Site İçi Arama

siyaset

Modern Devlet Anlayışına Geçişin Temel Taşları Nelerdir? Bölüm-2

Bodin, egemenlik kavramına hukuksal açıdan bakmaktadır. Ona göre egemenlik; devlet varlığının esas şartı, devletin asli cevheridir. Egemenlik, modern devlete ait bir kavramdır. Zira adına modern devlet dediğimiz en yetkin siyasal örgütlenme biçimi, hukuksal açıdan varlığını egemen olmasına borçludur. Modern devleti kendinden önceki siyasal yapılanmalardan farklı kılan ana etmen egemenliğidir.

Jean Bodin:

Bodin ise; işe devletin kökenini araştırarak başlar. Devleti “birçok ailenin ve bu ailelerin ortak olan şeylerinin, egemen erk tarafından, hukuka uygun adilane olarak yönetilmesidir” şeklinde tanımlar. Bu tanıma göre; Bodin, devletin kökeni olarak aileyi görmüş ve ailedeki baba otoritesini, devletteki egemen otorite ile özdeşleştirmiştir. Devleti güç kullanmaya dayandırmakla birlikte, onun zorbaların yönetimi olarak değerlendirilemeyeceğini vurgulamıştır. Devlete, bunu sağlayan özellik yönetimin doğruluğu, adaleti içermesi ve ortak çıkar esasına dayandırılmasıdır. Bir başka deyişle onu zorbalıktan ayıran meşru hakça olmasıdır. Bodin, devletin oluşumunda Tanrıya hiç yer vermeyerek, onu laik ve hukuki temeller üzerine oturtmuştur. Modern egemenliğin kavramsallaştırılması ve niteliklerinin ortaya konulması Jean Bodin tarafından gerçekleştirilmiştir. Bodin, egemenlik kavramını tanımlayan ve onu sistemleştirerek bir teori haline getiren ilk düşünürdür. Bodin, 1576 yılında yayımladığı “Devlet Üstüne Altı Kitap” adlı eserinde egemenliği “yurttaşlar üzerindeki en üstün, en mutlak ve en sürekli güç” olarak tanımlamıştır. Bodin, eserinde egemenliği mutlak, sınırsız, sürekli, tek, bölünemez ve devredilemez olarak nitelemiştir.

Bodin, egemenlik kavramına hukuksal açıdan bakmaktadır. Ona göre egemenlik; devlet varlığının esas şartı, devletin asli cevheridir. Egemenlik, modern devlete ait bir kavramdır. Zira adına modern devlet dediğimiz en yetkin siyasal örgütlenme biçimi, hukuksal açıdan varlığını egemen olmasına borçludur. Modern devleti kendinden önceki siyasal yapılanmalardan farklı kılan ana etmen egemenliğidir.

Egemenliğin birinci niteliği, mutlak olmasıdır. Egemenlik en yüksek buyurma-yönetme gücüdür. Bir başka güç tarafından sınırlanamaz, bu yüzden de mutlaktır. Onun mutlak olması, her şeyin üstünde olması anlamına gelir. Egemenin mutlak oluşu, en açık biçimde, egemenin yasalarla olan ilişkisi içinde gö rülür. Egemenliğin mutlak olması, egemen erkin ülkede yaşayan insanların onaylarını almaksızın yasa çıkarabilmesinde yatar. Egemenliğin mutlak olması sadece yasaların yapımını değil; onların değiştirilmesi ve yok edilmesini de kapsar. Egemenin koyduğu, değiştirdiği ve bozduğu yasalar onun mutlak egemenliğinin yansımalarıdır. 

