Gerçekliği Yitirmek ve İktidar
Yarısı siyah, diğer yarısı beyaz bir top düşünelim. Siyah olan tarafından bakıp bu topun siyah bir top olduğunu düşünebiliriz ama emin olamayız. Çünkü öbür tarafını görmediğimizin farkındayızdır. Burada yapılacak en büyük yanlış, topun tamamının siyah olduğu yönünde kanaate sahip olmaktır.
Sevgili dostlar, gerçeklik var olanın bütün boyutlarını içerir. Oysa bütün boyutları bilmemiz çoğunlukla mümkün değildir. Yaşadığımız hayatın günlük koşuşturmaları arasında çevre ile sürekli bilgi alışverişi içerisindeyizdir. Bu esnada beynimiz sayısız işlemler yaparak beş duyu organı ile aldığı verileri yorumlar, anlamlandırır ve tasnifler. Önceki deneyimlerinden yola çıkarak gerçekliği şekillendirir. Bu şekillendirme sadece bizim algılarımız sonucunda oluşan ve genellikle gerçekliğin ya küçük bir kısmını temsil eden parçasıdır ya da gerçekliğin çarpıtılmış bir biçimidir. Sorun algılarımızın nasıl oluştuğudur. Eğer algılarımız sadece kendi deneyim ve düşüncelerimize dayanıyorsa muhtemelen gerçekliğin çok küçük bir kısmı hakkında fikir sahibi olabiliriz. Ancak çevreden aldığımız bütün verileri işlersek, gerçekliğin farklı boyutları hakkında da fikir sahibi olabiliriz. Ama burada da bir tehlike mevcuttur. Çevreden aldığımız verilerin güvenilirliği her zaman sorgulanabilir. Diğer bir ifadeyle güvenilir olmayan verilerle gerçekliğin ancak çarpıtılmış bir biçimi hakkında fikir sahibi olabiliriz ve bunun farkında değilsek yanlış inançlara sahip oluruz. Yanlış inanç, inancımızı gerçeklik olarak algılamamızın ifadesidir. Günümüzün moda kavramlarından “post-truth” (gerçek ötesi) böyle bir yaklaşımın tanımlamasıdır.
Konuyu açmak adına bir metaforla devam edelim. Yarısı siyah, diğer yarısı beyaz bir top düşünelim. Siyah olan tarafından bakıp bu topun siyah bir top olduğunu düşünebiliriz ama emin olamayız. Çünkü öbür tarafını görmediğimizin farkındayızdır. Burada yapılacak en büyük yanlış, topun tamamının siyah olduğu yönünde kanaate sahip olmaktır. Bu bir anlamda inançtır, yani bilgiyle desteklenmeyen ve sadece önceki tecrübelere ya da çevreden gelen başka verilere dayanan gerçekliği kanıtlanmamış bir düşüncedir. Şimdi metaforu biraz çeşitlendirelim. Ortada duran bu topun siyah olan tarafını insanlara pazarlayan ve beyaz olan tarafının görülmesini istemeyen bir kişi olsun. Sınırsız kaynaklara sahip olduğunu varsaydığımız bu kişi, insanların topun etrafında dönüp gerçekliğin farklı boyutlarını görmelerini engellemek için topun belirli bölgelerini görülebilir olmaktan çıkarsın. Bununla da yetinmesin, topun tamamının siyah olduğu konusunda kanıtı olmadan kanaati olan çığırtkanlar kiralasın ve bunu sürekli topluma veri olarak sunsun. Toplum genelinde topun tamamının siyah olduğu yönünde bir kanaat oluşmaya başladıktan sonra bilgi sahibi olan azınlığın ne dediğinin önemi kalmaz. Gerçeklikten kopuş başlamıştır. Yani toplum inançla paralize edilmiş ve gerçekliğin farklı boyutlarını araştırmaktan, algılamaktan, konuşmaktan uzaklaştırılmaya başlamıştır. Çünkü gerçekliği savunmak sadece kanıtlar ortaya çıkana kadar, inancı savunmak ise ölene kadar devam eder. Bir tek çıkış noktası olabilir, o da inancın sorgulanmasıdır ki, bu genellikle kimsenin işine gelmez ve bilgi gerektirir. Toplumsal yapılar genellikle insanların bilgiye erişimi üzerinde de etki sahibidir.
Siyasal İktidar ile Gerçeklik Algısı Arasında Nasıl Bir İlişki Vardır?
