Site İçi Arama

siyaset

Altı Oktan Geriye Hangileri Kaldı?

Sayarsak, öncelikle: • cumhuriyetçilik • halkçılık • laiklik • milliyetçilik Bir de sonradan eklenen diğer iki ilke: • devletçilik • inkılapçılık (yani devrimcilik) Bugün halen daha bu ilkelerin hepsini bünyesinde barındıran, en azından barındırdığını iddia eden, ve aynı zamanda parti bayrağı üzerinde de altı adet ok ile simgeleştirmiş olan tek parti Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Diğer partilerimizde de ilkelerin kimileri öne çıkarılmış olsa da, CHP'yi ilkelerin temsilcisi olarak kabul edebiliriz sanırım.

Neydi Atatürk'ün ülke yönetim ilkeleri, belki de moda deyimiyle doktrini? 

Tabii ki altı okla özetleyebileceğimiz ilkelerdi. 

Sayarsak, öncelikle:

• cumhuriyetçilik

• halkçılık

• laiklik

• milliyetçilik 

Bir de sonradan eklenen diğer iki ilke:

• devletçilik

• inkılapçılık (yani devrimcilik)

Bugün halen daha bu ilkelerin hepsini bünyesinde barındıran, en azından barındırdığını iddia eden, ve aynı zamanda parti bayrağı üzerinde de altı adet ok ile simgeleştirmiş olan tek parti Cumhuriyet Halk Partisi'dir. 

Diğer partilerimizde de ilkelerin kimileri öne çıkarılmış olsa da, CHP'yi ilkelerin temsilcisi olarak kabul edebiliriz sanırım.

Türkiye Cumhuriyeti'nin yegâne önderi ve CHP'nin de kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bu emanetini koruyan, koruması gereken ve bu ilkeleri sürdürmekle yükümlü olan partinin resmi kurumu, Siyasi Partiler Kanununa göre tüzel kişilik olarak parti merkez organıdır. Kanuna göre merkez organ/organlar parti tüzüğü ile belirlenmek zorundadır. 

Bu durumda CHP parti tüzüğüne bakacak olursak, tüzük esaslarında bu merkez organ parti içi yürütmenin en yetkili organı olan Merkez Yönetim Kurulu'dur diyebiliriz. 

Parti aynı zamanda Merkez Yönetim Kurulu'nun da başkanı olan Genel Başkanın şahsiyetinde temsil edilir. Yani Genel Başkan parti politikalarının da temsilcisidir aynı zamanda.

Merkez Yönetim Kurulu tüzüğe göre, Parti Kurultayı'nın verdiği yetkiyle partinin asıl yetkili organı olan Parti Meclisi denetimindedir.

Buraya kadar her şey anlaşılır olmuştur sanırım.

Sonuçta bugün için Atatürk'ün emanetini korumakla yükümlü kişi Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu'dur. Bunda da bir beis yoktur diye düşünüyorum.

Ben uzun bir süredir birçoklarının söylemlerinde ezberden bildiği bu ilkelerin bugünün Türkiye'sinde aslında söylemde mi kaldığını, yoksa gerçekte uygulanabilirliği var mı, yani uygulanıyor mu, merak ediyorum. 

Gelin birlikte duruma bir göz atalım, bakalım bu emanetlerden hangileri bugün gerçekte yürürlükte.

Atatürk ilkelerini CHP'ye emanet ettiği için incelemeyi sadece CHP özelinde olmasa da, çoğunlukla CHP bünyesinde yapacağım.

Başlayalım.

Öncelikle bu emanetler parti tüzüğünün "Kuruluş İlkeleri" adıyla belirtilmiş olan ilk bölümünde Atatürkçülüğün ilkeleri olarak tanımlanarak partinin bu ilkelere bağlılığı teyit edilmiş.

Ama ben yine de pratikteki durum açısından konuyu biraz daha derinlemesine incelemek istiyorum. Sırayla gidelim isterseniz. 

1) Cumhuriyetçilik ilkesi konusunda sanırım hiç kimsenin aklında bir kuşku yoktur.

CHP cumhuriyetin tartışılmaz savunucusudur. 

Bu ülkede cumhuriyet karşıtı kimsenin olduğunu düşünmüyorum. 

Bir zamanlar bu konuya çekingen ve biraz da üstü kapalı mırıltılar çıkaranlar olsa da, bugün o günlerde yükselen yoğun tepkinin de etkisiyle belki, cumhuriyet karşıtlığını dile getirme cesaretinde olan hiç kimsenin kalmadığını görüyorum. 

Zaten cumhuriyet egemenliğin halkta olduğu yönetim biçimi olduğu için halkın bu saatten sonra aksine bir duruma müsaade edeceğini de sanmıyorum.