Egemen yasaları koyarken bir başka gücün, örneğin; bir senatonun, bir halk meclisinin ya da herhangi bir kurulun onayını almak zorunda değildir. Onların onayını almak zorunda olan kişi de; artık, egemen değildir. Ayrıca; egemenin mutlak olması, onun keyfi olduğu anlamına da gelmez. Zira söz konusu olan irade, egemenin kişisel iradesi değil; herkesin ortak çıkarlarını gözeten devletin iradesidir. Dolayısıyla; bunun da doğruluğun (adaletin) sınırları dışında olması düşünülemez. Egemenliğin ikinci niteliği, onun sürekli olmasıdır. Modern egemenlik kuramına Bodin’in getirdiği en önemli yenilik “süreklilik” olmuştur. Düşünüre göre; süreyle sınırlı olan ya da istenildiği zaman geri alınabilen bir iktidar, egemenlik değil; olsa olsa yetki olur. Dolayısıyla; bu yetkiyi kullanan da esasen egemen değil, sadece yöneticidir.  Egemenliğin önemli bir özelliği de bölünemez ve devredilemez oluşudur. Egemenlik, bir devletteki en üstün, en mutlak ve en sürekli güçtür. Egemenliğin mutlak, bölünmez ve sürekli olabilmesi için, bir olması gerekir. Bodin, egemenin egemenliği temsil ettiğini söylemekle birlikte; bu gücü ona tevdi etmez. Egemenin sınırlarını egemenlik oluşturur. Egemen, bu üstün gücü, bir başka kişiye ya da kuruma devredemez. Bu devredilmezlik, onun bölünemeyeceği anlamına da gelir. Yani egemenlik parçalara bölünemez. Bir devlette birden fazla egemen olamaz. 

Jean Bodin, modern devlet anlayışının Machiavelli’den sonraki temsilcisidir. Machiavelli’nin ortaya attığı egemenlik unsurunun kavramsallaştırması, Jean Bodin tarafından yapılmıştır. Modern devlet teorisine en büyük katkısı, devletin sürekliliği ilkesini ortaya atmasıdır. Bodin, bu bağlamda, siyasal iktidarın devletin sürekliliği için egemene değil; egemenlik olgusuna atıfta bulunmuştur. Egemen ölümlü iken; egemenlik ölümsüzdür. Bu modern devletin kurumsallaşması, meşruiyet araması ve sürdürülebilir bir toplumsal rızaya dayandırılması bağlamında önemli bir aşamadır.

Thomas Hobbes:

Thomas Hobbes siyasal kuramını oluştururken, ilk olarak; doğa durumundan hareket etmiştir. Doğa durumunu, her insanın her insanla savaş halinde olduğu, kaos ve güvensizlik hali olarak sunmuştur. Devletin ortaya çıkması, insanların bu savaş halinden kurtulmak için toplum sözleşmesini ihdas etmeleriyle mümkün olmuştur. İnsanların barış ve güvenlik arayışı, devletin ortaya çıkmasını zorunlu kılmıştır.

Thomas Hobbes devletin ortaya çıkışını açıklarken bir varsayımdan hareket etmiştir. Doğa durumu adını verdiği bu varsayımı ile devletin olmadığı bir düzende, insanların nasıl bir yaşam süreceğini gözler önüne sermiştir. Bu varsayımdan hareketle de; devletin mutlak zorunluluğu sonucuna ulaşmıştır. Hobbes, merkezi bir egemen gücün çevresinde örgütlenmiş toplumsal siyasal düzenin gerekliliğini göstermek amacıyla, devletin olmadığı bir insan kalabalığı ortamını tasarlamış ve bunu doğa durumu olarak adlandırmıştır.  Hobbes’a göre; tabiat insanları bedensel ve zihinsel yetenekleri bakımından eşit yaratmıştır. İnsanlar arasında bedensel ve zihinsel kuvvet farklılıkları olsa bile; bu o kadar önemli değildir. Çünkü zayıf insanlar kendilerinden daha güçlü olan insanları hileyle ya da kendisiyle aynı durumda bulunan diğer insanlarla birleşerek öldürme olanağına sahiptir. Bu açıdan, doğa durumunda insanlar arasında eşitlik vardır.  Doğa durumunda eşit olan insanların istek ve tutkuları da (eşitlikten dolayı) birbirine benzer olacaktır. Bu nedenle; aynı şeye sahip olmak isteyen insanlar, bu şeye hep birlikte sahip olamayacaklarından dolayı; birbirlerine düşman olacaklardır. Aynı şeyin peşinde koşan insanlardan her biri, diğerini ortadan kaldırmaya ya da ona hükmetmeye çalışacaktır. İnsanların hepsi ilk önce kendi varlıklarını korumak ve sürdürmek, sonra da; hoşlarına giden şeyleri elde etmek isteyecektir. Bunun için; iyi bir şeyi ele geçiren insanın karşısına, her zaman onun sahip olduğu bu şeyi elde etmek isteyen başka insanlar çıkacaktır. Ne var ki; bu saldırganlarda ele geçirdikleri şeylere, kendilerini alt eden başka bir insan veya insanlar ortaya çıkana kadar sahip olabilecektir. 

