gelebilmektedirler. Yaygın bir söylemle, ‘dün, dündür, bugün, bugündür!’ iktidar-muhalefet arasındaki yer değiştirmeler için de geçerli olabilmektedir.
Böyle olunca da Türkiye’nin siyasal kültürü, siyasi ortodoksiden en küçük sapmaya karşı büyük bir tahammülsüzlük göstermeye yay yüklü seyretmektedir. Muhalif sesler veya hareketler, ‘fitne’ ya da ‘bölücülük’ suçlamasıyla toplum ve siyaset dışına kolaylıkla itilebilmektedir. Bunun nedeni, toplum ve devlet katında ‘tek bir hakikat’ bulunduğu fikrinin yaygın bir kanaat olarak toplum ve devlete, geleneksel iktidar eliyle hâkim kılınmasıdır. Toplumsal bütünlüğünü kutsayan Türk siyasal kültüründe, topluluğun ruhu geleneksel bir anlayışın sonucu olarak, bölünemez bir niteliğe büründürülür.
İktidar Partisinin Devlet Haline Gelmesi:
Bu durumun kökünde Türk-İslam imparatorluklarından Osmanlı’ya oradan da Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal eden ortodoks siyasi kültür vardır. Bu kültürün kodlarında; devlete toplumun genel uyumunu sağlamakla görevli bir araç olarak bakılmaktadır. Aynı şekilde iktidara gelen parti de kendisini devlet olarak görmekte, buna soyunmaktadır. Devlet/iktidar partisi birlikteliği, hükümet-devlet ayrımının ortadan kalkmasına yol açmakta, hükümetin ise “tek doğru görüş hükümetin temsil ettiği görüştür, devlet de hükümettir” tarz ve tutumuyla vesayetçi bir biçimde toplumu gütmeye meyilli bir anlayışla hareket etmektedir.
Bu türden bir siyasi kültürde, devletin İslamcı, Komünist, Faşist, Muhafazakâr, Demokrat, Sosyalist vb. bir kimliğe sahip olmasının aslında bir önemi kalmamaktadır. Asıl olan devlettir ve bu yönüyle de o anda devleti yöneten iktidar partisi kim ise, devlet o olmaktadır.
Demokratik rejimlerde muhalefetin aslında iktidardan daha önemli bir siyasal mekanizma olması beklenir. Ancak, Türk siyasal kültüründe muhalefetin iktidar karşısındaki kurumsallaşma biçimi sorunludur. İktidar partisinin devlet haline geldiği Türk siyasal kültüründe siyasal muhalefet, toplumsal yapının her bir yönünü (ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlarıyla) temelli bir tartışma konusu yapmaktan ve iktidarı aşıp ona yol gösterici olmaktan adeta azade kılınmıştır.
Osmanlı Patrimonyal Yönetim Geleneğinin Günümüze Yansımaları:
Osmanlı Devleti, Weber’in geleneksel otorite tipleştirmesinden birisi olan patrimonyal yönetim geleneğinin tipik bir örneği olarak, meşruiyetini gelenek ve dinden alan padişahın tüm ülke ve ülke sınırları içinde yaşayanların üzerinde bulunduğu tüm mülkün sahibi olduğu yasallık zemininde işleyen bir siyasal mekanizmaya sahipti. Aslında Osmanlı devlet rejiminin en önemli yanını, dinsellikten ziyade geleneksellik teşkil etmiştir. Bu gelenekselliğin çıkış noktasının, Tanrı tarafından daha önceden konulmuş ve yüzlerce yıldır uyula gelen kurallar olduğu, atalardan miras bu devletin/kurulu düzenin meşruluğunun sorgulanamayacağı, devlet-ebed sistemi yani siyasi rejimi bu meşruluk/geleneksellik ilkesinin ayakta tuttuğu anlayışı Osmanlı’da esas alınmıştır.