Yani eğer kaldıysa heveslisi, heveslerin geçici olarak otokrasi boyutundan daha öteye gidemeyeceği görüşündeyim. 

Otokrasi de yeterince vahim bir durum olsa da, dediğim gibi millet eninde sonunda egemenliğin millette olduğunu anlamak istemeyene bile devletin gerçek sahibinin kendisi olduğunu seve seve öğretecektir.

O yüzden bu ilkenin ülkemizde sonsuza kadar yürürlükte olacağını düşünüyorum.

2) Halkçılık ilkesi aslında biraz karışık bir kavram. 

Karışıklık milliyetçiliğin "millet" sözcüğünden türemiş olmasından kaynaklanıyor. 

Zaman zaman "halk" sözcüğü "millet" sözcüğü ile karıştırılabiliyor. Hatta pratikte ikisinin farkını bilenin çok olmadığını düşünüyorum.

"Halk" sözcüğü dilimize Arapçadan geçen bir sözcük. Etimolojik sözlükte anlamı herhangi bir insan topluluğu, ahali olarak tanımlanmış.

Türk Dil Kurumu sözlüğünde ise kültür birliğinden tutun, uyruk, soy, yurttaşlık ve kamu anlamları da tanımlanmış. 

"Millet" de Arapçadan geçmiş. Yine TDK sözlüğüne göre aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus diye tanımlanmış. 

Yani aslında prensipte "halk" ile "millet" için aynı tanım yapılmış. Sonuçta "millet" için sözlükte sıralanmış tüm bu kavramlara kısaca "kültür birliği" de diyebiliriz. Aynı anlama gelir.

Aslında aralarındaki asıl fark etimolojik açıdan kök sözcükler incelendiğinde daha iyi anlaşılıyor. 

Etimolojik olarak "millet" dini bir kavram olarak belirtilmiş, yani sözlüğe göre "millet" aynı dine veya mezhebe ait topluluk demek. 

"Halk" ise etimolojik olarak yaratma, yaratış sözcüğü ile ilintili, kökü "yaratmak". 

Yani millette dini birlik öne çıkarken, halk deyince soy birliği daha öne çıkıyor.

Bizde günlük kullanımda ise her iki sözcüğü de kullanırken aslında bir fark gözetmeyiz. Ne "millet" için dini bir referansa atıf yapılır, ne de "halk" için soy referansına atıfta bulunulur. 

Hem "Türk Halkı", hem de "Türk Milleti" bizim için aynı anlamdadır.

Bu durumda "halkçılık" ilkesine dönecek olursak, Atatürk aslında halkçılık derken bu farkı gözetmiştir diyebilir miyiz? 

Aslında hayır. Her iki kavrama da Atatürk sözlük anlamlarından daha farklı anlamlar yüklemiş.

Atatürk'ün halkçılık ilkesinden anlaşılan; toplumda hiçbir kimseye, zümreye ya da herhangi bir sınıfa ayrıcalık tanınmamasıdır. Herkes kanun önünde eşittir. 

Halkçılık ilkesine göre; hiçbir kimse başkalarına karşı dinsel, dilsel, ırksal veya mezhepsel açıdan üstünlük sağlayamaz.

Bugünkü CHP parti programında ise Halkçılık: "Bizim için insanlar yasa önünde tamamen eşit muamele görmek zorundadır. Sınıf, aile, fert arasında bir ayrım yapılamaz. Biz, Türkiye halkını çeşitli sınıflardan oluşan bir bütün olarak değil, sosyal yaşamın gereksinimlerine göre çeşitli mesleklere sahip olan bir toplum olarak görmekteyiz." şeklinde tanımlanmış. Hemen hemen aynı tanım.

Aslında benim anladığım halkçılık ilkesi derken Atatürk vatandaşlar arasında ayrım yapılmamasını kastetmiş, eşit vatandaşlık ilkesi demek istemiş. 

Bence kısaca "eşitlikçilik" ilkesi olarak da ifade edilebilirmiş.

Peki günümüz CHP'si açısından da böyle midir? Bence evet. Demekki halkçılık, yani benim anladığım şekliyle eşitlikçilik ilkesi de bir değişime uğramamış diyebiliriz.

Ülkede mevcut hiçbir parti farklı düşünmüyor diyebilir miyiz? Belki. Dini referanslara daha yakın partilerde biraz kadın erkek eşitsizliği öne çıkıyor gibi geliyor bana. 

Halklar diye kendisini etnik bazda ayıran partimiz de var sanki. 

Lozan'da azınlıklar olarak tanımlanmış olan "gayrı müslimler" için kanunlarımızda bugün bir azınlık tanımı yok. Çünkü 2. Dünya savaşı sonrası dünyadaki gelişmelere de uyum sağlanarak biz de uluslararası insan hakları anlaşmalarını imzalayarak kanunlarımızı insan haklarını esas alarak düzenlemiş durumdayız.