Aynı istek ve tutkulara sahip insanların aynı şeylerin peşinde koşmaları, onları birbirine düşman kılacaktır. Her insan, bir diğerini; kendisi için tehlikeli bir rakip ve aşılması gereken bir engel olarak görecektir. İnsanları korkutacak, onları bazı hareketleri yapmaktan menedecek bir kuvvetin bulunmadığı doğa durumunda, “herkesin herkesle mücadelesi vardır”. Doğal yaşam, özü itibariyle; bir savaş dönemidir. Üstelik bu savaş geçici bir hal de değildir. Doğal düzende savaş süreklidir. İşte böylesine bir savaşın hüküm sürdüğü doğal düzende “insan insanın kurdudur” Doğal düzende insanlar arasındaki mücadelenin üç sebebi vardır. Bunlar “rekabet”, “güvensizlik” ve “herkesten üstün olma tutkusu”dur. Bu duygular sürekli olarak insanları birbirleri ile savaşmaya itmektedir. Rekabet, insanları çıkarları için mücadeleye iter. Güvensizlik duygusu da; güvenliği sağlamak için insanları savaşa sürükler. Şan ve ünlerini korumak ve rakipsiz olduklarını kanıtlamak tutkusu da; insanları saldırgan yapar. Rekabet halindeki insanlar, başkalarına ait şeylere sahip olmak için yarışırlar. Bunları bir defa ele geçirdikten sonra da onları korumak için savaşırlar. Üstünlüklerini kanıtlama tutkusu da; bu savaş durumunu sürekli kılar.  İşte; böylesine bir savaş ortamında güvenlik yoktur. Sanayi ve tarımsal faaliyetler yoktur. Ticari faaliyetler güvende değildir. Sanat ve edebiyat gelişmemiştir. Bilim ve teknikte hiçbir ilerleme yaşanmamıştır. Hepsinden kötüsü de sürekli bir ölüm korkusu vardır. İnsan hayatı yalnız, fakir, pis ve kısadır. Herkesin herkesle savaş halinde olduğu doğal yaşamda, adalet de yoktur. Hukuku tesis edecek sürekli bir iktidarın bulunmadığı yerde, adaletten söz edilemez. Bu açıdan; doğruluk-yanlışlık, haklılık-haksızlık gibi kavramların da doğal düzende bir anlamı yoktur. Doğa durumunda mülkiyet de yoktur. İnsanlar elinde bulundurdukları şeylere, kendilerinden daha güçlü bir kişi bunlara el koyana kadar sahiptir. 

