Site İçi Arama

strateji

Ulus Devlet Anlayışı Neyi Gerektirir?

Sosyolog Doğan Ergun'un "Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik"(1) kitabındaki kavramlaştırmasından faydalanmayı uygun buldum. Bunun konuyu bütünlük içinde ele alan bir kavramlaştırma olması dolayısıyla günümüzdeki tartışmalara ışık tutabileceğini değerlendiriyorum.

Kimlikler Kıskacında Ulusal Kimlik

Sevgili dostlar uluslararası ilişkiler/siyaset bilimi bağlamında sıkça tartışılan konulardan biri, ulus devletlerin etnik kimlikler ve inançlara karşı tutumlarının ve bunlarla ilişkilerinin farklı boyutlarıdır. Konu başlı başına çok geniş bir içeriğe sahiptir. Burada sınırlı bir çerçevede konuyu tartışmaya yetecek bir makalenin zorluğunun farkındayım. Bu nedenle konuya ulus devlet perspektifinden bakarak, ulus devlet yapılarının alt kimliklerle olan ilişkisini ve bu ilişkinin farklı güç odaklarınca istismar edilmeye karşı olan hassasiyetini ele almaya çalışacağım. Bunu yaparken, Sosyolog Doğan Ergun'un "Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik"(1) kitabındaki kavramlaştırmasından faydalanmayı uygun buldum. Bunun konuyu bütünlük içinde ele alan bir kavramlaştırma olması dolayısıyla günümüzdeki tartışmalara ışık tutabileceğini değerlendiriyorum.

Ulus Devlet Nedir?

Avrupa'da 14 ve 15. Yüzyıllardan başlayarak artan ticaret ve bununla birlikte burjuvazinin güç kazanmaya başlaması, krallıkların birleşerek merkezi güçlerini artırmasına yol açmıştır. Bununla birlikte monarşi karşısında göreli bağımsızlık arayan burjuvazinin, bireysel özgürlüklerle birlikte ticaret serbestisi konusunda monarşinin yetkilerinin sınırlandırılması yönündeki talepleri tarihsel süreçte karşılığını bulmuştur. Elbette burjuvazinin güçlenmesiyle birlikte monarşinin yetkilerinin sınırlandırılmasının yanında, kilise otoritesi de güç kaybetme sürecine girmiştir.  Bu durum 1000 yıldan fazla süren devlet ve kilise otoritesi arasındaki adı konmamış güç mücadelesinde dengenin devlet lehine bozulduğu bir aşamadır aynı zamanda.  

Ulus devletlerin oluşmasının zeminini hazırlayan olay, 1648 yılında uzun savaş yıllarını takip eden iki anlaşmanın imzalanmasıdır. Westfalya anlaşması olarak bilinen bu iki anlaşmanın (Münster ve Osnabrück) görünen sonuçlarından biri, ulus devletlerin ortaya çıkmasıdır (2).  

Ancak diğer önemli sonuç, artık yönetimlerin dini otorite üzerindeki iktidarının belki biraz da simbiyotik görünerek tesis edilmesi sürecinin başlamasıdır. Ancak bu tarafı, sadece egemenliğin biçim değiştirmesi açısından konumuzla ilişkilidir. Egemenlik Westfalya sürecinden başlayarak aşama aşama monarşiden halka geçmeye başlamıştır. Bunun en çok belirleyici olduğu olaylar ise Fransız Devrimi (1789) ve onu takip eden dönemde (1789-1792) yaşananlardır. 1688 İngiliz Devrimi ile burjuvazi Avam Kamarasında temsil hakkı kazansa da Fransız Devrimi, tarihçiler arasında ulus devletin resmiyet kazanmasında daha belirgin bir aşama olarak görülür. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, Amerikan bildirilerinden etkilenmiş görünmektedir. Özellikle 3. Maddesinde "Her egemenliğin ilkesi, öz olarak Ulus'un içindedir. Hiçbir kurum, hiçbir kişi, açıkça ulustan kaynaklanmayan bir otoriteyi kurtaramaz." ifadesiyle açıkça ulus devletin kuruluşu müjdelenmektedir. Ancak başlangıçta İnsanların genel ve evrensel hakları olarak görünen bu hakların mecliste yapılan görüşmeler neticesinde daha çok yurttaş haklarına evrildiği (yurttaş hakları olarak anlamlandırıldığı) görülür (3).