Ancak sanırım halen daha zihniyet olarak bence bu konularda ilerlenmesi gerekli.

Toplumumuzun insan hakları konusundaki zihniyetini daha iyi anlamak için Rahmetli Tarık Akan'ın "Deli Deli Olma" filmini izlemeyenlere tavsiye ederim. İlerlemek derken biraz da bu zihniyetin değişmesi gerektiğinden bahsediyorum.

3) Laiklik İlkesi, 

Milliyetçilik ilkesinden önce sırada olduğu için laiklikle devam edelim. Hem milliyetçiliği daha iyi anlamak için önce laiklik üzerinde inceleme yapmak daha yararlı olacaktır.

Aslında bu kavram bence Atatürk'ün de benimsetmek için en çok zorlandığı ilkesi olmuş. 

Atatürk "Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz." diye 1926 yılında bu konuya açıklık getirmeye çalışmış.

1930 yılında "Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir." demiş.

"Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir." demiş yine 1930'da.

Ama, "Laik hükümet kavramından dinsizlik manası çıkarmaya çalışan fesatçılara fırsat vermeyiniz." de demiş. Çünkü ne kadar anlatmaya çalışsa da o zamanlar bile birtakım insanlar anlamak istememekte ısrarcı olmuşlar.

Evet, o günlerde de laikliği dinin karşısında konumlandırmak isteyenler olmuş. Ya laiksin, ya dindarsın, her ikisi de birlikte olamazsın. Sanki eşyanın tabiatına aykırı. 

Bugün de aynı düşüncede olanlar az değil!

Aslında bu anlaşılamamanın sebebi laikliğin tanımının çok karışık olmasında değil.

Laikliğin bu çarpıtılarak gösterilmek istenmesinde kimi kendini laik olarak tanımlayanların büyük kabahati olduğu gibi, din bezirganlarının da büyük etkisi olmuş. Çünkü laiklik en çok bu din bezirganlarının işine gelmiyor. Adeta kurulu düzene çomak sokuyor. Din sömürüsüne engel oluyor.

Kendini laik olarak tanımlayanlar arasında olayı yanlış algılayıp, ya da özellikle çarpıtarak bu kavram ardına sığınmış olanlar da yok değil, bu gibiler modern Türkiye'nin batılılaşma rüzgarına da kapılarak alenen dinin gereklerini uygulamaktan vaz geçerken, din bezirganları için de bu durum "din elden gidiyor" sloganı ile laikliğin "din karşıtlığı" olduğunu dillendirmelerine bir sebep teşkil etmiş. 

Sonuçta dindar görüntü altına gizlenip kendine toplum önünde bir yer edinerek, aslında din sömürüsü yapan bu zümre fırsatını bulduğu için bugün de sesini yükseltmiş durumda. 

Aslında bu sömürüye yol açan asıl konu ibadetlerimizin yapılmasında Arapçanın esas olduğu yanıltması. Arapça dilinin herkes tarafından bilinmemesi, ibadetlerin anlamadan, sadece ezberden okunan dualarla yapılmasını zorunlu kılıyor. Doğal olarak da bu durum birileri tarafından tercüme ihtiyacı doğuruyor. Bu ise tercümenin içine katılan yorumlar sebebiyle bu sömürünün yüzyıllardır devam etmesine sebep oluyor. Burada bırakayım bu konuyu, daha derine girmeyeyim, çünkü şu anda konumuz bu değil. Belki ileride daha derin inceleriz.

Laiklik açısından bakacak olursak, halbuki laiklik herkesin inancına göre özgürce yaşamasının bir garantisi. Hiçbir zümrenin bir diğeri üzerine dini baskı yapamamasının, devletin de bir dine veya bir mezhebe göre değil, yasalara göre yönetilmesinin, yani devletin bir din devleti olmamasının da garantisi. 

Bir anlamda laiklik bırakın herkes kendi inancına göre ibadetini nasıl istiyorsa öyle gerçekleştirsin demek. Devlet ise medeni dünyanın yönetim sistemlerine uygun şekline yönetilsin.

Peki bugünkü Türkiye’de durum nasıl? Atatürk'ün bile tamamlayamadığı, tamamen ikna edemediği toplumu ardından gelenler ikna edebilmişler mi?

Evet, anayasal olarak biz laik bir devletiz. Herkes inançları konusunda görüntüde özgür. 

Ama toplumsal baskılar, bazen de devletin baskıları gerçekte bu durumun bazen sadece görüntüde kalmasına sebep oluyor.

Kimi zaman bir kesim baskın çıkıyor, kimi zaman diğer kesim. Her ikisi de aslında bana göre yanlış yapıyorlar.