İşte doğal yaşam insanlara böylesine kötü bir hayat sunar. Ne var ki; insanların bu durumdan kurtulması da zorunludur. Aksi halde; yok olmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. İnsanın aklı ve tutkuları onu barışa yöneltir. Başta “ölüm korkusu”, “rahat bir yaşam için gerekli olan şeylere sahip olmak isteği” ve “akıl” insanlara yaşamak için; diğer insanlarla anlaşması gerektiğini anlatır. Hobbes’a göre; hiç kimsenin can ve mal güvenliğinin bulunmadığı doğa durumunun, sonsuza kadar devam etmesi düşünülemez. Doğa durumunun güvensizliğinden ve kötülüklerinden kurtulmak isteyen insanlar bir mukavele akdetmek zorundadır. İnsanların aklı ve tutkuları, onları barış (sözleşme) yapmaya yöneltir. Bunun sonucunda insanlar bir araya gelerek sözleşmeyi tesis ederler. Hobbes, bu sözleşme içindeki yasaları tek bir ilke olarak da belirleme yoluna gitmiştir. Hobbes’a göre sözleşme içindeki tüm yasalar, aslında; “kendine yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma” ilkesi üzerine tesis edilmiştir. Ortaya çıkan bu sözleşmenin bir değer taşıyabilmesi için, sözleşmeyi imzalayan tarafların sözleşmenin hükümlerine riayet etmesi gerekir. Hâlbuki insanlar karakter itibariyle hırs ve arzulara sahip egoist varlıklardır. Kendi menfaatlerini barış ve huzura tercih edebilirler. Bu durumda, insanların sözleşmeye uyup uymamaları tamamen kendi vicdanlarına kalır. O halde, sözleşmeye riayet etmeyenleri cezalandıracak bir üçüncü tarafa ihtiyaç vardır. Bu üçüncü taraf olmadıkça, sözleşme hiçbir anlam ifade etmez. Hobbes’a göre; kılıcın (devletin) zoru olmadıkça ahitler sözlerden ibarettir ve insanlara güvenlik sağlamaz. Onun için, tarafların sözleşmeye riayet etmelerini sağlayacak bir egemen kuvvete (üstün otoriteye) ihtiyaç vardır. Bu egemen kuvvetin adı devlettir. 

Toplum Sözleşmesi ile herkesin sahip olduğu mutlak nitelikli hak ve yetkilerden bir üstün otorite lehine feragat etmesiyle siyasal toplum kurulmuş olur. Lehine terk işleminin yapıldığı kişi ya da meclisin iradesi, sözleşmeyi yapan kişilerin iradelerinin yerini alacak ve onları temsil edecektir. Sözleşmeyi yapan insanlar, bu kişi ya da meclisin eylem ve işlemlerini kendi eylem ve işlemleri gibi kabul edecektir. Bu sözleşmenin hedefi ise; insanların güvenliklerini ve barış içerisinde yaşamalarını sağlamaktır. Hobbes, modern devlet anlayışını laik ve mutlak egemenlik temelinde savunan üç büyük düşünürün sonuncusudur. Hobbes’tan önce; Machiavelli ve Bodin’de devletin laikliğini ve mutlaklığını savunmuştur. Ancak; laik-mutlak devlet anlayışı Hobbes ile yetkinliğe ulaşmıştır. Hobbes, diğer iki düşünürden farklı olarak, laik-mutlak devlet anlayışını bir felsefi sistem içerisinde sunmayı başarmıştır.

Hobbes’un modern devlet anlayışına en büyük katkısı, devletin kökenini toplum sözleşmesine dayandırmasıdır. Toplum sözleşmesi ile meşruiyetin kaynağı olarak Tanrı yerine toplum karşımıza çıkmıştır. Böylece, egemenliğin kaynağı gökyüzünden yeryüzüne inmiştir. Bir başka deyişle; egemenliğin kaynağı dünyevileşmiştir/laikleşmiştir. Böylece, Machiavelli ile başlayan laik siyasal iktidar/devlet kurgusu, toplum sözleşmesi sayesinde teorik bir temele kavuşmuştur. 

Yarınki yazımda, demokratik devlet anlayışının teorik ve uygulamadaki temel direklerinin oluşumunu anlatan üç düşünürün görüşlerinden yola çıkarak günümüzün modern devlet anlayışına değineceğim.

Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Araştırmacı Yazar Mustafa Orhan ACU
Tüm Makaleler

  • 23.11.2022
  • Süre : 6 dk
  • 910 kez okundu

Google Ads