Geçmişte padişahın kişiliğinde toplanan patrimonyalizm, iktidar dağılımının egemen biçiminde bir statü olarak Türk siyasi ve idari yapısında egemen konumunu ‘geleneksel bir kurum’ olarak günümüzde de garip bir şekilde korumaktadır. Osmanlı’dan günümüze çok sayıda ‘biçimsel’ değişim gerçekleştirilmesine, hatta Batı toplumlarının hukuk kuralları ve kanunları dahil her şeyinin birebir Türk devlet sistemine adapte edilmesine rağmen, ‘güçlü devlet-zayıf toplum’ anlayışı ve tarzı Türk toplum ve devlet yapısında bir değişikliğe uğramamıştır. Önceleri kendilerini Padişaha, Tanzimat’la birlikte devlete sadakatle özdeş tutan bir devlet elitleri, özellikle ikinci Meşrutiyetin ilanıyla birlikte iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Partisi eliyle güçlü devlet olgusunun bir parçası haline gelmişlerdir. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ‘halkın devleti’ni kurmaya yönelen M.Kemal Atatürk ve beraberindeki Cumhuriyet Halk Fırkası önde gelenleri, bürokratik devlet geleneğini sürdürmüşlerdir. Devleti ve devleti koruma güdüsünü ön plana çıkaran ‘nizam-ı âlem’ düşüncesi, toplumu değiştirmekten ziyade toplumu dengede tutmak, topluma devlet eliyle sürekli biçim verme anlayışını esas almıştır. Bu temel düşünce etrafında, toplumun her bir ferdi kendi yeteneğine ve/veya kendisini gösterebilmesine göre belli bir devlet mevkiinde yer bulabilmiş ve toplumsal düzenin esası olan iş yaşamında denge bu şekilde sağlanır olmuştur. Toplumdaki her ‘pozisyonun’ devlet eliyle verildiği bu ‘nizam-ı âlem’ düşüncesinde, Osmanlı’da padişahın ve bab-ı alinin, Cumhuriyet’te ise hükümetin, devlet adına bu modern manadaki siyasi gücü kullanması söz konusu olmuştur. Modern toplumlardaki gayri şahsilik, liyakat, ehliyet gibi kriterlerden ziyade padişaha sadakati esas alan bu yapı, Cumhuriyet döneminde iktidar partisinden olmak, hükümete sadakatini korumakla eşdeğer hale gelmiştir. Merhum siyasilerden eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in deyişiyle, bu düzen, ‘Çoban Sülü’ye Cumhurbaşkanı olma fırsatı sunabilmesine rağmen, geniş kitleler için iktidar-muhalefet veya bizden-onlardan ayrımının ortadan kalkmasına izin vermemiştir.
Daire-i Adaletle Devleti Yönetmek:
Devletin temel üretici ve tüketici olduğu, devlet eliyle işlerin döndüğü Osmanlı ve Cumhuriyet sisteminin lokomotifi görülen siyasi iktidarlar, devlet adına tüm zenginliğin koruyucusu ve dağıtıcısıdır. Devletle iş yapmayanın ‘kazanamadığı’ bu siyasi, sosyal ve ekonomik düzende, iktidar-muhalefet konumlaması her şeyin merkezine oturmaktadır. Türk siyasi kültüründe ‘iktidar’ olmak ve halk için de ‘iktidar partisinden olmak’ her şeydir. ‘Bal tutan parmağını yalar’ söyleminin geçerli olduğu bu siyasi kültürde, gariptir ki devletin ve pratikte iktidar partisinin, tüm vatandaşlara esas mesafede duracağı ve ‘adaletle’ yöneteceği beklentisi her dönemde var olmuştur.
Adaletle yönetim ilkesi geleneksellik adına (biraz da dini motiflerle bezenmek suretiyle) halk tarafından da kabul görür ve beklenir. Oysaki iktidar partisinin devlet haline geldiği bu türden bir siyasi kültürde, demokrasinin işleyişi gereği, bir sonraki seçimde tekrar iktidara aynı partiyi taşıyabilecek oyları kazanabilmek de ancak iktidar döneminde parti tabanına, taraftarlarına ve üyelerine dağıtılacak ‘ulufe’ ile bağıntılı bir çarpık yapıya davetiye çıkarmaktadır. Bu gerçek, herkes tarafından bilinmesine ve pratik sonuçlarından iktidar partisi üyelerinin yararlanmakta olduğunun görülmesine rağmen, gelenekselci devlet anlayışı ve adaletle yönetim beklentisi halen varlığını korumaktadır.