Daha düne kadar bu ülkede başını örtüyor diye insanlar üniversitelere sokulmuyorlardı. Devlet kadrolarında başını örtmek yasaktı. 

Devlet kadrolarında başını örten insanlar olduğunda devlet dini esaslara göre mi yönetiyor olacaktı? Esas olan kanunlar, yönetmelikler, hatta anayasa değil midir? Tabii ki öyle, hayır, devlet yönetimi dini esaslara göre olmayacaktı. 

Peki neydi o zaman sorun? Niye Ecevit bile zamanında itiraz etmişti? Niye Demirel meşru hükümetin istifasını istemişti?

Çünkü korkular bu yöndeydi! 

İrtica! Düne kadar devletin korkulu rüyası, adeta kabusuydu irtica.

Bugün halen daha bu korku giderilmiş değil aslında. Halen daha bu konuda çekinceleri olanlar az değil sanırım. Bunun mevcut hükümetin uygulamalarındaki baskı ve hataların da büyük payı var tabii ki.

Bu madalyonun bir yüzü.

Gelelim madalyonun diğer yüzüne. Madalyonun diğer yüzü ise yukarıda anlattığımın tam tersi.

Bugün inancı farklı diye devlet kadrolarında çalıştırılmayanlar yok mu zannediyorsunuz?

Korkulduğu gibi devlet kadrolarında dini referanslar ile çalışanlar, tarikat veya cemaatlerin kadrolaşması sonucu adeta ele geçirilmiş devlet kurumları yok mu sizce?

Daha şundan kaç yıl önce bu ülke uçurumun köşesinden döndü.

Yani aslında düne kadar irtica diye korkanların korkuları belki de boşa değilmiş. Başa geçen siyasal İslamcı diyebileceğimiz kadrolar ülkeyi bir cemaatin ellerine teslim ettiler, üstelik bunu zamanında bile bile yaptılar. Sonradan özür dilense de kıymeti var mı?

Artık akıllandılar mı peki? 

Ben sanmıyorum! Akıllanmış olsalardı boşalan kadrolara bu sefer de başka tarikatların musallat olmasına müsaade etmezlerdi.

Neyse, biz laiklik konusuna dönelim, bu milletin feraseti kuvvetlidir. Elbet bir gün herkes yaptıklarının hesabını verecektir.

Evet, devletimiz yazılı kanunlara ve anayasamıza göre laik bir devlet, ancak bir yandan da devlet eliyle din işlerini yürüten bir kurumumuz var. Gerçi bu kurumumuz halkın çoğunluğu bir mezhebe daha yakın olduğu için sadece bu mezhebe hizmet eden bir devlet kurumu. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bahsediyorum. 

Bu arada "diyanet" zaten din işleri demek, bence doğrusu Diyanet Başkanlığı olmalı, ya da Din İşleri Başkanlığı. Fırsat bulmuşken hatırlatayım istedim.

Sonuçta bizim bu naçizane kurumumuz devletin vatandaşları arasındaki mevcut tüm inançlara hizmet etmiyor nedense, bu durum ne kadar garip değil mi? Bu da bence ayrı bir sorun anlayacağınız.

Aslında belki de böyle bir kurum hiç olmamalı, ama din işlerinin devletin gözetiminde olması çok da yanlış bir şey değil, yanlış olan tersi durum. Yani eğer bu kurum gözetiminde devlet işleri yürütülüyor olsaydı, işte o zaman garipsenmesi gerekli bir durum olurdu. Yani bence Diyanet kurumu laikliğe ters bir kurum değil. 

Ancak yapılan uygulamalar yukarıda bahsettiğim halkçılık, yani bana göre eşitlikçilik ilkesine ters uygulamalar.

Kanımca Atatürk'ün hayalindeki laiklik ilkesini aradan geçen bunca yıla rağmen maalesef halen daha bence uygulamaya tam olarak koyabilmiş değiliz. 

Bir de devlet kadrolarındaki bu tarikat gruplaşmaları belki de laiklikle ilgili olarak değerlendirilmemeli. Bu başka bir sorun. Bence güvenlik sorunu, belki de beka sorunu. 

O yüzden laikliğin uygulanması konusunda bunca satır yazmış olsam da öyle çok bir itirazım yok diyebilirim. 

Okullarda da zorunlu din dersleri kaldırılsa, en azından ebeveynlerin seçimine bırakılsa, belki müfredatta yapılmış olan gizli dini propaganda da kaldırılsa, bir de televizyonlardaki çizgi filmlerdeki subliminal mesajlara son verilse, bir de imam hatipler sadece imam ihtiyacını giderecek şekilde düşünülse... Liste aslında düşündükçe kabarıyor. 

