Seçimlerde Kim, Ne Kaybetti?
Egemenliğine sahip çıkan bir halk, rejimin değiştirilmesine seyirci kalamaz. Anayasadan aldığı güçle kendisine ait olan egemenliği savunur. Burada muhalefetin “aman bir tatsızlık çıkmasın” deme hakkı bile yoktur. Bu noktada eğer Anayasanın temeli olan halk egemenliği hiçe sayılırsa, gerekirse tatsızlık çıkmalıdır. Halkın egemenliği için uğraş verilmiyorsa, artık benim açımdan, iktidar ve muhalefet sorunu yoktur.
Sevgili dostlar, belki de Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimlerinden biri, iktidarın mevcut konumunu yeniden kazanmasıyla sona erdi. İktidar mevcut konumunu kazanmış olsa da, seçimi kazandığı konusunda siyasi çevrelerde oluşan şüpheler kolay kolay ortadan kalkmayacak gibi görünüyor. Bazıları bu durumu “Pirus Zaferi” olarak adlandırsa da ben durumu biraz daha farklı değerlendiriyorum. M.Ö. 279’da Romalıları mağlup eden Makedon Kralı Pyyrhus, farklı bir devletle savaşıyordu. Kendi ordusunun büyük bölümünü kaybettiğinde, karşısında ağır kayıplar veren Romalıların güçlerini tekrar toplaması çok da zor olmamıştı. Bu durum Kral Pyyrhus’un ordusunun sonunu getirdi ve “mağlup oldu bu yolda galip”.
Oysa Türkiye’de 2023 seçimleri iki farklı devletin mücadelesi değildi ve her iki tarafın kayıpları Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak kayıplarıydı. Tüketilen kaynaklar o kadar hayati öneme sahipti ki, kimsenin nasıl toparlanılacağı konusunda bir fikri de yoktu.
İktidar açısından bakıldığında, seçimin kaybedilmesinin sadece bir seçim yenilgisi olmasının ötesinde, iki farklı boyutu vardı. Bunlardan biri, iktidar döneminde yaşanan yolsuzlukların hesabının sorulmaya başlanması durumunda, iktidarla simbiyotik ilişki kurmuş olan büyük sermaye gruplarının çok zor durumda kalması riskiydi. Elbette burada söz konusu olan sadece sermaye grupları olmayacaktı, onlarla ilişki içerisindeki siyasetçiler ve kamu görevlileri açısından da yıkıcı bir süreç başlayacaktı. Diğeri ise, biraz daha tarihsel kökeni olan bir konuydu. Cumhuriyet tarihi boyunca dini cemaatlerin en güçlü olduğu döneme ilişkin bir sorgulamanın başlaması, adeta devlet içerisinde devlet olmuş cemaatlerin, bu derece kazanımlar elde ettikleri bir süreçte varlıklarını tehdit edebilirdi. Bu cemaatlerin kamuda örgütlenmesinin çözülmeye başlaması söz konusu olabilirdi. Seçimin iktidar açısından olumlu sayılabilecek boyutları bunlar olsa da, Türkiye Cumhuriyeti açısından olumlu olabilecek bir şeylerden bahsetme ihtimali bu kadar kolay görünmüyor.
Seçime ilişkin olarak daha önce yazdıklarımı burada tekrar etmeyeceğim. Çünkü artık bu seçimle ilgili siyasal değerlendirme yapmak anlamını bir ölçüde kaybetti. Meşruiyeti tartışmalı olan bir yönetimin, adaletsiz ve hukuksuz uygulamalarla kazandığı (!) bir seçimi meşrulaştıranlardan biri olmak istemiyorum. Halk egemenliği temelinde kurulmuş bir ülkede anayasa, egemenliğin halka ait olduğunun devleti yönetenler tarafından tanınmasını da içeren bir sözleşme metnidir. Burada sorunun taraflarını iktidar-muhalefet olarak tanımlamak bile, bu ülkede yaşanan hukuksuzluğu meşrulaştırma çabasına katkı sağlayabilir. Bu nedenle artık sorunu bir iktidar-muhalefet sorunu olarak görmediğimi de belirtmek istiyorum.