Ulus devlet, egemenliğin monarşiden halka geçtiği süreçte, devletin siyasi sınırlarının içerisinde yaşayan ve egemenliğin gerçek sahibi olan yurttaşların oluşturduğu ulustan güç alan devlettir. "Devlet politik ve jeopolitik bir varlık, ulus ise kültürel veya etnik bir varlıktır. Ulus devlet kavramı ise bu ikisini belli bir coğrafyada örtüştürür ve böylelikle kendisinden önce gelen devlet yapılarıyla büyük ölçüde farklılaşır."(4) tanımı kapsayıcı bir tanım olmakla birlikte, tarihisel süreçte etnik kimliklerin ve inançların ulusu ulus yapan özellikler olmaktan çıktığını da belirtmemiz gerekir. 

Ancak şunu belirtmekte fayda bulunmaktadır. Ulus devleti var eden milliyetçilik anlayışı, bu çerçevede 17. Yüzyıl ürünü bir düşüncedir. Günümüzde ulus devletlerde yaşayan halkların, etnik kimliğinden bağımsız, yurttaş kimliğine dayanan bir ulusal kişiliği bulunmaktadır. Örneğin Fransa'da yurttaşların kişiliği "Fransız" olmaktır, İtalya'da İtalyan, Almanya'da Alman vb. Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ulusal kişiliği, Türk olarak tanımlanır.

Ulusal Kişilik Nedir ve Kimliklerle Ne İlişkisi Vardır?

Ergun, kültür tanımından yola çıkarak, alt ve üst gibi tanımların kültürler arası ilişkileri açıklamakta çok yanlış olduğunu savunur. Kültürler arasında bir sıradüzen (hiyerarşi) kurmak, yöntembilimsel açıdan sorunludur. O'nun kültür tanımında "öğrenilmiş, güdülenmiş madde dışı bir varlık" olarak kültür, birçok bilim insanının yaptığı maddi tanımlardan ayrılır. Dolayısıyla alt yerine özel, yerel, etnik; üst yerine de ulusal, küresel terimlerinin kullanılmasını önerir. Kişiler birden çok kültüre bağlı olabilir, birden çok kültürün taşıyıcısı olabilir. 

Kültürle medeniyeti birlikte ele almak gerekmektedir. Medeniyet, maddi olmayan kültürün gerçekleşme, somutlaşma biçimidir. Kişi dediğimiz ise, insan toplumlarındaki bireyi ifade etmektedir. Kişiyi tanımak için onun kimliği sorulur. Bu bağlamda kimlik, insana özgü niteliklerdir. Nitelik ise, bir şeyi başka şeylerden ayıran özelliktir. Yani kimlik, bir kişinin bir özelliğidir. Bir kişinin birden çok özelliği olacağına göre, aynı zamanda birden çok da kimliği olacağı sonucuna varabiliriz. Bunun yanında kültürlerin kişiye kimlik kazandıran bir kavram olarak ele alınması da mümkündür.

Kişilik ise, bireyde oluşumunda toplumla ilişkilerin çok büyük rol oynadığı psikolojik bir temeldir. Bireyin kişiliğinin toplumsal kişiliğe entegrasyonunda belirleyici olan toplumsal yapıdır. Toplumsal yapı, toplumda yaşanan birçok boyutta ilişki biçimi ile belirlenir. Toplumsal kişilik bu farklı boyutlardaki ilişkilerin tarih içinde birbiriyle bütünleşmesi neticesinde oluşur, yani toplumsal kişilik tarihseldir. Bunun yanında bireysel kişilik psikolojinin konusuyken, toplumsal kişilik sosyolojinin konusudur. Kimlik bireysel bir belirleyici iken, kişilik dinamik bir örgütlenmedir. Kimlik bir sınıflandırmayı içerirken, kişilik bireyin içinde kendi özgün yapısının çevreyle olan uyumunu belirleyen psiko-fizik sistemlerin dinamik örgütlenmesidir. Türk kişiliği kavramı burada etnik oluşumdan bağımsız olarak ortaya çıkan toplumsal bir olgudur. "Kişilik, bir birlik belirtisidir; kişilik, bir bütünlük belirtisidir; kişilik, bir örgütlenme belirtisidir. Ve bu birliğin, bu bütünlüğün, bu örgütlenmenin kaynağı kültürdür"; "Kişilik, bireyin kimlikler içinde ve kimliklerle bir örgütlenmesidir" (5). 