Sanırım bu konuya iyiden iyiye bir el atmak lazım. Şu anki iktidar da aynı öncekiler gibi farklı açıdan hatalar yapıyor.

Bu da madalyonun öteki yüzü.

Sonuçta halen daha toplum tarafından laikliğin layıkıyla anlaşılamamış olması da bir gerçek.

Laikliğin din karşıtlığı olarak algılanması ise halen bu toplumun hastalık seviyesindeki bir başka sorunu. Buna da acilen çare bulunması gerekli sanırım.

Görünüşe bakılacak olursa daha uzun yıllar da bu hastalıktan kurtulmamız sanırım mümkün olamayacak. Belki bir gün diyeyim ve bu genel değerlendirmeyi tamamlayayım.

Sanırım bir eksik kalmasın diye CHP açısından da konuya bir göz atmakta fayda var. Konuya CHP açısından bakacak olursak, bence bu konuda CHP sınıfta kalmış görünüyor. 

Gazinin ebediyete göçü sonrasında bence konu sadece formal boyutta bırakılarak derin dondurucuya konmuş ve yeterince üzerinde çalışılmaya devam edilmemiş. 

1950 yılında Demokrat Parti'nin başa geçmesiyle birlikte ise laiklik zaten tamamen farklı algılanmış.

Bence bu konuda birilerinin artık gerçekten kafa yorarak, laikliğin olması gerektiği gibi uygulanabilmesi için gerekli parti programını çıkararak ortaya koyması gerekli. Bu konunun bu kadar savsaklanması, kitlelerce yanlış anlaşılması, hatta hiç anlaşılamamış olması ve sonuçta ehil olmayan kadroların eline bırakılmış olması, yanına oy kaygılarını da katınca, düne kadar yapılan yanlışların gerçekleşmesine  zemin oluşturmuş. 

Yanlış uygulamalara ve bu hatalı bakış açısına toplumun tepkisi de durumdan faydalanan bugünkü iktidarın yirmi yılı aşkın üstün çabaları ile ülke için bugünkü vahim durumun ortaya çıkmasına sebep olmuş durumda.

Bugün helalleşme adı altında yapılmaya çalışılan öz eleştiri belki de fayda edecektir, ama asıl faydası olacak şey ortaya bu konuda doğru dürüst bir program konulması olacaktır.

Ortaya konacak programın tüm vatandaşlar için inançlarını özgürce yaşayabileceklerinin bir teminatı, ama devletin de aynı zamanda laiklik esaslarına göre yönetileceğini gösteren bir program olması gereklidir. 

Kısacası herkesi kucaklayan, ama aynı zamanda herkesin inançlarını özgürce yaşayabileceklerine emin oldukları bir program olmalı.

Yani seçim öncesinde kabul edilmeyecek bir kanun teklifi vererek bu işler olmaz diye düşünüyorum. En azından o kadar kolay değil diyorum.

Bu konuda son bir şeye daha değinmek istiyorum. 

Camiler! Eski zamanlarda teknolojinin bu kadar ilerlemiş olmamasından dolayı camiler aynı zamanda ülke sorunlarının tartışıldığı toplanma mahalleriymiş. Yani sadece ibadet amacıyla değil, aynı zamanda halk meclisinin de toplandığı yerlermiş. 

Zaten cami, cuma, camia, cemaat, tüm bu sözcüklerin kökü aynı, cem, yani toplanma. Toplanma yeri veya günü, ya da toplum, topluluk, hepsi bağıntılı sözcükler. Askerlik yapanlar bilir, içtima deriz, içtima alanı deriz, içtima da aynı kökten gelen sözcüktür, toplanma demektir.

Bugünkü modern dünyada ülkelerin yönetimi için toplanma yeri millet meclisidir. Artık camiler yerine ülke sorunları millet meclisinde toplanılarak tartışılıyor ve çözümler yine millet meclisindeki milletvekillerinin ukdesinde bulunuyor. En azından birçok çağdaş ülkede böyle. Bizde millet meclisinin işlevi kısıtlanmış olsa da yakın zamanda düzeltileceğini ümit ediyorum. 

Dini vecibe olarak halen daha özellikle cuma günleri cuma namazına toplum büyük önem verse de, zaman artık değiştiği için aslında cuma günleri eskisi gibi bir toplanma günü değil. En azından artık camilerde ülke sorunları tartışılmıyor. Cami de eski anlamıyla bir toplanma yeri değil. Bugün camiler sadece ibadet yerleri olarak inanışımıza göre kutsal atfettiğimiz yerler. 