Egemenliğine sahip çıkan bir halk, yasalara aykırı olarak geçerli sayılan oylarla rejimin değiştirilmesine seyirci kalamaz. Anayasadan aldığı güçle kendisine ait olan egemenliği savunur. Burada muhalefetin “aman bir tatsızlık çıkmasın” deme hakkı bile yoktur. Bu noktada gerekirse tatsızlık çıkmalıdır, çünkü Anayasanın temeli olan halk egemenliği neredeyse hiçe sayılmıştır. İşte bundan sonra artık benim açımdan, iktidar ve muhalefet sorunu yoktur. Meşruiyetini kaybetmiş bir parlamento ve meşruiyetini kaybetmiş bir yürütme gücü vardır. Muhalefetin en büyük hatası, bu düzeni seçimle belirlenmiş bir düzen gibi meşrulaştırma çabasıdır. Bu halk artık egemenliğini kaybetmiştir, üstelik bu durum yeni de değildir. Halk, egemenliğini başvuru koşullarını karşılayamayan bir insanı hak etmediği makama oturttuğunda, yasalara aykırı olarak darbeyle rejimin değiştirilmesine ses çıkarmadığında, Anayasada yer alan açık hükme rağmen aynı şahsın üçüncü kez adaylığına sessiz kaldığında, devlet olanaklarının bir siyasi parti adına seçim için kullanılmasını kabullendiğinde kaybetmiştir. Şimdi iktidar ve muhalefet meşruiyeti olmayan bir enkazın üzerinde demokrasicilik oynamaktadır. Sanki her şey normalmiş gibi davranmaya, yorumlar yapmaya bu şekilde devam edilemez.
Meşruiyeti olmayan bir düzende, ekonominin başına filanca gelmiş, Merkez Bankası’nın başına falanca gelmiş demenin de bir anlamı yoktur. Bu makamlara oturacak kişilerin seçimi, bir tek kişinin iradesine dayanmaktadır. Ekonomi politikası, para ve maliye politikalarından oluşur. Diyelim ki, para politikasında “rasyonel politikalara” dönüldü, aynısının maliye politikalarında gerçekleşeceğine ilişkin en küçük emare görünmemektedir. Cemaatlerin devlet yapısı içerisinde örgütlenmesi bir sorun olarak bile görülmemekte, adeta normal bir oluşum olarak kabul görmektedir. Ülkemizde ücret ve vergi adaletsizlikleri artarak devam etmektedir. İktidar, ülkenin yetişmiş insan gücü ile kamu politikası yoluyla bir mücadele sürdürmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Millî Eğitim Bakanlığı, Anayasaya açıkça aykırı olarak bir protokol düzenlemekte ve buna dayanarak okullara imam gönderilmektedir. Birçok alanda siyasi etkiler, liyakatin önüne geçmektedir. Aslında değişen hiçbir şey yoktur ve değişiyormuş gibi davranmak veya bu beklenti içinde olmak faydasızdır.
Her şeye rağmen devlet gücünü meşru olmayan yollarla ele geçirmiş olan bir iktidarın bile sosyolojik olarak yeterli olamayacağı bir sınır vardır. Seçim sonuçlarının belki de iktidarı en çok rahatsız eden tarafı budur. Ülkenin vatandaşlarının yarısının hiçbir şekilde desteklemediği bir iktidarın hele ki, Anayasayı tanımadan atacağı adımların meşruiyet sorununa takılacağı öngörülebilir. Meşruiyet krizi, yönetimin yasalara uymamasını aşan bir sorundur. Halkta yürütme, yasama ve yargıya karşı oluşan güvensizliğin artmasına bağlı olarak ortaya çıkar. Çeşitli biçimlerde yapılan anketlerde, bu güven sorununun artarak devam ettiği görülmektedir. Güvensizliği yaratan etkenlerin temelinde yöneticilerin kendilerini hukuk kurallarına bağlı görmemeleri yatar. Hukuk devleti ilkesi, ülkede bütün vatandaşların makamı, görevi, kimliği ne olursa olsun, hukuka uygun davranmasını güvence altına almak için vardır. Güven sorunu büyüdükçe, ülkeyi yönetenlerin ülke için doğru olanı yaptığına olan inanç kaybolur. Bir aşamadan sonra itaatsizlik sorunları baş göstermeye başlayabilir. Bu durum, vergiden güvenliğe birçok alanda çok olumsuz sonuçlar doğurabilir.
Meşruiyet krizi oluşmasının önlenmesi için hukuk devleti ilkelerine uyulması yeterlidir. Kaldı ki, hukuk devleti, Anayasanın 2. Maddesinde yer alan, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinden biridir. Yani bu bir keyfiyet değil, zorunluluk meselesidir. Hukuk devleti içerisinde güven sorunu oluşsa da, bunun çözümü demokratik seçimlerle mümkündür. Yani hukuka bağlı kalındığında bir meşruiyet sorunu kolay oluşmaz. Ancak adaletin olmadığı bir ortamda yapılan seçimlerin doğruluğuna olan inanç da zedelenir. Türkiye’de yaşanan tam da budur. Alınan oy oranları, seçilen kişiler, hiç kimseyi meşru yapmaz. Çünkü süreç, demokratik olarak sorunludur. Seçilenler uygun olmayan kişiler olabilir. Eğer hukuk yoksa güven de yoktur. Toplumların kurumsallaşmasında önemli bir aşama olan hukuk devletinden geriye dönülmeye çalışılırsa, kaçınılmaz olarak meşruiyet krizi oluşur.