Adına ister “ideoloji” (Althusser), ister “hegemonya” (Gramsci) densin, yaşadığımız çevre bütün algılarımızı etkilemektedir. Diğer bir ifadeyle kanaatlerimiz büyük ölçüde çevrenin bizi şekillendirmesiyle oluşur. Ama bu biraz da bilginin nesillerden nesillere aktarımı sorunudur. Yani kültür dediğimiz üst yapı kurumunun ideolojiyle yakın bir ilişkisi vardır. Dolayısıyla toplumda gerçekliği algılamaya ve anlamaya engel teşkil eden kalıntıların temizlenmesi çok kolay olmadığı gibi kısa sürede de gerçekleşmez. İnançları sorgulayabilenler her toplumda azınlıktadır. Bu nedenle de siyah top metaforunda belirttiğimiz gibi, inancı pazarlayanlar, toplumdaki veri akışını kendi istedikleri şekilde dizayn etme kapasitesine sahiptirler. Devleti yönetme yetkisine sahip olan siyasi iktidarlar, genellikle toplumdaki veri akışını kontrol etme kapasitesine sahip olanların cisimleşmiş bir türevidir. Bu nedenle siyasi iktidarlar genellikle inançla iktidara gelir ve inançla iktidarda kalırlar. Halkın bir iktidarı seçerken onun toplum için iyi ve doğru olanları yapacağına inanması gerekir. Toplum bunu asla bilemez çünkü iktidar henüz göreve gelmemiştir. Bu nedenle de inanır ve oy kullanır. Ancak bu aşamadaki inanç, normal koşullarda şartlı bir inançtır. İktidar göreve geldikten sonra sadece icraatları ile iktidarda kalamaz. Hem bu icraatların toplumun yararına olduğuna hem de sonraki dönemde daha faydalı işler yapacağına yönelik bir inancı da oluşturma çabasındadır. Bunun için de toplumda veri akışını elinden geldiği kadar kontrol etmeye çalışır. İşte demokratik toplumlarla totaliter toplumlar arasındaki belki de en önemli fark, veri akışını kontrol edebilme kapasitesinin büyüklüğüdür. Bu nedenle “alternatif enformasyon” günümüz katılımcı demokrasilerinin en önemli ilkelerinden biridir. Yani bir toplumda bireyler, mümkün olduğu kadar farklı kaynaktan istediği konularda bilgi sahibi olabilmelidir.
Siyasal iktidarlar totaliter yapılarda veri akışını büyük ölçüde kontrol edebildiği için, toplumun büyük bir kesimi üzerinde kendi sanal gerçekliğini oluşturur. Diğer bir ifadeyle gerçekliğin ya sadece çok küçük bir boyutunu ya da çarpıtılmış gerçekliği sunar. Buna rağmen toplumda sorgulayan ve gerçekliğin diğer boyutlarını araştıran insanlar da vardır. Ama veri akışını kontrol eden iktidar, bu insanların ürettiği alternatif bilginin kendi yarattığı sanal gerçekliğin yerini almasına asla müsaade etmez. Konsolide ettiği kesim üzerinde oluşturduğu sanal gerçeklik, bir noktadan sonra tamamen inanca dayalı hale gelir. Gerçeklikle olan bağlar kopar. Bu aşamadan sonra o inancı yıkmak ya da değiştirmek çok zordur. Adeta tıkanıklık olan bir damarın çeşitli ilaçlarla çok uzun sürede kanın normal dolaşımına izin vermesi gibi, ancak toplumun iletişim kanallarında alternatif veri akışına müsaade edilmesiyle yavaş yavaş insanlar gerçeklik konusundaki algılarını düzeltmeye başlarlar.
Yıpranmış Bir İktidar Mutlaka Kaybeder mi?
Bu sorunun iki farklı cevabı vardır. Totaliter bir toplumda farklı, demokratik bir toplumda farklı bir cevap ortaya çıkar. Demokratik bir toplumda alternatif veri akışı, gerçekliğin farklı boyutlarının toplumun büyük bir kesimi tarafından görülmesini sağlayacağından, yıpranan iktidarlar genellikle değişir ve yerini halkta daha güçlü inançlar oluşturan iktidar adayına bırakır. Totaliter bir toplumda ise yaşanan yıpranma ne kadar güçlü olursa olsun, inançlar gerçekliğin algılanmasını engeller. Kontrol altında tutulan veri akışı ise daima var olan inancı destekleyecek argümanlar üretir. Demokratik sistemlerde iktidarların başarısı gerçeklikle inanç arasındaki farkın çok büyük olmamasındadır. Totaliter sistemlerde iktidarın başarısı, konsolide edebildiği kitle üzerinde yarattığı sanal gerçekliği ne kadar sürdürebildiği ile alakalıdır.
