Propagandanın En Temel Yöntemi: Görünürlüğü Artırmak mıdır?
2008-2010 yılları arasında Londra’da görev yaptım. Bu süreç içinde sık sık İngiliz Savunma Bakanlığı’na giderdim. Bu ziyaretler, Türkiye’den verilen görevler veya İngiliz makamlarının askeri politikaları ile ilgili olarak tüm ataşeleri bilgilendirmek maksadıyla düzenledikleri mutat faaliyetler gereğiydi.
2008-2010 yılları arasında Londra’da görev yaptım. Bu süreç içinde sık sık İngiliz Savunma Bakanlığı’na giderdim. Bu ziyaretler, Türkiye’den verilen görevler veya İngiliz makamlarının askeri politikaları ile ilgili olarak tüm ataşeleri bilgilendirmek maksadıyla düzenledikleri mutat faaliyetler gereğiydi.
Göreve başladığım ilk günlerde bu ziyaretler sırasında ve Londra içinde gezerken hiç üniformalı subay ve asker görmüyordum.[1] Sadece Savunma Bakanlığı içinde üniforma giydiklerini, dışarıda üniforma giymediklerini düşündüm. Savunma Bakanlığı’ndaki irtibat subaylarına sordum ve bunun doğru olduğunu öğrendim.
Bir süre sonra, deniz kuvvetlerine mensup askeri şahıslar haftanın bir günü dışarıda üniformalı görünmeye başladılar. Ardından bunu diğer kuvvetlerin personeli de takip etti. Bir yıla yakın bir süre sonra sokaklarda askeri üniforma giymiş askeri şahıslara haftanın değişik günlerinde rastlamaya başlayınca bu durum merakımı celbetti.
Bunun üzerine, Savunma Bakanlığı’na bir brifing için davet edildiğimde, brifing öncesi kahve içerken sohbet ettiğim bir amirale bu konuyu sordum. Verdiği cevap oldukça ilginçti. Amiral kısaca; “Görünürlüğümüzü artırmaya çalışıyoruz.” dedi. Bunu duyunca benim kafamda hemen bazı düşünceler belirdi. Çünkü o sırada, İngiliz basını Deniz Kuvvetleri ile dalga geçer tarzda yazılar yazıyordu.
Bu yazılar genel olarak; “Birleşik Krallık 21 gemiye sahip ama 22 amiralimiz var. Hepsi bir gemiye kaptan olsa biri boşta kalıyor. Hükümet vergilerimizi boşa mı harcıyor? Boşta kalan amiral ne iş yapıyor. Üstelik Birleşik Krallık uzun süredir bir deniz savaşına da katılmadı. Muharebeler karada ve düşük yoğunluklu çatışma şeklinde meydana geliyor. Fazladan amirale ihtiyaç var mı?” gibi konulardan bahsediyorlardı.
Olayın bu yayınlarla ilgili olduğunu düşündüm. Bundan emin olabilmek için amirale sordum: “Bunu biraz açar mısınız? Neden görünürlüğünüzü artırmaya çalışıyorsunuz?” Amiral özet olarak şunları söyledi. “Halk sokakta askeri üniformalı hiç kimseyi görmeyince orduya olan desteğin azaldığını fark ettik. Bu durum basına da yansıdı ve orduya yönelik eleştiriler arttı. Üstelik, asker olmak isteyen genç bulmakta da sorunlar yaşıyoruz. Yaptırdığımız araştırmalardan anladığımıza göre askerin halkın gözünden uzak olması gönlünden de uzaklaşmasına sebep oluyor. Halk, üniformalı hiç kimse görmeyince ordunun önemli ve gerekli bir kurum olduğu yönündeki inancı azalıyor. Bu yüzden halkın gözüne daha fazla görünmeye çalışıyoruz.”
Bu ifadeleri duyunca çok şaşırdım. “Peki bu bir işe yarıyor mu?” diye sordum. Bu uygulamaya en çok eleştiriyi alıyor diye önce denizciler başlamış. Yapılan anket ve araştırmalar, görünürlüğü artırmanın halkın görüşleri üzerinde olumlu bir etki yarattığını ortaya çıkarmış. Bunun üzerine, diğer kuvvetler de uygulamaya katılmış. Önce haftanın bir günü olarak başlayan işe üniformayla gelme uygulaması, daha sonra iki güne çıkarılmış. Alınan tepkiler, bu uygulamanın olumlu yönde bir gelişmeye sebep olduğunu gösteriyormuş. Öğrendiğim ve önemli olduğunu düşündüğüm her şey gibi bunu da hemen Ankara’ya bildirdim.
