Yaşanmakta Olan Toplumsal Ataletin Türkiye İçin Ölümcül Sonuçları
Seçimden sonra bütün toplumun üzerine adeta bir ölü toprağı serpilmiş gibi. Bundan 20-30 yıl önce ciddi toplumsal reaksiyonlara neden olabilecek sorunlar, bütün toplum tarafından adeta görünmezlik maskesi giydirilmiş gibi görmezden geliniyor. Aslında toplum bu umutsuz atalet sarmalına birdenbire sokulmadı. Belki daha geriye götürmek mümkün olsa da, 1982 Anayasasını bir başlangıç noktası olarak almak uygun olabilir.
Farkında olan çok insanın bulunduğu bir konudan bahsetmek istiyorum. Siz de farkında mısınız? Seçimden sonra bütün toplumun üzerine adeta bir ölü toprağı serpilmiş gibi. Bundan 20-30 yıl önce ciddi toplumsal reaksiyonlara neden olabilecek sorunlar, bütün toplum tarafından adeta görünmezlik maskesi giydirilmiş gibi görmezden geliniyor. Aslında toplum bu umutsuz atalet sarmalına birdenbire sokulmadı. Belki daha geriye götürmek mümkün olsa da, 1982 Anayasasını bir başlangıç noktası olarak almak uygun olabilir.
Peki, 1982 Anayasası ne getirdi? Yarattığı eşitsizlikler çeşitli zamanlarda farklı çevrelerde dile getirilse de teknik olarak söylenmesi gereken, Anayasanın yasama, yürütme ve yargı arasındaki dengeyi yürütme lehine bozmuş olmasıdır. Bunu korumak ve devamlı kılmak adına aşkıncı devlet anlayışını egemen kılan bir anlayışla hazırlanan Anayasada yapılan birçok değişiklik olmasına rağmen, onun ruhunu değiştirmeye yönelik özgürlükçü ve demokratik adımlar ya atılmamıştır ya da yetersiz kalmıştır. Bunun sonuçları toplumsal olarak yıkıcı olmuştur. Bir iktidar yanlış politikalar uyguluyorsa onu uyaracak mekanizmalar olmalıdır. Yasama ve yargı denetimi dışında siyasal denetimin önemini yazımda (1) anlatmıştım.
Zaman içerisinde yasama ve yargının yürütmenin kontrolüne girmesi ve kuvvetler ayrılığının fiilen ortadan kalkması, iktidarı denetleyebilecek (yine fiili olarak) bir tek mekanizma bırakmıştır. Bu mekanizma siyasi denetimdir. Siyasi denetim denildiğinde sadece muhalefet anlaşılmamalıdır. Siyasi denetimin en önemli bileşeni toplumsal muhalefettir. Politik topluma karşı sivil toplumun reaksiyon gösterebilme kapasitesi, toplumsal muhalefetin de en önemli belirleyicisidir.
Toplumsal muhalefetin örgütlü sivil toplum üzerinden reaksiyon gösterebilmesi, sivil toplum düşüncesinin ve demokrasi kavramının tarihsel gelişiminin bir fonksiyonudur. Siyasi partilerin toplumsal muhalefeti kendi oy potansiyeli olarak görme yanılgısı ise siyasetteki reaksiyon gösterebilme kapasitesinin zayıflığının bir sonucu olarak görülebilir. Siyasi partilerin sivil toplumu temsil etme gibi bir görevi olamaz ve siyasi partiler kendilerine böyle bir sorumluluk yükleyemez. Siyasi partilerin toplumsal muhalefeti örgütleme değil, sadece harekete geçirme gücü olabilir ki, bu da örgütlü sivil toplumun üstten bakmacı anlayıştan uzak bir şekilde anlaşılmasıyla mümkün olabilir.