Aslında buraya kadar yaptığım açıklamalardan Türkiye’de yaşananlara yönelik bir sonuç çıkarmak mümkündür. Neresinden bakılırsa bakılsın, iç ve dış politikada yıpranmış bir iktidar vardır. Ancak buna rağmen 20 yıl boyunca toplumun belirli bir kesiminde kendisine olan inancı ayakta tutmayı başarmıştır. Elbette Türkiye’yi toplumda veri akışının kontrolü bağlamında demokratik bir ülke saymak çok iyimserlik olacaktır. Uluslararası veriler de Türkiye’de sistemin demokratik olma vasfını bir hayli yitirdiğini göstermektedir. Yapılan anketlerde AKP’nin oy oranı yaklaşık olarak %30 civarlarında dolaşmaktadır. Yaşanan ekonomik krize rağmen bu oranlarda beklendiği gibi güçlü bir gerileme olmaması, iktidarın bu kitle üzerinde yarattığı sanal gerçekliğin etkisinin halen devam ettiğini göstermektedir.
Seçimlerin muhalefet partilerinin beklediği kadar kolay kazanılacağını düşünenlerden değilim. Bunun iki nedeni var; birincisi buraya kadar açıklamaya çalıştığım, iktidar tarafından yaratılan sanal gerçeklik ve buna olan inancın kendi kitlesi üzerindeki etkisidir. İkincisi de her türlü devlet gücünü anayasal sınırları ve hukuku zorlayacak şekilde kullanmaktan çekinmeyen iktidarın güvenlikçi politikalar ve ücretler üzerindeki kontrolünün ona son düzlükte büyük bir avantaj sağlama potansiyelidir. Burada sonucu muhalefetin kitleler üzerinde yaratacağı “inancın” belirleyeceğini düşünüyorum. Bu yönde atılacak doğru adımlar, iktidarın hamlelerini boşa çıkarma potansiyeline sahip olabilir.
Sonuç
İnsanlar bir inanca en fazla ne kadar sahip çıkabilir? Bunun bir sınırı olmadığını canlı bomba terör eylemlerinde gözlemlemek mümkündür. Peki, insanları kendileri olmaktan çıkaran inancın bu kadar güçlü olmasına karşı ne yapılabilir? Öncelikle o insana alternatif bilgilerin de olduğunu anlatmanın bir yolunu bulmak gerekir. İnandığı şeyin “ne kadar boş, ne kadar saçma” olduğunu anlatmaya çalışmak hem iletişim açısından hem de insani açıdan doğru bir tercih olmayabilir. İnancı güçlü kılan, bilginin çok sınırlı olmasıdır. Genellikle doktrine olmuş bilgiye sahip insanlar da bu gruba girer. Çünkü hep aynı kaynakları tekrar tekrar okurlar. Terör örgütlerinin üyelerini örgüte bağlamak için yaptığı da budur. Tek kitap, tek söylem, tek yol öngörülür. Sonrasında bunların tekrar tekrar iletişim kanallarından hedef kitleye aktarılmasıyla inançlı bir kitle ortaya çıkar. Başka bir alternatife tamamen kapalıdırlar. Bu sınırlı miktardaki bilgiyi kontrol edebilecek mekanizmalar, inanca sahip kişiyi kolaylıkla araçsallaştırabilir. Eğer istenen, insanların gerçekliği farklı boyutlarıyla algılamasının sağlanması ise yapılması gereken, mutlaka bu insanlarla iletişim kanalları kurulması, var olanların güçlendirilmesi ve bu kanallardan kendi bakış açısının tek olmadığını, kendi inancının alternatifsiz olmadığını, kendi sınırlı bilgisinin gerçekliğin bütün boyutlarını temsil etmediğini anlamasını sağlayacak veri akışının sağlanmasıdır.
Gerçekle bağı kopan toplumlar, önce bilgi üretebilme kapasitelerini kaybederler. Bilgi üretemeyen toplumlar, gerçekliği sadece kendilerine sunulan kanallardan gelen veri akışına bağlı olarak algılayabilirler. Toplumda oluşan (sadece din değil, iktidara, kişiye, görüşe, yaklaşıma, ideolojiye, hatta sınırlı bilgiye olan) inanç, o toplumların kolaylıkla istenilen yönde sürüklenebilmesini sağlar. Toplum önce refahını sonra özgürlüğünü kaybeder. Yönlendiren, görünen iktidar mı yoksa onu kullananlar mıdır? Bu soru burada dursun ve önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, gerçeklikten kopan toplumlarla ilgili şu sözü ile bitirelim; “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar”…