İliç Maden Faciası Durduk Yere mi Oldu? Bunun Öncesi Yok muydu?
Maden faciasına neden olan toprak kayması, kendiliğinden olan bir şey değil. Madenin işletilme yöntemine bağlı bir kaymaya benziyor. Uzmanların yorumları da bu yöndedir. Jeologlar ayrıca atık depolama havuzunun fay hattı üzerinde olduğunu da belirtiyorlar.
Erzincan’ın İliç ilçesinde meydana gelen faciayı duyduğum andan itibaren bir yandan o bölgede görev yaptığım dönemde geçirdiğim sıkıntılı zamanları bir yandan ise uzmanlık alanım olan afet yönetimi üzerine yazdığım yazılarımı düşünmeye başladım. Afetler her zaman doğal olaylardan kaynaklanmaz, sınıflandırmada doğal ve insan kaynaklı olarak ikiye ayrılır. Erzincan’da yaşanan maden faciası, ülkemizde yaşanan birçok maden faciası gibi ikinci sınıfa girer. Bazen doğal afetler insan kaynaklı ikincil etkiler de yaratabilir ancak burada bizim konumuz, hiçbir doğal etki olmaksızın ortaya çıkmış bir afettir. Afetin ortaya çıktığı andan itibaren yazılı ve görsel medyada boy gösteren birçok uzman, konuyla ilgili olarak hemen her türlü teknik bilgiyi vermektedir. Bu nedenle bunun üzerine konuşmak yerine, gelecekte benzer olayların yaşanmaması adına toplumsal düzeyde neler yapılması gerektiğini tartışmayı uygun buluyorum.
Genellikle afetler akılsız yöneticilerin yönettiği toplumların kaderidir. Burada “akılsız yönetici” ifadesini bilimden ve ahlaktan uzak toplumların seçtiği yöneticilerin, kişisel çıkarını her türlü toplumsal çıkarın üzerinde tutan tipolojisi için kullandığımı belirtmeliyim. Bu perspektiften bakıldığında afetlerin oluşmasında kamu politikalarının rolü, çok büyüktür. Kamu politikaları, birçok etkenin rol oynadığı karmaşık süreçlerdir. Sonucunda toplumsal yapıda büyük değişiklikler yaratma potansiyeline de sahiptirler. Karar noktasında ise siyasi iktidarların var olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle, siyasal iktidarlar çok genel anlamda bir ülkede olan iyi ve kötü her şeyden sorumludurlar.
Bazen afeti yaratan etki o kadar büyük olabilir ki, alınan bütün önlemler yetersiz kalır ve afet ortaya çıkar. Ancak bu durumda bile etkileri toplumun örgütlülük düzeyine göre değişir. Değişmeyen gerçek, her durumda afetin boyutlarını uygulanan kamu politikalarının belirlemesidir. Her afet, zamanında belirlenmiş, sürdürülmüş ya da belirlenmemiş bir kamu politikasının yansıması olarak da görülebilir. Örneğin bir nükleer santral yapıldığında, nükleer bir felaket riski de alınmış olur. Elbette ortaya çıkmaması için birçok önlem alınır, kontrol süreçleri düzenlenir ama yine de bir şekilde bu riskin bir afete dönüşmesi olasılığı mevcuttur.
Dolayısıyla bir siyasal iktidarın politika süreçlerini akıl ve bilimle yönetmesi bir zorunluluktur. Bunun anlamı, belirli kişilerin ahlaki ve bilimsel olarak sorunlu kararlar almadığı, yöneticilerin her türlü hassasiyeti değerlendirebildiği ve liyakatli uzmanların ortaya çıkabilecek her türlü riski değerlendirip raporlayabildiği bir sürecin yönetilmesi gerekliliğidir. Elbette bir ülkenin enerji politikaları, bir nükleer santral yapılmasını gerektirebilir. Ancak bu politika tercihi yapıldığı andan itibaren birçok önlemin ve bilimsel süreçlerin çok hassas bir şekilde yürütülmesi gerekir. Örneğin siyasi tercihler, işleyen bilimsel süreçlerin akışını etkilememelidir. Planlanan zamanların öne çekilmeye çalışılması, liyakatsiz insanlarını ya da yapıların görevlendirilmesi, şirketlerle kurulan gayri ahlaki ilişkiler gibi birçok olumsuzluk, verilen kararların gelecekte bir afet riskinin gerçekleşmesinin temel nedenlerinden biri olmasına yol açabilir.