Buna göre muhalefetteki siyasi partilerin, örgütlü sivil toplumun yasama organındaki sesi olması beklenir. Ama asla muhalefet kendisini bir hareketi örgütleme sorumluluğunda görmemelidir. Bu tamamen sivil toplumun alanıdır ve reaksiyon oradan doğmalıdır. Ancak siyasi partiler totaliter rejime giden yolda döşenen taşların zeminini hazırlayan bir işlev üstlenmiş görünmektedirler. Bunun en somut örneği, Gezi olaylarında görülmüştür.
Gezi olayları, 2007 yılının 14 Nisan günü Ankara’da başlayan “Cumhuriyet Mitingleri”ni muhalefetin yeterince anlayamamasının ve üzerine düşeni yerine getiren toplum kadar kendi üzerine düşeni yapmamasının / yapamamasının uzun dönemde ortaya çıkan sonucudur. Eğer muhalefet, ülkesi için endişelenen bu kitleyi anlayabilseydi, kendi oy potansiyeli olarak görme yanılgısına düşmez, mecliste bu insanların sesi olabilecek kadar militan bir tutum takınabilirdi. Gezi olaylarında da aynısı oldu. İktidar sorunun ağaç olmadığını söylüyordu, ben de buna farklı bir bakış açısıyla katılıyorum. Toplum, kendi yaşam tarzı açısından uygulamalarını tehdit olarak gördüğü ve her konuda üstenci yaklaşımla kararlar alan bir iktidara karşı başlangıçta kendiliğinden örgütlenerek reaksiyon gösterdi. Reaksiyon çok hızlı yayıldı ama siyasi partiler yine saçmaladı ve toplumsal tepkiyi marjinalleştiren bir tutum içine girdi. Tarihte belki örneği az görülebilecek çok etkili bir toplumsal reaksiyon, muhalefetin tutumu yüzünden çok kötü bitti. Oysa muhalefet hayatını kaybeden vatandaşların sorumluluğunu biraz hissetse, reaksiyon gösteren büyük kitleyi bir seçim hesabına kurban etmese, olayın çok farklı yerlere evrilme potansiyeli mevcuttu. Kim bilir belki bugün yaşadığımız sorunların birçoğunu yaşamıyor olacaktık. Demokrasiye sahip çıkmayı başarabilmiş bir halk olarak iktidara sınırlarını yeniden hatırlatmak mümkün olabilecekti.
Gezi olayları son şans değildi. 2017 referandumu, çok açık bir şekilde muhalefetin ülkeyi totaliterleştirme eğilimindeki iktidara bunu altın bir tepsi içerisinde sunmasını sağladı. Burada mühürsüz oy pusulalarının yasaya aykırı şekilde geçerli sayılması, toplumsal muhalefetin de kırılma noktasıydı. Son seçimlerde verdiği ya da vermediği oylar nedeniyle toplumu suçlamak belki de son kalan umutları bitirip toplumsal muhalefetin üzerine ölü toprağı atıyordu. Kontrolsüz gücün mutlaka bozulacağı ve adalet üretemeyeceği dünya tarihinde yaşanmamış sayısız örnekle görülmüşken, Türk Halkı birilerinin çizdiği kaderi (!) yaşamaya mahkûm edilmişti. Toplumun muhalefet edebilme kapasitesi, aşama aşama elinden alınmış ve muhalefetteki siyasi partiler de bunun üzerine tüy dikmişti. Oysa protesto Anayasal bir haktı ama Anayasanın kâğıt üzerinde ifade ettiklerinin toplumsal gerçeklik alanında karşılığının da olması gerekiyordu.
Osmanlı’nın 1402-1413 arasında yaşadığı “fetret devri”nden daha kötü bir döneme girdiğimizi düşünüyorum. Tamamen kontrolsüz bir siyasi iktidarın yaptıklarını, politikalarını sorgulayabilecek hiçbir yapı (fiilen) bulunmamaktadır. Kamu yararı artık gözetilen değil, iktidarın yapacaklarını bir nebze olsun geciktiren bir kavrama dönüştü. Siyasi iktidar tarafından ülkenin toplumsal sözleşmesi olan Anayasa “tamamen yok hükmünde” gibi davranılırken, muhalefet partileri “muhalefetçilik” oynamaya devam ediyor.