Yani kişilik tek, kimlikler birden fazladır. İdeolojik ayrımlar, tarih ve yurt bilincinden yoksun olma durumunda çok tehlikeli bir toplumsal olguya dönüşebilir. "Sosyalistliği Rus ya da Çin sosyalizmi, Müslümanlığı Acem ya da Arap Müslümanlığı, milliyetçiliği İtalyan ya da Alman faşistliği" haline getirebilecek bu yaklaşım, ulus olarak bir arada yaşamanın gittikçe zorlaşacağı bir süreci de beraberinde getirecektir. Birçok bilim insanı tarafından kullanılmış olan "Türk kimliği" ifadesi ise, bilinçsiz ya da maksatlı bir seçim olarak görünmektedir.

Sonuç

Burada Sosyolog Doğan Ergun'un kitabından yola çıkarak Türk ulusal kişiliğinin tanımlanmasındaki hassasiyetleri ifade etmeye çalıştım. Bu konu ne yazık ki, Türkiye'de en çok dikkat etmesi gereken siyasetçiler tarafından bile yeterince bilinmemektedir. Ya da bilinmesine rağmen siyaseten benimsenen tutumlar, büyük yanlışların yapılmasına neden olmaktadır. "Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, hepimiz biriz" söylemi bile kavramsal yanlışlıklar içermektedir. Türk ulusal kişiliğini, etnik kimlik düzeyine getiren bu yaklaşımlar, ülke içerisindeki etnik kimliklerin ulusal kişilik üzerinde baskı oluşturmasına neden olmaktadır. Etnik ve inanca dayalı kimliklerin Türk ulusal kişiliğini yıpratmasına neden olmak, bilinçsiz olarak yapıldığını kabul etsek bile, en hafif tabiriyle ulus devlet inşası olarak ortaya çıkan Atatürk Devrimi'ne indirilen darbe olarak görülmelidir. 

Atatürk'ün en büyük başarısı, dünyanın tarihsel ve siyasal gelişimini çok iyi okuyup, parçalanmış bir imparatorluktan bir ulus devlet yaratmasıdır. Eğer Atatürk bu okumayı yapamamış olsaydı, farklı kültürlerin birbiriyle sürekli çatışma içerisinde olduğu sömürge topraklarında yaşıyor olmamız, çok kuvvetli bir ihtimaldi. Etnik ve inanç kimliklerinin devlet örgütlenmesi karşısında eşit olarak kabul görmesi, demokratik hukuk devletinin ve yurttaşlık bilincinin bir gereğidir. Ancak, kendi ulus devlet yapılarında oluşturdukları özgürlük ortamında tartışılmasına asla izin vermeyecekleri meseleleri Türkiye'ye demokrasinin gereği olarak dayatmaya kalkan küresel güçlerin bu saldırılarına karşı bilinçli olmak ve ulusal kişiliğimizi korumak, bütün yurttaşların ortak görevi olmalıdır. 

Bu yazdıklarımdan, Türkiye'de kimliklerle ilgili hiçbir sorun olmadığı anlamı çıkarılmamalıdır. Söylemeye çalıştığım şey, tartışmaların çok yanlış bir zeminde ve cehaletle yapılıyor olmasıdır. Etnik veya inanç kimlikleri üzerinden tartışmaya girildikten sonra, ulus devletin ayakta ve tek parça olarak kalması çok zordur. Bu durumun da ülkenin yurttaşlarına hiçbir fayda sağlamayacağı açıktır. Kimlere fayda sağlayacağı görüldüğünde, belki daha ahlaki bir zeminde siyaset yapılması, yöneticilerin Atatürk Devrimi'ne karşı daha duyarlı davranması ve vatandaşların yurttaşlık bilincine sahip çıkması mümkün olabilecektir.

Dipnotlar:

(1) Doğan Ergun, (2000), Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik, İmge Yayınevi, Ankara.

(2) https://tr.wikipedia.org/wiki/Vestfalya_Antla%C5%9Fmas%C4%B1 

(3) Ed. M.Ali Ağaoğulları, Sokrates'ten Jakobenlere Batı'da Siyasal Düşünceler, İletişim Yayınları, Ankara, s. 608-611.

(4) https://tr.wikipedia.org/wiki/Ulus_devlet

(5) Doğan Ergun, (2000), Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik, İmge Yayınevi, Ankara, s. 170.

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 06.08.2022
  • Süre : 4 dk
  • 1705 kez okundu

Google Ads