Bu anlamda camilerimiz için devlet tabii ki gerekli desteği vermekle yükümlü, ama aynı şekilde ülkemizde yaşayan her vatandaş için eşit mesafede bu hizmetlerin verilmesi gerekli. Yani yine laiklik esaslarına geliyoruz. Devlet birtakım hizmetler verecekse her inanç grubuna eşit oranda bu hizmetleri sunmalı. 

Bu konunun da hazırlanmasını önerdiğim parti programında dikkate alınması gerekli diye düşünüyorum.

Sanırım bir de laiklik diye dışarıdan aldığımız bu kavramı onca tanımla anlatmaya çalışmak yerine, adını "inanç özgürlüğü ilkesi" diye değiştirsek belki de herkes tarafından daha rahat anlaşılır olacaktır. Naçizane önerimdir.

4) Gelelim milliyetçilik ilkesine. 

Bu konuda çok derin bir inceleme yapmaya gerek olduğunu sanmıyorum. Yukarıda zaten "millet" üzerine yeterince inceleme yaptım.

Hem Atatürk aslında çok güzel özetlemiş. Daha ötesine gerek yok.

"Ne mutlu Türküm diyene!"

Anlayana bu tek cümle yeter de artar bile. Bu kadar güzel bir anlatım belki de hiçbir dilde mümkün değil. Hiçbir dilde bu kavramı bu kadar güzel anlatamazsınız.

O günlerin koşullarında, yani dünyada milliyetçilik akımlarının uzun süredir boy gösterdiği yıllarda demek istiyorum, özellikle de emperyal devletlerin imparatorlukları parçalamak amacıyla kışkırttığı, ırklara ve etnisiteye dayalı milliyetçilik söyleminin gözde olduğu zamanlarda, dünyadaki milliyetçilik yerine Atatürk'ün Türk milliyetçiliği, "Ne mutlu Türküm diyene!". 

Ne kadar muhteşem bir tanım!

Evet, bu topraklarda derin bir tarih yatıyor, medeniyetin beşiği adeta. Binlerce yıldır ne medeniyetler kurulmuş ve çökmüş bu topraklarda. Bu kadim topraklar üzerinde yaşayan halklar (işte burada ben soy farklılığı anlamıyla kullanıyorum "halk" sözcüğünü) birbirine o kadar karışmış ki, artık ortak bir kültür olmuş, tek bir millet olmuş, tek bir halk olmuş. Aşuresinden Hıdırellez’ine, kebabından lahmacununa, tarhanasına, tiridine, hamsi pilavına, Nasreddin hocasından Karagözüne zengin kültürel altyapısı ile, Edirne'sinden Hakkari'sine, Muğla'sından Kars'ına artık tek bir vatan üstünde yaşayan tek bir millet olmuş.

Tarihin derinliklerinden bile alışkanlıklar halen daha sürdürülmekte. Afyon'da aile kabristanları vardır, iki gözlü, lahit tipinde. Lahitin yan kapak taşını açarsın, sırası geleni dualarla uğurlarsın. Diğer göz sıradaki bir sonrakini bekler. Kim bilir kimlerden kalmış bir gelenek, Lidyalılardan mı, Kayralılardan mı, yoksa Frigyalılar’dan mı bilmiyorum. 

Sonuçta bugün halen daha etnik milliyetçilik derdinde olan partilerimiz olsa da, Atatürk'ün mirasçısı konumundaki bugünkü CHP için milliyetçilik ilkesinin aynen büyük önderin tanımladığı şekliyle korunması bence çok önemli. 

CHP açısından bu konuda da ben bir sorun görmüyorum.

Zamanında milliyetçiliği ayakları altına almış olanların ise bugün kendini milliyetçi olarak atfedenler ile birlikte olması çok ironik. Neyse ki konumuz siyaset değil, o yüzden özellikle dış güçler tarafından kaşınmakta olan Kürt kardeşlerimizin etnik milliyetçiliğinin kimseye bir faydası olmayacağını bir kez daha hatırlatmak istiyorum. 

"Ne mutlu Türküm diyene!" diye haykırarak bu konuyu da tamamlayayım.

5) Evet, geldik sonradan eklenen devletçilik ilkesine.

İşte burası eskilerin dediği gibi zurnanın zırt dediği yer. 

Bugün "CHP’nin devletçiliği, devletin halka hizmet için yapılanmasını, katılımcı yönetimi, demokratik hukuk devletini öngörür. Bizim Devletçilik anlayışımız; Yurttaş, devlet için değil; devlet, yurttaş için, anlayışının yaşama geçirilmesidir. Devletin tüm ekonomik, sosyal ve siyasal hedeflerinin odağında insanın olmasıdır. Özel yararlarla toplumsal yararlar arasındaki dengenin sağlıklı oluşması için getirilmiş bir güvencedir." diye açıklanmış devletçilik. 