Bunları hatıralarımı anlatmak veya askeri konulardan bahsetmek için yazmıyorum. Sadece görünürlüğün ne kadar önemli olduğuna dair çok ilginç bir örnek olduğu için anlatıyorum. Görünürlük ister özel ister tüzel kişi olsun herkes için çok önemlidir. Çünkü her varlık bilinmek ister ve bilinmek için görünür olmak gerekir. Bunun önemini kavrayan kişileri günlük yaşamınızda mutlaka görmüşsünüzdür. Mesela bazı sanatçılar her gün televizyon ekranlarına çıkmaya çalışırlar. Üstelik bazıları davet de beklemezler. Paparazzilere el altından haber gönderirler ve nereye gideceklerini başkalarının ağzından iletirler. Gazetecileri karşılarında görünce de sanki haberleri yokmuş gibi; “Aaaa! Nereden haber aldınız buraya geleceğimi?” gibi rol yaparlar.
Bu konuda çok ilginç bir tecrübemden kısaca bahsetmek istiyorum. Yıllar önce bir gün arkadaşlarla bir yerde yemek yiyorduk. Grupta tanımadığım birkaç kişi vardı. Bir ara bunlardan birine “Bir şarkı söyle de neşemizi bulalım.” gibi bir şeyler söylediler. Oğlan hiç naz yapmadan hemen şarkı söylemeye başladı. Güzel de söylüyordu. Şarkı bitince ben; “Bayağı güzel söylüyorsun, senden şarkıcı olur. Kaset yap bence.” deyince oğlan şaşırdı. “Dalga mı geçiyorsun?” der gibi önce bana sonra da arkadaşlarıma baktı. Bir arkadaş tuhaf bir durum olduğunu fark etmiş olmalı ki hemen olaya müdahale etti.
“Sen herhalde bu günlerde pek gazete okumuyorsun?” dedi. Ben “Ne alakası var?” deyince de “Bu şarkı söyleyen arkadaş ………, kaseti bir haftada 700 bin adet sattı. Tüm Türkiye tanıyor. Çok meşhur.” diye cevap verdi. Oğlana baktım, hiç görmediğim biriydi. Gerçi o sırada uzun süreli bir doğu görevinden yeni dönmüştüm ve memlekette ne olup bittiğinden pek haberim yoktu. Üstelik söylediği şarkı, o zamanlar pek dinlemediğim bir türdendi.
Bunu duyunca çok şaşırdım. Gayri ihtiyari olarak; “Ben şarkıyı da arkadaşın adını da ilk defa duyuyorum.” deyince şarkıcımız biraz bozuldu. Bunu fark edince; “Ya kusura bakma lütfen. Uzun süredir görevdeydim. Gazete filan da okumadığımdan memlekette ne olup bittiğinden haberim yok. Ama çok güzel söylüyorsun. Kasetinin çok satması tesadüf değil.” deyip gönlünü almaya çalıştım. Şarkıcımız bunu duyunca biraz rahatladı. “Olabilir canım. Zaten benim adımın tüm ülkede duyulması da son bir haftada oldu. Üstelik ilginç bir tesadüf sebebiyle oldu.” dedi.
Bunu duyunca daha önce ne iş yaptığını sordum. Bunun üzerine şarkıcımız anlatmaya başladı. Kendisini bildi bileli şarkıcıymış. Bir süredir içkili lokantalarda şarkı söylüyormuş. Kasetini de meşhur olmadan üç ay kadar önce çıkarmış. Fakat kaset, neredeyse hiç satmamış. Bir gün içkili lokantada şarkı söylerken bir müşteri kâğıda bir şarkı ismi yazıp göndermiş. Ama şarkıcımız bu şarkıyı bilmiyormuş. Bu yüzden söylememiş. Adam biraz sonra bir kâğıt daha göndermiş. Fakat o kağıttaki şarkıyı da bilmediğinden onu da söylememiş.