Birçok ülke, kalkınma ile çevresel etkiler arasında zor bir politik seçimle karşı karşıya kalabilir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından bu tercih çok sık yaşanan bir açmazdır. Bu nedenle, 1970’lerden itibaren “sürdürülebilir kalkınma” kavramı kalkınma politikalarının temel dayanağı olmaya başlamıştır. Gelişmiş ülkelerin gelişme süreçlerinde dikkate almadığı çevresel etkilerin, uluslararası örgütler tarafından gelişmekte olan ülkelere dayatılması, konunun bir diğer dramatik boyutunu oluşturmaktadır. Ancak ortada yadsınamayacak bir gerçek vardır ki, o da çevresel etkilerin çok uzun yıllar canlıların yaşamlarını çok olumsuz etkileme potansiyelidir. İşte bu nedenle, çevresel etki değerlendirme (ÇED) raporlarının bir politika tercihini uygulamak için aşılması gereken bir prosedür olmaktan ziyade, yapılan tercihin olası sonuçlarının bilimsel olarak ortaya koyan bir uyarı belgesi olarak algılanması gerekir.
Gelelim İliç’de yaşanan maden faciasının öncesinde yaşananlara. İnternete girip araştırdığınızda bir sitede, 30 Haziran 2022 tarihli şu haberle karşılaşıyorsunuz; “Erzincan’ın İliç ilçesine bağlı Çöpler Köyü’nde 12 yıldır faaliyet gösteren ve geçtiğimiz günlerde siyanür sızıntısı iddialarıyla gündeme gelen Çöpler Altın Madeni Kompleksi’nin faaliyetlerinin durdurulduğu açıklandı. Ancak madenin kapasitesinin 3 katına çıkarılmasına yönelik planlar sürüyor.” (1). Haberin devamında olası bir depremde büyük bir çevre felaketinin yaşanacağına dikkat çekiliyor.
Halen AKP İstanbul Belediye Başkan Adayı olan Murat Kurum’un Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı döneminde, 2020 yılında ÇED raporuna gerek duyulmaksızın artırılan kapasite ile daha riskli bir ortam oluşmuştur. Bunun ardından yaşananlar ise şöyle anlatılıyor: “BirGün'de yer alan habere göre, Murat Kurum’un Bakanlığı döneminde, şirketin siyanür faciasının üzerinden bir yıl geçtikten sonra 16 Haziran 2022 tarihinde ‘Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) gerekli değildir‘ kararı ile kapasite artırımı onayı verilerek, bugün yaşanan facianın temelleri atıldı.” (2). Bahse konu artırımla beraber madenin kapasitesi 3 katına çıkarılmıştır.
Söz konusu Bakan döneminde CHP Milletvekili Gürsel Erol tarafından verilen soru önergesi ise adeta yaklaşan felaketi haber veriyor. Erol, Kurum’a olası bir felaket konusunda sorular sormasına karşın, yanıt olarak “gerekli bütün tedbirlerin alındığı” cevabını almıştır. Facia gerçekleştikten sonra, kaç işçinin hayatını kaybettiği hususu, ortada cevaplanmayı bekleyen bir soru olarak dururken, siyanürlü çözeltinin Fırat Nehri’ne ulaşma ihtimali, bir kâbus senaryosunu akıllara getirmektedir. Böyle bir korkuya değecek olan kazancın ne olduğunu sorgulamak ise geç yapılmış bir muhasebedir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu olayda yaşanan toprak kayması, kendiliğinden gerçekleşen bir kayma gibi değil, madenin işletilme yöntemine bağlı bir kayma gibi görünmektedir. Bu konudaki uzmanların yorumları bu yöndedir. Jeologlar ayrıca atık depolama havuzunun fay hattı üzerinde olduğunu da belirtiyorlar. Bu durum, ÇED raporlarını gereksiz gören bakanlığı doğrudan “kuvvetli şüpheli” haline getiriyor. Gerekli jeolojik analizler yapılmadan öyle bir atık depolamasına nasıl izin verildiği, mutlaka hesabının sorulması ve sorumlular tarafından hesabının verilmesi gereken bir konu olarak orta yerde duruyor. Büyük olasılıkla da cevap verilmeden kalacak.
Bir ülke düşünün ki, afetler olduktan sonra bile sağlıklı bilgiye ulaşılamıyor. Düşünün ki, bu ülkede sorumlular hiçbir şekilde hesap vermek zorunda kalmıyor. Düşünün ki, hukukun konuşması gereken yerde birileri çıkıp bütün olanların “Allah’tan geldiğini” söylüyor ve ölenler öldüğü ile kalıyor. Bana çok korkunç geliyor. Size de öyle geliyor mu? Aynı zamanda son derece saçma buluyorum. 21. Yüzyılda binlerce yıllık devlet geleneği olan bir ülke bu duruma düşer mi bilmiyorum. Ama gökten üç elma düşsün ve bu üç elmanın adları; hukuk, ahlak ve adalet olsun.
Kaynakça
(1) https://sivilalan.com/2022/06/30/siyanur-sizintisinin-yasandigi-altin-madeninin-genisletilmesini-durdurmak-icin-mucadele-suruyor/
(2) https://t24.com.tr/haber/copler-madeni-ndeki-kapasite-artirimi-izni-murat-kurum-un-bakanligi-doneminde-verilmis,1151735