Site İçi Arama

siyaset

Seçime Doğru Giderken

Seçimin huzur içerisinde yapılmasından sorumlu kurumların iktidar tarafından uygun olmayan biçimde yönlendirilmesi ve kullanılması ihtimali her zaman vardır. Ancak tehlikeli olan, bu ihtimalin dile getirilerek toplumsal düzlemde tartışılmasıdır. Bu tehlike ile mücadele etmenin tek yolu hukukun üstünlüğünün herkes tarafından kabul edilmesi, devletin milletiyle bölünmez bütünlüğüne zarar verecek tarzda bir hükümet tarzından kaçınılmasıdır. Kısacası sorumluluk ve görev, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına düşmektedir. Şimdi bu hukuki tartışmayı farklı boyutlarıyla ele almaya çalışalım.

Sevgili dostlar, Türkiye’nin belki de Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimlerinden birini yaşamak üzere olduğu birkaç ayı yaşayacağız. 2023 yılının seçim yılı olduğu bilinmesine rağmen seçimin tarihi konusunda farklı tartışmaların yaşandığı bir süreci geride bıraktık. Ortaya bir tarih çıktı ancak bu tarih tartışmaları bitirmeye yeterli olmadı. Bu yazıda seçim sürecine ilişkin hukuksal tartışmalar ana gündemimiz olacak. Bunun yanında bütün tartışmalar hukuki çerçeveden ibaret değildir. Devlet imkânlarını her koşulda çekinmeden kullanan ve devlet-hükümet özdeşliği yaratmaya çalışan bir iktidara, adil bir seçim süreci konusunda çok fazla güven duyulduğu söylenemez. Belki de muhalefetin üzerinde en çok kafa yorması gereken konuların başında gelen seçim güvenliği, sadece sandıklarda kullanılan oyların sayılması ve oylara sahip çıkılmasından ibaret değildir. 

Seçimin huzur içerisinde yapılmasından sorumlu kurumların iktidar tarafından uygun olmayan biçimde yönlendirilmesi ve kullanılması ihtimali her zaman vardır. Ancak tehlikeli olan, bu ihtimalin dile getirilerek toplumsal düzlemde tartışılmasıdır. Bu tehlike ile mücadele etmenin tek yolu hukukun üstünlüğünün herkes tarafından kabul edilmesi, devletin milletiyle bölünmez bütünlüğüne zarar verecek tarzda bir hükümet tarzından kaçınılmasıdır. Kısacası sorumluluk ve görev, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına düşmektedir. Şimdi bu hukuki tartışmayı farklı boyutlarıyla ele almaya çalışalım.

Hukuksal Tartışma Nereden Kaynaklanıyor?

Aslında konu birçokları için karmaşık görünse de, hukukun matematiği açısından bakıldığında o kadar da karmaşık bir durum görünmüyor. Konuyu anlamak için aşama aşama gidelim. Bugünkü tartışmanın temellerinin ne zaman ve nasıl oluştuğunu anlamaya çalışalım. 

1) AKP iktidarının iktidara geldiği 2002 Kasım seçimlerinden sonra belki de ilk krizi, 2007 yılında Cumhurbaşkanı seçiminde yaşanmıştır. AKP’nin Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün ilk iki turda alması gereken nitelikli çoğunluk olan 367 sayısının aslında karar yeter sayısı değil toplantı yeter sayısı olduğu iddia edilmiştir. Bu teze göre AKP’nin kendi adayını seçtirmesi eğer diğer partiler oturuma katılmazsa mümkün değildir. Nitekim ilk tur oylaması CHP’nin Anayasa Mahkemesine yaptığı itiraz ile iptal edilmiştir. 6 Mayısta yapılan ikinci tur oylamada da katılım 367 sayısını bulmayınca seçim üçüncü tura kalmıştır. Üçüncü turda MHP’nin oturuma katılmasıyla, “kriz” AKP’nin istediği şekilde çözülmüş ve Abdullah Gül 339 oyla 11. Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan bu tartışmaların ardından Ekim ayında Anayasa değişikliği için referanduma gidilmiştir. 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan referandumda % 68,95 ile Anayasa değişiklikleri kabul edilmiştir. 

Kabul edilen değişikliklerle “367 Krizi” sürecinde tartışma konusu olan toplantı ve karar yeter sayısı düzenlenmiş; Cumhurbaşkanını halkın seçeceği hükme bağlanmış; Cumhurbaşkanlığı seçim usulleri düzenlenmiştir. AKP’nin “Evet” kampanyası yürüttüğü bu referandumun yapılacağı günün ilk saatlerinde terör örgütü tarafından Dağlıca saldırısı yapılmış ve Genelkurmay Başkanlığı bu saldırıda 12 şehit ve 10 kayıp verildiğini duyurmuştur. Bu terör saldırısının haberiyle gidilen referandumda, ileride yaşanacak tartışmaların da odağını oluşturan Anayasanın 101. Maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. 

“Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçilir.

Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.

Cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden veya Meclis dışından aday gösterilebilmesi yirmi milletvekilinin yazılı teklifi ile mümkündür. Ayrıca, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde onu geçen siyasi partiler ortak aday gösterebilir.

Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer."

2) Aradan yaklaşık üç yıl geçtikten sonra 12 Eylül 2010 tarihinde yeniden referandumla Anayasanın bazı maddelerinde değişiklik yapılmıştır. Ancak değişiklik yapılan maddeler arasında Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin 101. Madde yoktur. 2007’de Cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül’ün Anayasa uyarınca yedi yıllık görev süresinin bitimi olan 2014 yılında ilk kez Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmiş ve R.Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olmuştur. Bu aynı zamanda Anayasanın 101. Maddesi çerçevesinde Erdoğan’ın birinci beş yıllık dönemi olmuştur. Bu seçimle birlikte halkın seçtiği güçlü bir cumhurbaşkanı profili ile Türkiye’de adı konmamış bir “yarı başkanlık” dönemi yaşanmaya başlamıştır. Bunun en somut göstergesi, Başbakan Davutoğlu’nun Başbakanlık ve AKP Genel Başkanlığı görevlerinden istifa etmesi ve kongreye gidilme kararı almasıyla Binali Yıldırım’ın hem AKP’nin başına geçmesi, hem de Başbakan olması sürecinde ortaya çıkmıştır. Binali Yıldırım’ın AKP Genel Başkanlığı ve Başbakanlığı adeta “güçlü Cumhurbaşkanı, güçsüz Başbakan” yaklaşımının yaşandığı bir dönem olmuştur. Anayasa gereği Cumhurbaşkanı seçilince partisi ile resmi bağı kopan R.Tayyip Erdoğan, fiili bağını koparmak şöyle dursun, AKP’yi adeta şahsi kişiliğinde vücut bulan bir parti olarak görme eğilimini bütün davranışlarıyla göstermiştir. 

3) Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği ilk dönem olan 2014 seçimlerinden sonra, 2016 yılında yaşanan ve başarısızlıkla sonuçlanan “darbe girişimi”, Cumhurbaşkanı makamına büyük bir meşruiyet alanı açmıştır. Birçok tartışmalı uygulamanın sorgulanmadan hayata geçirildiği bu dönemin ardından 2017 yılında yeni bir Anayasa değişiklik paketinin referanduma sunulması, Cumhurbaşkanlığı makamının artık sadece fiiliyatta değil, yasal olarak da “başkanlık sistemi” ile birleştirilmesine zemin hazırlamıştır. 16 Nisan 2017’de yapılan referandumda yasaya aykırı olarak YSK tarafından mühürsüz oyların geçerli sayılmasıyla Anaysa değişiklikleri %51,41 oyla kabul edilmiştir. Aradaki 1.379.934 oy farkı, muhalefetin yaklaşık 2,5 milyon mühürsüz oy kullanıldığı yönündeki itirazı ile adeta seçim sonucunun meşruiyeti gölgelenmiştir. Bunun yanında Anayasanın 101. Maddesinde yer alan “Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.” ifadesi aynı şekilde korunmuştur. 

Anayasa yeni yapılmadığına ve bazı maddelerinde değişiklik yapıldığına göre, bu maddede yer alan hükümler farklı biçimde yorumlanamaz. Eğer yeni bir anayasa yapılmış olsaydı, bu durumda iktidarın kurucu iktidar olması gerekirdi ki; bu aynı zamanda mevcut rejime karşı bir darbe yapıldığı anlamına gelirdi. Bu olmadığına göre mevcut Anayasada yapılan değişiklikler haricinde mevcut hükümler korunmuş demektir. Bu koşullarda 2018 yılında yapılan seçimlerde R. Tayyip Erdoğan, ikinci kez cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu konuda farklı düşünenlerin savunduğu iki tez bulunmaktadır. Bunlardan biri, Cumhurbaşkanlığının yeni sistemin yeni makamı olarak görülmesi gerektiği; diğeri, Cumhurbaşkanının birinci görev süresinin normal seçim tarihinden bir yıl önce yeni bir seçimle sonlandığı dolayısıyla yeniden aday olmasında herhangi bir sakınca olmadığıdır. Burada hukukun en temel ilkelerinden biri yol gösterici olabilir; “Açıkça hüküm varsa yoruma yer yoktur.”

4) Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu 3. Madde ikinci fıkrasında “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. Ancak Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi hâlinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir” hükmü bulunmaktadır. Aynı hüküm Anayasanın 116. Maddesinde de bulunmaktadır. Buna göre mevcut koşullarda R.Tayyip Erdoğan’ın yeniden aday olmasının tek koşulu, TBMM’nin seçimlerin yenilenmesi kararı almasıdır. Bunun Cumhur İttifakı oyları ile yapılması mümkün değildir. Anayasanın 116. Maddesinde “Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır.” ifadesi, Cumhurbaşkanına zımnen seçimleri yenileme yetkisi veriyor görünse de, Cumhurbaşkanı bir konuşmasında böyle bir yetkisi bulunmadığını belirtmiştir. Muhalefet de 6 Nisan sonrası bir tarih için destek vermeyeceğini ifade ettiğine göre, hukuken R.Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimi için aday olması mümkün görünmemektedir. Ancak burada son sözü söyleyecek kurul, Anayasanın 79. Maddesi uyarınca Yüksek Seçim Kurulu’dur. 

2017 referandumunda kanunun açıkça hükmüne rağmen hukuka aykırı karar vererek mühürsüz oy pusulalarını geçerli sayan YSK’nın mevcut cumhurbaşkanının adaylığı konusunda ne diyeceğine ilişkin, bu ülkede yaşayan aklı başında herkesin bir fikri vardır. Muhalefet burada “mağduriyet yaratmama” refleksi ile düşük profilli bir itiraz sergiliyor görünmektedir. Diğer bir ifadeyle hukuksuzluk karşısında herkesin eli kolu bağlıymış gibi bir görüntü oluşmaktadır. Elbette bu durumun ülkede yargıya duyulan güvenle yakın bir ilişkisi bulunmaktadır. Ancak yaşanan tartışmalarda Anayasanın 2. Maddesinde belirtilen niteliklerden biri olan “hukuk devleti” ilkesinin (iktidar ve muhalefet) herkes tarafından göz ardı edildiği açıkça görülmektedir. 

Sonuç

Seçime doğru gidilen süreçte belki de her zaman olduğundan kat be kat fazla bir şekilde “hukuk devleti” ilkesinin işlerliğine ihtiyacımız olan günlerden geçiyoruz. Burada tartışmaların siyasi düzlemden alınıp hukuk zemininde tartışılması, belki de en rasyonel hareket tarzıdır. Bunun için bugüne kadar olanlardan farklı olarak üniversitelerin hukuk fakültelerinin de konuyu tartışıp görüş bildirmeleri, konunun bilimsel boyutunu öne çıkarmak anlamında çok değerli olabilecek bir tutumdur. Ancak gelinen noktada bunun kolay olmadığı da görülmektedir. 

Siyasi olarak verilecek ya da siyasi olarak verildiği izlenimi yaratacak her karar, gelecekte ortaya çıkabilecek daha farklı sorunlara yönelik potansiyel bir riski beraberinde taşımaktadır. Bu risk, gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde bir meşruiyet tartışmasının yaşanmasıdır. Binlerce yıllık devlet geleneği olan Türk Milletinin bu tartışma ortamını hiç yaşamaması elbette bütün Türk vatandaşlarının arzusu ve dileğidir. Belki uzun dönemde bir daha benzeri tartışmaların yaşanmaması için mevzuatta dil birliğinin sağlanması yani mevzuatın farklı yorumlara yer vermeyecek tarzda düzenlenmesi faydalı olabilir. Ancak bundan daha önemli olan, kişisel ikbal düşüncelerinin ulusun çıkarlarından daha fazla öne çıkmaması için herkesin, iyi niyet ve karşılıklı anlayış içerisinde Türkiye’nin belki de en zor sınavlarından biri olacak bu seçimin demokrasinin zaferi ile sonuçlanmasını sağlamak konusunda sorumlu olduğunu bilmesidir. Bu anlamda Türkiye sorunsuz olarak yapılacak bir seçimle, dünyaya her şeye rağmen demokrasiden vazgeçmeyen bir ülke olduğunu gösterme şansını iyi değerlendirmek zorundadır. Gerek ekonomi, gerek adalet, gerek iç ve dış politika konularında sorunların çözümü, buna bağlıdır.

Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Tüm Makaleler

  • 22.01.2023
  • Süre : 6 dk
  • 595 kez okundu

Google Ads