Müşteri bela arayan biri olmalı ki bunu gurur meselesi yapmış. Sahneye fırladığı gibi orgu almış ve şarkıcımızın kafasına geçirmiş. Tabii, ortalık karışmış. Müşteri sakinleştirilip gönderilmiş. Şarkıcıyı da hastahaneye götürüp kafasındaki yaralara pansuman yaptırmışlar. Nasıl olduysa bu olay paparazzilerin kulağına gitmiş. Hastahaneye gidip resimlerini filan çekmişler. Ertesi gün de gazetelerde büyük başlıklarla “Şarkıcı ……. dayak yedi. Şu isimli kaseti çıkan şarkıcı ….. müşterinin istediği şarkıyı söylemeyince kafasında org kırıldı.” diye ballandıra ballandıra anlatmışlar. Bazı televizyon kanalları da haber yapmış bunu. Ertesi günden itibaren de kaset satışları patlamış.
Şarkıcı bunu anlatınca “Geçmiş olsun kardeşim. İnşallah kafanda kalıcı bir hasar kalmamıştır. Mahkemeye verdin mi adamı?” dedim. Şarkıcı tuhaf tuhaf yüzüme baktı ve “Abi, manyak mıyım ben, niye mahkemeye vereyim? Hastaneden çıktıktan sonra ilk iş adamı bulup elini öptüm. ‘Abi sen neredeydin bu zamana kadar? Keşke daha önce karşılaşsaydık da daha önce kafamda org kırsaydın.’ dedim ve çalıştığım yere davet ettim. Ama kasetten şarkı istemesini, eski şarkıları bilmediğimi söyledim. Hala da görüşürüm kendisiyle.” diye cevap verdi.
Görünürlüğün artması böyle bir şeydir işte. Üç aydır tek bir tane satılmayan kaseti bir haftada 700 bin adet satılır hale getirir. Hiç kimsenin tanımadığı bir bar şarkıcısını da bir günde tüm ülkede tanınan meşhur biri haline getirir.
Sanatçılar dışında görünürlüğün önemini en iyi kavrayanlar büyük şirketlerdir. Durmadan reklam verirler. Televizyonlarda, internette ve araba sürerken kırmızı ışıkta durduğunuzda karşınıza çıkan reklam panosunda sürekli olarak bu şirketlerin reklamlarını görürsünüz. Bu reklamlarda bir şeyler yazılır veya söylenir. Ama ne yazıldığının o kadar da önemi yoktur. Zaten en iyi reklam en az söz olan reklamdır. İnsanların kafası karışmaz böylece. Kolay ezberlenecek birkaç etkili kelime olsun yeter. Sürekli görerek isimlerinin ve varsa ürünlerini temsil eden renklerin/şekillerinin beyinlerinize kazınması sözlerden daha önemlidir.
Görünürlüğün en önemli olduğu alanlardan biri de politikadır. Bu yüzden belediye başkanları (özellikle de bazıları) bir yere bir çivi çaksalar bile hemen büyük yazılarla “Bu iş …. Belediyesi tarafından yapılmıştır.” ve altında da kendi isimleri yazılı pankartlar asarlar. Bazı siyasiler ise sık sık gazetelere röportaj verirler. Ya da televizyonlara çıkıp konuşurlar. Televizyonun önemini çok iyi kavrayan ilk politikacımız Özal’dı muhtemelen. Bu yüzden “İcraatın İçinden” adıyla yayınlanan bir programda düzenli olarak televizyona çıkar ve kendini seyrettirirdi millete.
Gerçi şimdi görünür olmak için televizyona da çıkmaya gerek yok. Sosyal medya diye bir mecra var ki sanırım televizyondan daha önemli hale geldi. Çünkü yeni nesil, kendi çocuklarımdan da gördüğüm kadarıyla ne gazete okuyor ne de televizyon seyrediyor. Her şeyi sosyal medyadan ve internet gazetelerinden öğreniyorlar. Özellikle de Youtube ve Tiktok gibi video yayınlanan mecralarda dolaşıyorlar. Televizyon seyreden kuşak orta yaş ve üzerinde olanlar. Onların da nüfusu her geçen yıl azalıyor. Zaten gazete satışlarındaki hızlı düşüş de bunu gösteriyor.