Bunun uluslararası boyutunda, ülkenin içinde demokrasi ya da hukuk olması ya da olmaması, diğer ülkelerin bir dereceye kadar umurunda olmayabilir. Ancak uluslararası hukuka aykırı davranışların belirmesinde ve çıkarların zarar görmeye başladığı aşamada, uluslararası düzeyde meşruiyet krizi de ortaya çıkabilir. Örneğin Türkiye’nin imzalamış olduğu AİHS karalarına ısrarla uymaması durumunda, Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden ihracına kadar gidebilecek bir sürecin başlaması mümkün olabilir. Ülkeyi uluslararası düzeyde güvenilmez duruma getirmenin birçok ekonomik ve sosyal etkisi olacağı da öngörülmelidir. Aslında uluslararası meşruiyet krizine yol açan etkenlerin başında, uluslar arası hukuku hiçe saymak bulunmaktadır. Hukuka uygun şekilde onay süreçlerinden geçmiş ve mevzuata girmiş olan uluslararası anlaşmaları uygulamamakla, Anayasayı uygulamamak arasında hiçbir fark yoktur. Önümüzdeki dönemde Türkiye için bu riskin varlığı göz ardı edilmemelidir.
Sonuç
Bu seçimlerin kaybedeni bütün ülke oldu. Neyi kaybettik? Çocuklarımızın daha adil, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinde yaşama hayallerini kaybettik. Avrupa’nın mülteci deposu yapılarak uzun yıllar çözülemeyecek güvenlik sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalacak olup huzuru ve güvenliği kaybettik. İnsanca asgari yaşam standartlarına ulaşmanın lüks sayılacağı bir ülke olup, hak ettiğimiz gelire ulaşma ihtimalini kaybettik. Dünyanın saygın bir ülkesinin vatandaşları olarak farklı ülkeleri gezme hayallerimizi kaybettik. Yasakların yaygınlaştığı, özgürlüklerin istisna haline geldiği bir ülkede demokrasinin güzelliklerini kaybettik. Cemaatlerin hiçbir hukuki statüye sahip olmadan devlet içerisinde örgütlendiği bir ortamda, liyakatli insanların göreve gelme ihtimalini kaybettik. Bilimi, eğitimi, insanlığı, vicdanı, ahlakı, kaliteyi ve adaleti kaybettik. Kazananın olmadığı bir ortamda belki sizler durumu bu kadar vahim görmeyebilirsiniz. Ama benim gördüklerim bunlar.
Anayasanın 6. Maddesinde “Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” hükmü varken, bir tek kişinin her şeye karar vermesi kabul edilemez. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, mevcut sistemle paradoksal bir metne dönüşmüştür. TCK’nın 309. Maddesinde yer alan “cebir ve şiddet” kavramları hakkında devletin kendi gücünün kendine yönelmesi gibi bir hukuksal yorum yapılabilir mi bilmiyorum ama yaşadığımız süreçte olan budur. Bu ortamda artık iktidarın ya da muhalefetin ne dediğinin önemi yoktur. Her şeyin meşruiyetini yitirdiği ortamda, muhalefetin varlığı da sorgulanabilir. Kimsenin hukukun savunulmasının arkasında duramadığı bir toplumda hiçbir şey güvence altında olamaz. Hukukun gaspı, sadece devletin yöneticileri tarafından gerçekleşmez. Hukuksuzluğun meşrulaşmasına katkı sağlayan muhalefeti de, vatandaşları da bu gaspa ortaktır. Muhalefet, bir taraftan “tek adam rejimini” eleştirip, bir taraftan tek adam gibi dayatmalarla halka haddini bildirmeye soyunmamalıdır.
Kimse buradan, “madem mevcut Anayasa uygulanmıyor, yenisini yapalım” saçmalığına girişmesin. Anayasa, kurucu meclisler tarafından yapılır, son seçimde seçilenleri gördükçe geleceğe dair endişelerinizi artıran bir meclisin oldu bitsiyle değil. Ve halk, egemenliğin kaybedildiğinde kolayca geri kazanılamayacak büyük bir değer olduğunu mutlaka anlamalı ve ona göre hareket etmelidir. Tanrıları öldürmek, modern çağda da olsa kolay değildir.