Yani? Hoş, güzel, şatafatlı sözler. Ama, bence tam olarak ne demek istedikleri bu sözlerle anlaşılmıyor. 

Atatürk'ün devletçilik ilkesi bir ekonomi modelidir! Adına karma ekonomi de diyebileceğimiz, ama aslında kendine has özellikleri olan bir ekonomik modeldir.

Atatürk kendisi açık bir şekilde tarif etmiş zaten devletçiliğin ne olduğunu: "Türk toplumunun ulaşmak istediği çağdaş ve modern bir düzen için gerekli olan ekonominin devlet yardımıyla güçlendirilmesi ve ulusallaştırılmasıdır" demiş. 

Ancak bunu yaparken "ılımlı devletçilik esastır" demiş. 

"Ekonomi serbest piyasa ve birey esaslı olmasına rağmen, serbest piyasanın giremeyeceği veya girmek istemediği yerlere devlet el atabilmelidir, fakat devlet hiçbir zaman bireyin önüne geçmemelidir." demiş.

Yani "asıl tercihim serbest piyasa ekonomisidir, ancak zorunlu hallerde devlet duruma müdahale edebilmelidir" demiş.

Niye devletçilik diye bir şey düşünmüş?

Çünkü o günün koşulları bunu gerektiriyormuş. Ülkede sermaye birikimi yokmuş, ülke henüz savaştan çıkmış durumda ve üstüne koskoca imparatorluğun onca borcunu üstlenmiş. Başka nasıl yapsın? Mecburen tüm ağır sanayi devlet eliyle kurulacak.

Peki Atatürk'ün bu ilkesine ülkeyi bir zamanlar yönetenler uymuş mu? 

Atatürk'ün "Asıl olan serbest piyasa ekonomisidir" dediğini hatırlatmak isterim!

Evet, geçmiş zamandaki tüm hükümetlerden bahsediyorum, ne yapmışlar Atatürk'ten sonra?

Bu ülkede KİT diye bir sorun vardı daha düne kadar, Kamu İktisadi Teşebbüsleri. 

İktidardakilerin sürekli kendi yandaşlarını doldurdukları, sonunda hantallıktan çalışamaz hale gelmiş olan devasa kamu işletmeleri. Hem verimsiz hem sürekli zarar eden kuruluşlar. 

Atatürk ne demiş? Asıl olan serbest piyasa ekonomisidir demiş. 

Siz ise cumhuriyetin başlarında mecburen devlet eliyle yapılmak zorunda kalınan işletmelerin üzerine bir şey katmadığınız gibi, hepsini arpalık olarak kullanmışsınız.

Peki bugün durum nasıl? Farklı mı?

Bugünkü iktidarın ekonomi modeli nöro ekonomi!

Elde avuçta ne var ne yok, yok pahasına satmış olmaları yetmiyormuş gibi, bunlar da kendine başka arpalık yöntemleri bulmuş durumdalar. 

Sizce farkları var mı eskilerden? 

Bence yok. Aynı tas, aynı hamam.

Bence yapılacak şey şudur! Devlet gerekiyorsa teşvikler verecektir, ama verdiği teşviklerin denetimini çok sıkı yapacaktır. Yoksa bu devlet zamanında ne naylon faturacılar gördü. Başbakan'ın yeğeni ilk kez yaptı hayali ihracatı bu ülkede!

Kritik konularda devlet üretimi kısmen elinde tutacak, bu hem piyasanın dengede tutulması için, hem de bir sıkıntı olduğunda piyasanın ve fiyatların kontrolü açısından çok önemli. 

Kritik konuların hepsi tespit edilerek, sorun çıktığında ülkenin dara düşmemesi için işletmelerin ne kadarının, yani toplam kapasitenin hangi oranının devlet kontrolünde olması gerektiği tek tek belirlenecek ve bu işletmeler de serbest piyasa ekonomisi esaslarında çalışmaya devam ederlerken, ama bir yandan da bağımsız kurumlarca devlet adına denetim altında çalışacaklar. Kimsenin arpalığı olmayacaklar!

Bugün artık ülkemizde sermaye birikimi var, bu yüzden her şeyi ile bir sanayi dalının cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi devlet kontrolünde yapılmasına gerek yok. 

Savunma sanayii ve bazı diğer kritik konuları hariç tutuyorum. Bu dallarda sadece devlet kuruluşlarının olması kabul edilebilir bir durum. 

Bu benim görüşüm. Uzmanları daha güzel modeller düşünebilirler.

Unutmamak lazım, artık o ilk cumhuriyet yıllarında değiliz. Hatta şunun şurasında bir sene sonra ikinci yüzyıla giriyoruz. 