Kökü Kutadgu Bilig’e dayanan ‘Daire-i Adalet’ özdeyişi, “adalet olmazsa halk, halk olmazsa para, para olmazsa asker, asker olmazsa devlet, devlet olmazsa adalet olmaz” anlayışını ifade eder.
Böylece geleneksel kurallar gereği patrimonyal otoriteyi temsil eden saltanat, 1 Kasım 1922 tarihinde kaldırılmasına rağmen, siyasi kültür henüz değişime tam manasıyla özünde hazır olmadığından, iktidar partisinin başı olanlar günümüze kadar bir bakıma ‘saltanat’ sürmeye devam etmişlerdir.
Batı kapitalist toplumlarında olduğunun aksine, Türk toplumunda statü, gelirin ilk belirleyicisi olarak görüldüğünden, ülkenin önde gelen yurttaşları; tüccarlar-fabrikatörler-esnaflar-çiftçiler vb. değil, siyasal iktidarı elinde tutanlar olmuşlardır.
Sonuç:
Siyasetin tüm topluma yön verdiği bu siyasi kültürün bu açıdan belirleyici vasfı, devletin iktisadi hayat üzerinde kurmuş olduğu kontrolden ziyade, iktidarda olmanın piyasada olmaktan daha merkezi bir role sahip olmasıdır. Dolayısıyla, Türk siyasi kültürü, iktidar ticaretini önceleyen, iktidarda olmayı her şeyin üstünde tutan bir zihniyetin siyasilerin, bürokratların ve halkın genelinde kabul görmesine yol açmıştır.
Bu yapı, tüm toplum katmanlarında her dönemde iktidar olmanın cazibesini yüksek seviyede tutmuştur. Türk siyasi kültüründe, siyasete hiç ilgi duymayan sıradan halk bile; günlük işlerinin ancak siyaset erki eliyle çözülebildiğini yaşayarak öğrenmektedir. Devlet katındaki itibarın iktidar partisi taraftarı olmakla eşdeğer hale geldiği algısı geçerlidir. Hatta bu nedenledir ki, büyük aileler tek parti yerine birkaç partide temsilcilerini bulundurmak suretiyle, her dönemde ‘iktidar’ olmayı, ‘öteki’ olmadan işlerini yürütebilmeyi geleneksel bir uygulama haline getirmişlerdir.
Bu pragmatist yaklaşım, aslında bir dönem muhalefette olup, bir anda iktidar nimetlerinden yararlanabilmek adına ‘döneklik’ boyutunda iktidar-muhalefet bağlamında safların değiştirilmesine, bugün kara denen şeyin ak olmasına yol açmaktadır. İktidar olmak için her şeyin mubah görüldüğü bu siyasi kültürde, erozyona uğrayan her değer, toplum ve devlet yapısını, halkın gelecek beklentilerini bizden-sizden boyutuna indirgemekte, bu siyasi hakikat iktidar ve muhalefet tarafından maalesef göz ardı edilmektedir.
Böyle olunca da, iktidar olmanın devletin ve ülkenin nimetlerini "yemek" demek olduğu anlayışı, tüm toplum tabakaları tarafından normalize edilmiştir. Muhalefet olmak da "yemeyin" demek ve bu iktidar zamanında nimetlerden arzu ettikleri şekilde yararlanamayan hoşnutsuz kesimlere, bizi desteklerseniz size de bir gün "yemek" mümkün söylemine indirgenmiştir. Hakiki bir değişim için öncelikle Türk siyasi kültüründeki mevcut bu çarpıklığın değişmesi, halkın önce iktidarıyla ve muhalefetiyle, tüm siyasi partilerden bu yönde bir değişikliği talep etmesi gerekmez mi?
Kaynak:
Çaylak A. Dikkaya M. Göktepe C. Kapu H. (2011). Türkiye'nin Politik Tarihi. Savaş Yayınevi. 3. Baskı. Ankara.
Adıvar H. (1956). Türkiye'de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri. Doğan Kardeş Yayınları. İstanbul.