Hal böyle olunca, günümüzde görünürlüğü artırmak eskiye göre çok daha kolay. Ama nedense muhalefet partileri “havuz medya” yı ve TRT’yi suçlayarak boşa vakit harcamaktan başka bir şey yapmıyorlar. O bahsettikleri kanallar olmadan da halka gösterebilirler kendilerini. Örneğin tüm sosyal medya platformlarında hesap açıp buralardan seslenebilirler halka. Bu paylaşımlar her il ve ilçedeki parti yöneticileri tarafından paylaşılırsa (bunun için bir planlama yapılmalı ve talimat verilmelidir) ülkenin yarısından fazlasına ulaşmak mümkün.
Öte yandan internet televizyonu da kurabilirler. Fazla bir paraya da ihtiyaç yok kurmak için. İnternet siteleri kurulup buralarda yayın yapılabilir. Sadece parti genel başkanları için de değil, milletvekilleri ve parti yöneticileri belli bir plan dahilinde kontrollü olarak yazabilirler veya konuşabilirler buralarda. Yotubube ve Tiktok çekimleri yapılıp yayınlanabilir. Mesela her hafta belli bir gün ve saatte ülkenin genel durumunun değerlendirildiği videolar çekilebilir. Bu sürekli yapılırsa merak edenlerin her zaman takip edebileceği bir ortam yaratılmış olur. İlgi çekilebilirse, tüm halk bir hafta boyunca yapılacak yayını bekler hale gelir.
En önemlisi de gerek parti başkanlarının gerek parti yöneticilerinin esnaf, çiftçi, sanayici ziyaretleri yapmaları gerekir. Milletvekilleri de sık sık seçildikleri illere gidip halkla görüşebilir. Bu ziyaretlerde yapılan görüşmeler yayınlanır video ve yazı olarak. Ayrıca tespit edilen sorunlar hakkında videolar çekilip bunlara yönelik çözüm önerileri anlatılabilir. Bu durum oy oranını en hızlı artıracak bir yöntemdir anladığım kadarıyla. Halk bir süredir politikacıları görememekten şikayetçi. Sıkıntılı anlarda insanlar bire bir temas kurabilecekleri ve sıkıntılarını anlatabilecekleri birilerine ihtiyaç duyuyor. Ben politika ile pek ilgilenmiyorum ama ilgilenenlerden duyduğum kadarıyla bir siyasi parti liderinin yaptığı esnaf ziyaretlerinden sonra yapılan anketlerde o partinin oy oranının hızla arttığını söylüyorlar.
Bu gezi ve ziyaretler ile sosyal medyada yazı ve video paylaşımının diğer bir yan kazancı da var. Eğer bir siyasi parti başkanı yurt gezisine çıkarsa, miting yaparsa veya sadece esnafı veya çiftçiyi gezerse o kendisini ekrana çıkarmayan televizyonlar da ondan bahsetmek zorunda kalıyor. Çünkü bir siyasi parti liderinin yaptığı gezi ve mitingin herkes için bir haber değeri vardır.
Böylece ambargoyu delmek de mümkün. Ha, bahse konu kanallar bu gezileri gösterirken sadece eleştirel bakış açısıyla yayınlayabilirler haberlerini. Ama bunun hiçbir önemi yok. Reklamın iyisi veya kötüsü olmaz. Görünürlüğünüz artsın yeter. Çünkü görünür olmak; ben de varım, buradayım ve çok yakınınızdayım. Beni fark edin demektir. Bu yüzden yedisinden yetmişine hemen herkes sosyal medya hesaplarından paylaşır resimlerini, nereye gittiklerini ve hatta ne yiyip ne içtiklerini. Kısaca, görünür olmak her şeydir.
Dipnotlar
[1] İngilizler genel olarak askeri personeli; Albay ve Generaller, subaylar ve askerler şeklinde sınıflandırıyorlardı. Askerlik mecburi olmadığından tüm askerler profesyonel personelden oluşuyordu. Askerler sınıflandırması içinde Warrant Officer dedikleri başçavuşların ayrı bir konumu vardı. Subaylarda ise Albaylar ayrıcalıklı bir yere sahiptiler. Her subay albay olamıyor ve garnizon komutanlığı yaptıklarından albaylar generallerle benzer bir muamele görüyorlardı. Göreve başladığımda yarbaydım. Bir ay kadar sonra albay oldum. Terfi aldıktan sonra bana karşı gösterdikleri muamelenin farklılaştığını açık bir şekilde görüyordum.