Muhalefet, sürekli olarak iktidarın kullandığı argümanlara karşı toplumun tepkisini çekmemek adına kimliksizlik siyaseti izliyor. Oysa siyasi partileri siyasi parti yapan, kendi ideolojileri, savundukları değerlerdir. Şimdi soruyorum; laikliğe karşı saldırılar açıktan hız kazanmaya başlamışken, Anayasanın çeşitli maddeleri açıkça ihlal ediliyorken, ülkenin yüz akı kadın voleybol milli takımımız zafer kazandığında ahlaksız saldırılara uğruyorken halkın yanında olmayacaksanız, size niye ihtiyaç duyalım? İşte bu sorunun cevabı, toplumda şu anda varlığını sürdüren ataleti de açıklamaktadır. Kimse kendini Anayasal güvence altında hissetmemektedir ama güvenecek ve tutunacak hiçbir dal kalmamıştır. Bu muhalefet tablosunun sorumluları ise kısır siyasi tartışmaların içerisinden çıkmak istememektedir. Ekonomik olarak yaşanan sorunlar, kontrolsüz gücün sonuçlarıdır ve korkarım ki, durumun halk için daha da kötüleşme potansiyeli yüksektir.
Gelelim Cumhuriyetin ilk kurulan partisine. Sorunu bir “Kılıçdaroğlu sorunu” olarak tartışmak son derece anlamsızdır. Hatasıyla, iyi yaptıklarıyla artık devrini doldurmuştur. Halkta kendisine karşı en küçük bir güven kaldığından şüpheliyim. Bu ortamda ısrarla o koltukta oturmaya devam etmeyi tercih ettiği sürece toplumsal ataletin devamını sağlayan bir işbirlikçiye dönüşeceğini kendisinin görmesi gerekmektedir. Bu, Kılıçdaroğlu’nun iyiliği kötülüğü meselesi değildir. Ne yazık ki, danışman olarak yanına topladıkları kişilerin birçoğunun CHP’nin parti değerleri ile uyumsuz olduğunu herkes biliyor. Partiyi merkez sağa götürerek merkez sağ seçmenden oy alma hayali yerine, savunduğu değerleri halka anlatabilmeyi tercih etmesi belki daha doğru bir seçenek olabilirdi. Ancak bunlar için çok geç, çünkü macun tüpten çıktı. Ben sadece O’nun değil, seçimi kaybeden bütün muhalefet partilerinin liderlerinin yerlerini toplumsal ataleti kıracak güçlü liderlere bırakması gerektiğini savunuyorum.
Zaman gittikçe daralıyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa toplumsal atalet, bütün toplum açısından ölümcül sonuçlar üretmeye devam edecek. Bunu gösteren ekonomik göstergeler artık bağırmıyor, çığlık atıyor. Toplumun büyük bir kesimi, kendi yaşam tarzıyla ve asgari ihtiyaçlarını karşılayabilmeyle ilgili olarak ciddi endişe içerisinde bulunmaktadır. Bunu değiştirecek en küçük bir emare de yakın süreçte görünmemektedir. Bütün siyasi parti liderleri (iktidar/muhalefet), bu topluma verdikleri zararı görmeli ve kralın artık çıplak olduğunu kabul etmelidir. Mevcut sistem ülkeyi uçuruma adım adım sürüklüyor. Tevekkülden bilime dönmek için son tren de kaçmak üzeredir. Türkiye’de sadece parti kongrelerinde oy kullananların belirlediği bir cehennem çukurunda yaşamayı kimse hak etmiyor.
(1) https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/siyasetten-beklentiler-ve-hayaller-2307