CHP tarafından ekonomi modelinin çıkarılarak ortaya konması, devletçilik ilkesinin de artık revize edilmesi gerekli. Hatta artık günün koşullarına uymuyorsa tamamen tarihin tozlu raflarına da kaldırılabilir. Belki de vakti gelmiş de geçmiştir. 

Önemli olan ilkeye bağlıyız diyerek içi boş şatafatlı sözler söylemek yerine doğru dürüst bir ekonomik programın hazırlanarak bu millete anlatılmasıdır. Artık adına yeni devletçilik mi dersiniz, yoksa sizde bugünkülerin yaptığı gibi "nöro ekonomi" yerine "kuantum ekonomi" benzeri başka şatafatlı tanımlar mı bulursunuz, orasını ben bilmem.  

Fazla gecikirseniz bu milletten icazet almak için daha çok beklersiniz. Benden söylemesi.

6) Geldik altıncı oka, devrimcilik ilkesi. 

Sanırım ben beşinci maddede devrimciliğin nasıl olması gerektiğine bir örnek verdim. 

Devrimcilik yerinde saymamaktır!

Evet, Büyük Önder zamanında şapkasından harf inkılabına bir sürü devrim yapmış, hepsini saymayayım. 

Tabii ki gerekli olanları koruyalım. Ama CHP muhafazakâr bir parti değil ki. Özünde devrimci bir parti. Öyle olmalı. 

Devrim deyince bir zamanların sakıncalı sözcüğü olarak, yani bu devleti yıkacağız, yerine başka devlet kuracağız, devrim yapacağız diye algılanmasın. Çağın gerekleri neyse ona göre devrimler yapılmaya devam edilsin. Ama akılla ve cesaretle.

İnanın Atatürk'ün de arzusu bu yöndeydi, öyle olmasaydı devrimcilik ilkesini size emanet eder miydi? Durmak yok, yola devam.

Bakın siz yerinizde durursanız, başkaları gelir, devrimcilik ilkenizi bile elinizden almaya kalkar. Gerçi onlarınki neydi? Muhafazakâr devrimcilik mi ne? Ne alakası varsa artık, muhafazakâr zaten devrim karşıtlığı demek, mevcut düzenin muhafaza edilmesinden yana olmak! Devrimcilik ise yerinde duramamak, sürekli bir değişim arzusu içinde olmak!

Yani kıpırdanın biraz, yeter oturduğunuz. Devrim, devrim, devrim! 

ODTÜ ruhum kabardı nedense bu maddenin sonunda. Devrim stadyumunda güzel anılarım vardır.

Bu arada devrim demişken, belki de şu altı ilkeye bir iki ilke daha eklemekte fayda yok mu sizce?

Son eklenen ikisinin, yani devletçilik ve devrimciliğin 1931 mayısında eklenmesi  üzerinden tam 91 yıl geçmiş. Biz sosyaliz diyorsunuz, demokratız diyorsunuz. Hatta ikisini bir arada, sosyal demokratız diye bahsediyorsunuz kendinizden. 

"Sosyal devlet" ilkesi için bir tane, bir de "demokratlık" için olmak üzere parti amblemine iki ok daha eklemeyi düşünmez misiniz? 

Ne güzel işte, bir değişiklik olur bence, devrimci ruhunuza bir ferahlanma gelir belki. 

Hatta ulusalcılık için bile bir tane ok düşünülebilir. Sonuçta CHP aynı zamanda ulusalcı bir parti.

Ama "solculuk" için ok eklemeye bir gerek yok diye düşünüyorum, çünkü sağcılığı solculuğu ben pek anlamıyorum. 

Sonuçta Fransız devrimi üzerinden yüzyıllar geçti. 

Hem artık hiçbir parti millet meclisinde sağda ya da solda politik görüşüne göre oturmuyor. Oturma düzeni her partinin aldığı oya oranla çıkarabildiği milletvekili sayısına göre ayarlanıyor. 

O yüzden bence bir dayanağı da yok sağcılık veya solculuk kavramının. Ne kadar yazık olmuş bir zamanlar sırf sağcı solcu diye gencecik insanların birbirini öldürmesi. Allah'tan o günler geride kaldı, yüce Tanrı bir daha öyle günler göstermesin. Hep birlikte şu güzel vatan toprakları üzerinde huzur içinde yaşayalım, birbirimize saygılı ve sevgiyle.

Bunca uzun yazı oldu bu sefer, daha fazlasına aklım ermiyor. Siz karar verin derim ben başlıktaki soruya.

Sizce altı oktan geriye hangileri kalmış?

Moskova'dan herkese sevgi ve saygılar.

Araştırmacı Yazar Deniz BURSALIOĞLU
Araştırmacı Yazar Deniz BURSALIOĞLU
Tüm Makaleler

  • 14.10.2022
  • Süre : 8 dk
  • 851 kez okundu

Google Ads